Vulkan – Roman Bondarchuk (2018)

“Seni tutuklamalarının onlara ne faydası olacak? Benzin harcayıp seni kasabaya götürmek zorunda kalırlardı, seni bulmanın neden bu kadar uzun sürdüğünü açıklamak zorunda kalırlardı; ama burada olduğun sürece, bizi inek gibi sağabilirler”

Tercümanlığını yaptığı ve Ukrayna’nın Kırım sınırındaki askerî kontrol noktalarında denetime çıkan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) heyetini yolda kaybeden, kendi de küçük bir bozkır kasabasında mahsur kalan bir adamın hikâyesi.

Yönetmenliğe kısa filmler ve belgesellerle başlayan Ukraynalı sinemacı Roman Bondarchuk’un ilk uzun metrajlı konulu filmi. Yönetmen senaryosunu eşi Dar’ya Averchenko ve Alla Tyutyunnik ile birlikte yazdığı filmde sade bir dil ile bir kara mizah hikâyesi anlatıyor. Ukrayna’nın merkezden ve onun otoritesinden uzak bir yerindeki kasaba Kırım sınırında olması nedeni ile askerî güçlerin sık sık ortalığa çıktığı bir yer ve genç adam Kiev’de alışık olduğu hayattan çok farklı bir dünyası olan bu kasabada adeta bir yabancı gibi dolaşırken başına gelmeyen kalmıyor. Film bu yabancılık hissini, Ukrayna’nın oturmamış sistemini ve toplumsal düzenini ve yitirilen eski değerleri zarif ve saygılı bir dil ile anlatan, mizahında zorlamaya gitmeden tüm absürtlüğü içinde gerçekçi bir tonu da hep canlı tutan ve belki daha kuvvetli bir etki beklentisini her zaman karşılayamasa da kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma.

Anton Baibakov’un müziğinin de bir süre sonra katıldığı etkileyici bir görüntü ile açılıyor film. Bir köprünün altından geçen (belki de bir kanala giren) bir feribotun yavaş yavaş ilerleyişini tam tepeden takip eden Vadym Ilkov’un kamerasının yakaladığı görüntü filme bir parça hüzünlü bir gerilim hikâyesinin atmosferini sağlıyor; daha sonra seyrettiğimiz hikâye ise hüznün ve gerilimin bir karamizahla beslendiği bir içeriğe sahip ve yönetmenin günümüz Ukrayna’sının merkezden uzak bölgelerinden ilgi uyandıran bir görünüm sunmasını sağlıyor. Hikâyenin geçtiği bölge bozkır ve bu bozkırın ortasındaki kasaba ülkenin geri kalanından adeta soyutlanmış bir yer. Yaşlı bir kadın kasabalarında mahsur kalan genç adama “Git buradan. Buraya asla uyum sağlayamayacaksın” derken şunları ekliyor: “Bir maaşın, bir patronun, bir devlet başkanın ve bakanların, ulusal bir meclisin ve polis gücün var. Fakat bizim burada böyle şeylerimiz yok. Ne maaş ne devlet ne de polis. Bambaşka bir hayat sürüyoruz burada”. Bu cümlelerin de bir göstergesi olduğu gibi, film bir düzen ve politik durum hikâyesi de anlatıyor bize. Sık sık görüntüye giren askerler, tüm gerçekçiliği ve absürtlüğü ile (evet, ikisi birden) “cephedeki askerler” için yardım gecesindeki milliyetçi havadan kaldırılan Lenin heykellerinin maliyeti ile ilgili konuşmaya, Rusya’nın işgal ettiği Kırım’la ilgili televizyon haberlerinden bölgede incelemelerde bulunan AGİT heyetine ve İkinci Dünya Savaşı’nda burada ölen Alman askerlerinin kemiklerinin “piyasa değeri”nden inşa edilen baraj nedeni ile su altında kalan köyün sakinlerinin hüznüne film bölgenin hem geçmişi hem de bugünü üzerinden etkileyici bir resim çiziyor. Ülkedeki milliyetçilikle de dalgasını geçiyor film ve bağış gecesi ile kahramanımızın bir Rus ajanı olduğundan kuşkulanılmasına uzanan farklı araçlarla bu anlamsız miiliyetçiliği mizahının konusu yapıyor.

Tercümanlıklarını ve şoförlüklerini yaptığı AGİT heyetindeki batılıların bir parça üstten konuşarak hitap ettiği Ukraynalı genç adam onların arasında hissettiği yabancılığı kaybolunca kendisini bulduğu, ülkesinin bir parçası olsa da kendisininkinden çok farklı hayatlar yaşanan kasabada da hisseder. Bizde sağ partilerin belediyeciliğinin olmazsa olmazlarından biri olan tuhaf heykellerin/anıtların (Ankara’nın Gökçek döneminin sembolleri olan “kol saati”, “maşrapa” anıtları veya Anadolu şehirlerinin yerel ürünlerinin sembolü olan “kayısı”, “çay” anıtları gibi) bir örneğinin de bir “Karpuz anıtı” olarak karşımıza çıktığı kasabayı tuhaflıklarını ortaya koyarak ama herhangi bir eleştiri veya güzellemenin konusu yapmayarak anlatıyor film. Tüm güvenliği iki polise emanet edilmiş olan, onların da herhangi bir şeye karışmamayı ve küçük “bağış”larla hayatlarını sürdürmeyi hedeflemek dışında bir gayelerinin olmadığı kasabayı gençlerin partisi, durup dururken kapışan küçük çeteleri ve barajın tehdit ettiği soğuk atmosferi ile “karası fazla” bir mizah ile sergiliyor Bondarchuk ve bunu yaparken de soğukluğun ve sadeliğin etkileyiciliğini artırdığı bir gücü koruyor hemer her anında. Örneğin bağış gecesi hem saçma hem gerçekçi hali ile seyirciyi eğlence ile hüzün arasında gezdiriyor sürekli olarak. Üst düzey bir görsel estetiği de yakalamış görünüyor film: Açılış sahnesi ve kendisini bir çukurun içinde bulan adamın ve sonsuz büyüklükte görünen bir ayçiçeği tarlasının görüntüleri gibi farklı anlarda Vadym Ilkov seyircinin filmin ilk izlenim ile soğuk olarak nitelenebilecek görünümüne ısınmasını sağlıyor. Bondarchuk’un aynı soğukluğu ve yalınlığı güce dönüştüren yönetmenlik çalışması da filmin artılarından biri. Örneğin iki kişi arasında başlayıp onlarca kişinin karıştığı kavganın havai fişeklerin de katılması ile bir cümbüşe dönüşmesi inkâr edilemeyecek bir eğlence katmış filme. Evine sığındığı ve kendisinden yararlanmasına engel olamadığı kamyoncuyu Viktor Zhdanov’un eğlenceli bir şekilde canlandırdığı genç adamı oynayan, ilk kez oyunculuğu deneyen ve asıl mesleği filmlerde ses tasarımcılığı ve kurgusu olan Serhiy Stepansky’den övgü ile bahsetmek gerekiyor. Çok az değiştirdiği bir yüz ifadesi ile filmin alçak gönüllü ve sade atmosferine çok iyi uyum sağlamış Stepansky ve nerede ise hiçbir mimik kullanmadan karakterinin kaybolmuşluğunu, yabancılığını ve yaşadığı dehşeti çok iyi aktarmış.

Bondarchuk filmini çekimleri gerçekleştirdiği bölgede gerçekten yaşamış olan ve çekimlerden altı ay önce ölmüş olan bir adama, onun annesine ve “o topraklarda yaşamış ve yaşayacak olan güzel insanlara, toprakları baraj tarafından ellerinden alınacak olan insanlara” ithaf etmiş. Bir sahnede karşımıza çıkan ve kamyoncunun “serap” olduğunu söylediği koro kapanış jeneriğinden sonra çok kısa bir an için tekrar görünüyor ve hemen çıkıyor görüntüden ama kamera adeta onların gerçekten de bir serap olduğunu vurgularcasına birkaç dakika boyunca, geride bıraktıkları boşluğu görüntülüyor. Bu şekilde sona eren film barajın yok ettiği bir ortak geçmişe ve belleğe saygı gösterisinde bulunmuş oluyor böylece. Amatör oyuncuları bolca kullanan Bondarchuk’un belgeselci geçmişinden etkileyici bir şekilde yararlandığı ve hikâyeyi oluştururken gerçek karakterlerden ilham aldığı film bir Kafka eserini de çağrıştıran ilginç bir çalışma. Geçmiş ile belirsiz bir gelecek arasında kalan tuhaf bir bugünü yaşayan insanların hikâyesini bir belgesel çalışmasından yola çıkarak oluşturmuş Bondarchuk ve kendi ifadesine göre nerede ise sadece AGİT heyeti ve onların tercümanını eklemiş gerçek olana. Kasabadan aldığı adına uygun bir film çıkmış ortaya ve her an patlamaya hazır ama bir yandan da çok sakin bir yerin hikâyesini anlatmış bize yönetmen.

(“Volcano” – “Yanardağ”)

(Visited 155 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir