“Aşk insanı ne hallere düşürüyor!”
Babasını öldüren adamın kızına âşık olan bir genç adamın trajik hikâyesi.
Ukraynalı yazar Mykhailo Kotsiubynsky’nin aynı adlı romanından uyarlanan bir Sovyetler Birliği yapımı. Senaryosunu Sergei Parajanov ve Ivan Chendej’in yazdığı ve yönetmenliğini Parajanov’un üstlendiği film Kotsiubynsky’nin doğumunun yüzüncü yılı şerefine çekilmiş ve Ukrayna ile Romanya’ya yayılmış bir bölgede yaşan Hutsuls adındaki bir etnik grubun kültürünü sinemaya çarpıcı bir şekilde getirmiş bir çalışma. Ana oyuncular dışında, Karpatlar’da yaşayan yerel halktan isimlerle çalışan Parajanov bir masal havasını taşıyan hikâyeyi bu etnik kültüre saygıyı hiç elden bırakmayarak, zaman zaman serbest stil denebilecek bir kamera çalışması ve hikâyenin ruhuna uygun yönetmenliği ile anlatırken, başroldeki Ivan Mikolaychuk’un sağlam performansı ile film kendisini ilgi ile seyrettirecek bir güzellikte. Renklerin kullanımı ile ek bir cazibe kazanan film etnik unsurların sömürmeden hikâyenin hizmetine nasıl sunulabileceğinin parlak örneklerinden ve 1960’ların klasiklerinden biri.
“Bu film Ivan ile Mariçka’nın büyük aşkları üzerine şiirsel bir dramdır. Film bize Karpatlar’ın eski halk efsanelerinin dünyasını getiriyor” yazısı ile açılıyor film. İlk sahne filmin biçimsel üslubu ile çok iyi bir fikir veriyor: Kar altındaki bir ormanda elinde pideye benzer bir yiyecekle, bir erkeğin adını yüksek sesle bağırarak yürüyen bir çocuk görüyoruz önce. Bu görüntüye eşlik eden ağaç kesme sesinin uğursuzca habercisi olduğu olay gerçekleşiyor ve kesilen ağaç kendisine yemek getiren kardeşini korumaya çalışan genç bir adamın üzerine düşerek ölümüne neden oluyor. Çocuğun adı Ivan’dır ve kaderindeki trajedilerden bir diğeri de kısa bir süre sonra gerçekleşir ve babası kilisede başlayan bir kavgada öldürülür; talihsiz Ivan işte babasını öldüren bu adamın kızına âşık olacak, çocuklukta başlayan aşk gençlik yıllarına taşınacak ve genç Ivan kendisini bekleyen yeni trajedileri yaşamak zorunda kalacaktır.
Yerel şarkıların eşlik ettiği çarpıcı bir ses tasarımı, birkaç sahnede “çılgın gibi” hareket eden kamera, kostümlerin ve renklerin önemli bir çekiciliğin kaynağı olduğu bir biçimsel havada anlatıyor bu “masal”ı Parajanov. Kilisenin hemen dışında gerçekleşen cinayet sahnesinde balta ile öldürülen adamdan çıkan kanın şahlanan atlara dönüşmesi gibi basit ama çarpıcı efektlerin filtre kullanımı ve kameranın zaman zaman alışılagelenin dışına çıktığı açılarla desteklendiği film, naif sanatçıların halk resimlerini hatırlatan görselliği ile anlattığı hikâyeye çok uygun bir biçim yakalamış. Filmin bugün klasiklerin arasına girmesinin en temel nedeni de Parajanov’un görüntü yönetmenleri Yuri Ilyenko ve Viktor Bestayev ile birlikte yakaladığı görsel düzeyin olağanüstü güzelliği ve bu görsellikle anlatılanın, biçim ile içeriğin bir diğer deyimle, mükemmel uyumu. Öyle doğal görünüyor ki sonuç, bu hikâyenin bu görüntülerle ve bu sinema dili ile anlatılmasının dışında bir seçeneğin olmadığına ve tek doğrunun bu olduğuna sizi ikna ediyor olağanüstü bir doğallıkla Parajanov.
