“Neyin var? İneği az önce ölen bir Arnavut köylüsü gibi bakıyorsun”
Bir radyo çalışanı ve aşık olduğu kadın, radyo için oyun yazan bir adam ve radyo oyununun kendisinin etrafında dönen bir komedi hikâyesi.
Nobel ödüllü yazar Maria Vargas Llosa’nın 50’li yıllarda Peru’da geçen bir romanından aynı dönemin New Orleans’ında geçen bir hikâye olarak senarist William Boyd tarafından uyarlanan film, soap operalardan muhafazakar değerlere pek çok konu ile dalgasını geçen bir komedi. Bir yandan “gerçek” karakterleri diğer yandan seslendirilen radyo oyununun filme çekilmiş halini içeren ve bu açıdan “film içinde radyo oyununun filmi” olarak ilerleyen çalışma kimi eksiklikleri nedeni ile yeterince güldüremeyen, bu bir kenara yeterince çekici de olamayan bir çalışma.
Peter Falk’dan Barbara Hershey’e, Keanu Reeves’den Patricia Clarkson’a kalabalık ve zengin bir kadrosu olan film hem gerçek hayatı hem radyo oyununu seslendirenleri ve hem de radyo oyununun kendisini anlatmasına rağmen bir karmaşaya düşmekten kendisini sakınmayı başarmış görünüyor ve bunda da Bond’un senaryosu kadar elbette Llosa’nın romanının kurgusu da büyük pay sahibi. Falk’ın radyo oyunu yazarı karakteri filmin diğer tüm unsurlarından birkaç adım öne çıkan bir çekiciliğe sahip ve Falk’ın oyunu aslında nerede ise tek başına filmi seyre değer kılıyor. Karakteri bir yandan oyunu gerçek hayattan aldığı ilhamlarla yazarken diğer yandan oyununun akışını gerektiğinde ve sık sık gerçek hayatın kendisine müdahele ederek belirliyor. Peter Falk’ın oyunu filmde o denli önde ki senaryo genç radyo çalışanı ile “halası” (daha doğrusu babasının kız kardeşinin eşinin kız kardeşi) arasındaki aşkı öne çıkarmaya çalışsa da onu bastıran ve aslında iyiki de bastıran bir gücü var Falk’In karakterinin. Roman/senaryo özellikle Latin Amerika dizilerinin ihtiras, intikam, entrika ve bir süre sonra ensesti de içine alacak denli karışan akrabalık ve aşk ilişkilerini acımasızca bir komedi konusu yaparken, tüm bu öğelerin temel dramını oluşturduğu radyo oyununun dinleyicilerinin gösterdiği sahnelerde de en başarılı anlarını sergiliyor seyircisine.
Romanda Peru’da yaşanan olayların ABD’ye uyarlanmış olması ve buna rağmen filmin oldukça Amerikalı bir havaya sahip olabilmesi uyarlamanın başarısını gösteriyor. Yine de filmin fantezisinin Latin Amarika’nın büyülü gerçekçiliğine yakın durduğunu söylemek gerek. Hikâye New Orleans’da geçince elbette başta Wynston Marsalis’in orijinal müziği olmak üzere pek çok caz esintili melodi ve caz kulübü sahnesi de filmde yerlerini almışlar. Hershey ve Reeves hikâyenin ana karakterleri gibi görünse de aralarındaki aşk hikâyesi filmin en az ilginç yanlarından biri olmuş tuhaf bir şekilde. Ne aralarındaki tutku ne de aşklarının önündeki engeller seyircinin ilgisini çekebilecek bir içeriğe sahip. Yazarın (burada kuşkusuz romanın yazarı Llosa’dan söz ediyorum) bir “alter egosu” olan Falk karakteri üzerinden senaryo bu karakterin hem hayattan kopya çektiğini hem de hayatı dönüştürdüğünü iddia ediyor ve bu anlamda genel olarak sanat üzerine de bir düşünce öne sürüyor. Bu karakterin ağzından dillendirilen “hayat bir pislik yağmurudur ve pislik yağdığında tek şemsiyemiz sanattır” cümlesi de romanın/filmin sanatçının hayattaki konumu üzerine düşündüğünü gösteren bir ifade olarak dikkat çekiyor.
Romanda Bolivya halkı üzerine söylenen ve hayli aşağılayıcı espriler filmde her nedense Arnavutluk halkı için dile getiriliyor ve Arnavut asıllı Amerikalılar da bu esprilerin üreticisi olan Falk’ın karakterini protesto ediyorlar. Finalde kendisinin de Arnavut olduğunu söyleyen bu karakter her ne kadar bundan sonra Norveç halkına sataşacağını dile getirse de filmin en hoşgörülü Arnavut’u bile rahatsız edeceği açık! Film tüm anlattıklarının yanısıra “radyo günlerine” sıkı ve sevgi dolu bir selam da gönderiyor. Açılış jeneriğinin bir radyo oyunun anonsu şeklinde ve hiç yazı olmadan bir sunucunun ağızından yapılmasından radyo oyununun seslendirilmesi sahnelerinin komikliğine kadar bu selamı destekleyen pek çok öğe var filmde.
“Çılgın dul” rolündeki Hershey ve ona aşık genç radyocu rolündeki Reeves ellerinden geleni yapıyorlar ama senaryonun onlara ayırdığı onca sahneye rağmen bu sahnelerin donuk ve hatta kimi zaman açık başarısızlığından ve elbette Falk’ın çarpıcı oyunundan dolayı bir iz bırakamıyorlar seyirci üzerinde. Sonuçta sarı peruklu ve hizmetçi kıyafeti içindeki bir Peter Falk’a rağmen öne çıkabilmek pek de mümkün olmasa gerek. Komedisini tüm süresine aynı düzeyde yayamayan, merkeze koyduğu aşk hikâyesini çekici kılamayan ve tıpkı Arnavutlar hakkındaki onca espriye nasıl karşılık veremeyeceğini bilen radyo dinleyicileri gibi bizi de zaman zaman ortada bırakan film yine de başta Falk’ın oyunu olmak üzere hikâyesinin kurgusunun başarısı ile de görülmeyi hak ediyor.
(“Yarına Ayarlı”)