Third Star – Hattie Dalton (2010)

“Ölmek istemiyorum. Daha fazla zaman istiyorum. Daha fazlasını istiyorum. Bütün o lanet, amaçşsız tüketici hayatlarınızı alın. O kadar çok şey yapacaktım ki! Özel biri olacaktım”

Kanserden ölmek üzere olan genç bir adamın en yakın üç arkadaşı ile birlikte çıktığı son yolculuğunda yaşananların hikâyesi.

Vaughan Sivell’ın senaryosundan Avustralyalı sinemacı Hattie Dalton’ın çektiği bir Birleşik Krallık yapımı. Yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olan çalışma gösterime girdiğinde seyirciden de eleştirmenlerden de pek ilgi görmemişti. 29. yaş gününü kutlayan ve ancak devamlı morfin alarak katlanabildiği hastalığı nedeni ile kısa süre içinde öleceğini bilen bir adamın üç arkadaşı ile çıktığı yolculuk bilinen sonuna doğru ilerlerken; film ölüm, dostluk, sevgi ve ölümden sonrası temaları üzerine alçak gönüllü değinmelerde bulunuyor. Yeterince orijinal değil hikâye ve karakterlerin yolculuk boyunca sorguladıkları da olması gerektiği kadar güçlü bir etki yaratamıyor; yine de oyuncularının yalın ve samimi performansları, yaşamın hayal kırıklıklarından oluştuğunu anlayan karakterlerin gerçekçiliği ve dostluğun tanımı üzerine düşündürtebilmesi ile ilgiyi hak eden bir film bu.

Yıldızlı bir gökyüzünde beliren bir yüzle başlıyor film; adını söylüyor hikâyenin kahramanı James ve “Bugün 29 yaşındayım, 30’umu göremeyeceğim… ama ben iyiyim. Gerçekten. İyiyim” sözleri ile filmin açılışını yapıyor. Hikâyenin son sözlerini de James söylüyor bize ve hayatında yer almış tüm insanlara, “Morfinimi şerefinize içiyorum. Bugün doğum günüm olduğunu, sizleri sevdiğimi ve hayatımı mutlu kıldığınızı biliyor olmalısınız… ve bu bir trajedi değil” cümleleri ile sesleniyor. Kabullenmişliği içeren bu olumlu yaklaşım çok erken bir ölümle yüzleşmek durumunda kalan genç adamın ruh halini tam olarak yansıtmıyor elbette. Çok genç yaşta yaşama veda etmek durumunda olan, sürekli aldığı morfinlerle ancak bir parça hafifletebildiği acılarla yaşayan ve yavaş yavaş fiziksel yeteneklerini yitiren adamın üç çocukluk arkadaşı ile çıktığı yolculuk onu -doğal bir şekilde- mutluluktan hüzne ve cesaretten korkuya gidip gelirken gösteriyor ve hikâye diğer genç adamları da onun belirleyicisi olduğu bir atmosferin parçası yapıyor yan hikâyeleri de kullanarak, bu öykülerin tümü (örneğin bir yasak aşk) gereksiz dursa da.

James (Benedict Cumberbatch) çocukluğundaki en güzel anıların hatırasını tekrar yaşamak (ve arkadaşlarının bilmediği bir başka nedenle) Galler’in Pembrokeshire bölgesindeki Barafundle Körfezi’ne gitmek istemektedir. Biri başka bir şehirde yaşadığı için uzun süre görmediği bir dostu, diğer ikisi ise hastalığı süresince de hep yanında olan toplam üç arkadaşı onun bu “son isteği”ni yerine getirmek için ellerinden geleni yapmaya hazırdırlar ve hatta zorlu coğrafyada onu yürütebilmek ve taşıyabilmek için gerekli donanımı da hazırlamışlardır. Miles (JJ Feild) babasının yazar olarak gösterdiği başarının altında ezilen ve kendisi de kitap yazan bir adamdır; Davy (Tom Burke) ise çalıştığı halkla ilişkiler firmasından çıkarılmış, işsiz biridir ve aslında hoşuna gittiği halde hep ona ihtiyaç duyulduğundan şikâyet etmektedir. Bill (Adam Robertson) bir belgesel sinemacısı olmak hayalleri kurarken kendini bir televizyon kanalında gündüz kuşağı programları çekerken bulan, aslında sevmediği bir kızla uzun süredir ilişkisi olan bir başka mutsuz gençtir. Bu dört adamın yolculuğu eğlencesi, kendilerini bekleyen trajediye adım adım gittiklerini bilmenin neden olduğu mutsuzluğu akıllarına getirmemeye çalışmaları ve kaybettikleri eski güzel ve sorumluluk duygusu olmayan günleri yeniden yaşama çabaları ile anlatılıyor bize çekimlerin yapıldığı yörenin doğal güzelliğinden de bolca yararlanarak.

