“Ben büyüyünce polis olmak istemiyorum. Milletvekili olmak istiyorum. Böylece bir gün başka biri benim yerime ölecek”
Şiddete eğilimli ve eşinden ayrılmış bir adamın neden olduğu trajedinin hikâyesi.
Ferzan Özpetek’ten vasat bir dram. Hikâyesi olan filmlerdeki başarısı ve popülere yakın tarzı ile tanınan yönetmenin bu dram denemesi kimi temel kusurları nedeni ile şaşırtıcı bir vasatlığın içinde kalan ve sanatçının önceki filmlerinin de hayli gerisine düşen bir çalışma. Bir romandan uyarlanan filmin senaryosu da bu vasatlığın başlıca sorumlusu gibi görünüyor.
Tek ve asıl hikâyesine odaklanması gerekirken filmin ne dramatik gücüne katkıda bulunan ne de asıl hikâyeyi besleyen yan hikâyelerin keyfini kaçırdığı bir film karşımızdaki. Politikacı, oğlu ve karısını ve özellikle de öğretmeni hikâyeden çıkarsanız geriye kalan muhtemelen tek başına daha etkileyici bir filme dönüşecek ama ancak zorlama yorumlarla filmin odağındaki hikâyeye bağlayabileceğiniz bu yan hikâyeler sadece ilgiyi dağıtıyor. Filmin iki oyuncusu dışındaki diğer tüm oyuncuların garip bir soğuklukla ve nerede ise duygusuz biçimde oynamalarını da işin için içine katınca bu yan hikâyeler iyice anlamsız oluyor. Evet, iki oyuncu dışında diye vurgulamak gerek ve bu oyuncuların ilki büyükanne rolündeki Stefania Sandrelli. Tecrübeli sanatçı iyi bir yardımcı oyunculuk örneği vererek göründüğü sahnelerde kısa ama etkili bir performans sunuyor. Filmin asıl yıldızı ise anne rolündeki Isabella Ferrari. Filmin nerede ise elle tutulur tek sahnesi olan muhteşem final sahnesindeki oyunculuğu başta olmak üzere göründüğü her karede kendisine hayran bırakıyor seyredeni. Karakterinin çektiği acıları ve üzerine binen ağır sorumlulukların altında ezilmesini müthiş bir gerçekçilik ile gösteriyor bize. Özellikle de final sahnesinde onu takip eden kameranın saptadığı yüzünü ve karakterinin tedirginlik dolu umudunu, içinde doğan ama bastırmaya çalıştığı korkusunu ve bizim bildiğimiz ama onun henüz bilmeyip sadece hisseder gibi olduğu gerçeğin karşısındaki tereddüdünü öylesine sahici bir şekilde taşıyor ki yüzünde hayran olmamak elde değil. Bu sahne sinemanın sokakta yürüyen kahramanı takip ettiği en başarılı sahnelerin arasında yerini alacak kalitede ve nerede ise Özpetek’in elini dokundurduğu tek sahne gibi görünüyor film boyunca.
Film bittiğinde keşke yönetmen hiç çekinmeden diğer tüm yan hikâyeleri atsaydı filminden ve yine hiç çekinmeden kalan tek hikâyenin melodramına sığınsaydı diye düşünebilirsiniz. Evet daha “basit” bir film olurdu ortaya çıkan sonuç o zaman ama fazlalıklarından arınmanın verdiği hafiflik ile seyircisi ile de daha rahat iletişim kurabilen bir çalışmaya dönüşmüş olurdu. Yine de filmi seyre değer kılan Isabella Ferrari dışında da yanları var filmin. Açılış sahnesinde evin içinde kayan kameranın yumuşaklığı ve aşk, bağlılık ve ayrılık üzerine ama en çok da sevdiklerimizin üzerinde kurabildiğimiz tahakküm üzerine söylemeye çalıştıkları filmi seyredenleri memnun edecektir.
(“A Perfect Day” – “Mükemmel Bir Gün”)