Hutsuls halkını tüm gelenekleri ile anlatan ve bunu yaparken, geleneksel ögelerden zorlama bir egzotizm yaratmaktan özenle uzak duran Parajanov, Miroslav Skorik’in imzasını taşıyan müzikten de çarpıcı bir şekilde yararlanıyor. Halk türküleri ile dönüşümlü olarak kullanılan bu müzikler bizde Cunhuriyet’in ilk dönemlerinde Anadolu motiflerinden beslenen klasik müzik eserlerini (örneğin Adnan Saygun’un eserlerini) hatırlatan ve yerellikten beslenen etkileyici melodilere sahip. Böylece bu müzik çalışması filmin tüm ses bandı ile birlikte yine o biçim ve içerik uyumunun bir diğer başarılı unsuru oluyor. Farklı sahnelerde karşımıza çıkan danslar da işitsel yanının görsel karşılığı olarak katkı sağlıyorlar hikâyeye.
Babanın katilinin kızına âşık olmanın beraberinde getirdiği imkânsızlığa karşı söylenen “Ne derlerse desinler, sen benim olacaksın. Duyuyor musun Mariçkam, duyuyor musun beni?” sözlerinden “İnsanlar onu kederden öldü sandı. Kızlar onların aşklarına şarkılar yazdı”ya ve oradan da “Ah! Asla beraber olamayacağız” ifadesine uzanan hikâyeyi hak ettiği duyarlılıkla anlatıyor bize Parajanov. Filmi ara başlıklarla bölen ve hatta zaman zaman sessiz sinemanın ara yazıları gibi araçlara da başvuran yönetmen insanlar, doğa ve nesnelerin ayrıntıları üzerinde de özenle duruyor ve seyirciyi belgeseli hatırlatan bu kareler ile, kendisi gibi görüntüyü adeta analiz etmeye yönlendiriyor. Bir kültürü müzikleri, kostümleri ve gelenekleri ile çekici ve saygılı bir biçimde sergileyen yönetmen görüntüleri üst üste bindirmek ve renkliden siyah-beyaza gidip gelmek gibi tercihlerin yarattığı dinamizm ile seyircinin ilgisini hep canlı tutmayı da başarıyor.
Bu filmin kazandığı uluslararası başarı Parajanov’un ülkesi SSCB’de başını da derde sokmuş bir bakıma. Dönemin rejiminin teşvik ettiği “sosyalist gerçekçilik”ten uzak duran (yerel kimlikleri ise “gereğinden fazla” öne çıkaran) bu film resmî bakışın dışına düşmüş ve Parajanov aralarında tecavüz, rüşvet ve eşcinsellik de olan çeşitli suçlamalarla dört yıl kadar cezaevinde tutulmuş sonuç olarak. Büyülü bir güzelliğin örneği olan kareler (örneğin pencereden evin içine bakan sekiz küçük çocuğun görüntüsü) rejimin propaganda için kullanabileceği türden bir hikâye ve sinema dili yerine, şiirsel bir hüzün ve trajedinin aracı oluyor ve sonuç da 1960’lar sinemasının en kayda değer örneklerinden birine dönüşüyor. Ivan’ı canlandıran ve çok genç bir yaşta (46) hayatını kaybeden Ukraynalı oyuncu Ivan Mikolaychuk’un aşkın bir insanı nasıl güzelleştirebileceğini ve bu aşkı kaybetmenin nasıl yıkıcı bir etki yaratabileceğini çok güçlü bir şekilde gösteren performansından da bolca yararlanan yönetmen, kendisi de karakterleri kadar canlı olan bir kameranın ve etkileyici bir ses tasarımının parlak bir kombinasyonunu getiriyor karşımıza bu filmde.
(“Shadows of Forgotten Ancestors”)