Filmin olması gerektiği kadar güçlü bir etkiyi en azından finaline kadar yaratamamasının birkaç nedeni var. Öncelikle hikâye diğer müç karakteri bize ana karakterden daha iyi tanıtıyor ilginç bir şekilde ve bu karakter ölümcül hastalığı olan bir genç adamdan ileriye geçemiyor. Oysa hikâyenin odağında -doğal olarak- o var ve diğerleri asıl olarak onunla olan ilişkileri üzerinden var oluyorlar hikâyede; daha doğrusu senaryo bunu öngörür gibi davranıyor sık sık ve dört adamın hikâyesini içlerinden birini öne çıkararak anlatıyor ille de öyle yapması gerekmediği halde. Yolculuğun fiziksel ve duygusal boyutunu ise tam anlamı ile tatmin edici olmasa da seyirciye geçirmeyi başarıyor film ve karakterlerin tümü için bir “çözüm”ün veya sonucun peşinde koşmayarak doğru bir seçim yapıyor. Yolculuktaki festival alanında çıkan kavga “eski güzel günleri” arayan kahramanlarımız için bu arayışın sembolü olabilecek bir eğlence yaratırken, içlerinden birinin saatini çaldırması -sonra bir telefonun kaybedilmesine de bağlansa da- hikâyede bir yere oturmuyor pek. Benzer şekilde körfez sahilinde karşılaşılan tuhaf adam da hikâyeye bir ilginçlik katsa da, daha çok “o yolculukta şöyle bir şey olmuştu” konuşmasının malzemesi olmaktan öteye geçecek bir değere sahip olamıyor.

Bir adamın hayatına, diğer üçünün ise sadece bir arkadaşlarına değil, gençliklerine ve belki dostluklarına da vedaları olan bu yolculukta zaman zaman onların el kamerasının saptadığı görüntüleri de gösteriyor bize Hattie Dalton ama filmin diğer unsurlarında olduğu gibi burada da her zaman bir tutarlılık yok ve içerik ile biçimin sağlam bir şekilde uyuştuğunu söylemek zor. Zaman zaman araya giren güzel görüntüler ise belki de mekânların güzelliğine karşı konulamamasının sonucu olmuş ama filmin genel havasına bir parça zarar veriyor bu kartpostal güzelliği. Yolculuk sırasındaki komik ve tehlikeli anlar, erkekler arası çatışmalar ve espriler (“Brokeback’e yeltenen olursa, ben de Rambo olurum”) ise olması gerektiği şekilde yer alıyorlar filmde ve gezinin doğal ve gerçekçi görünmesine yardımcı oluyorlar. Ezelî ve ebedî olan doğanın içinde, fâni olan insanın yaptığı bu kısa yolculuk bu özelliği ile iyi bir çekicilik yakalarken, duygu sömürüsüne hiç başvurmaması ile de takdiri hak ediyor. Belki en önemli sorularından biri “dostunuzun son isteği için ne kadar ileri gidebilirsiniz” olan filmde oyuncuların hikâyenin trajikliğinin onlara sağladığı abartı tuzağından sıyrılan ve karakterlerini gerçek birer insan kılan performanslarını da atlamamak gerekiyor. Düşük bir bütçe (450 Bin Sterlin) ile çekilen film kusurlarına rağmen, ilgiyi hak eden bir çalışma. Sonuçta, seyrettiğinizin samimiyet ve dürüstlük ile anlatıldığına sizi rahatlıkla ikna eden bir film çekmiş Hattie Dalton.

(Visited 70 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir