“Köpek maması alacak parası olmayan bir insan, köpek sahibi olmamalı”
Bir iş bulup çalışmak üzere arabası ve köpeği ile Alaska’ya gitmeye çalışan yoksul bir kadının hikâyesi.
ABD’li yönetmen Kelly Reichardt’tan bağımsız sinemanın yüzakı örneklerinden biri olan ve çok düşük bir bütçe (yaklaşık 300 Bin USD) ile çekilen film, yoksul bir kadının ayakta kalma çabasını dramatik anlardan özenle uzak durarak ama yine de yüreğe dokunmayı başaran bir dille anlatan bir çalışma. Başroldeki Michelle Williams’ın filmin gerçekçi atmosferine tam bir uyum içindeki performansı ile de dikkat çeken film, yoksulluğun hayatlarının bir gerçeği olduğu bireyleri gözlemci bir tavırla ve seyrederken hiçbir müdahalede bulunulmadığını hissettiren bir hikâye ile anlatıyor bize ve İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının parlak örneklerine selam gönderiyor bir bakıma.
Cebinde çok kısıtlı bir para olan, harcadığı her kuruşun içini acıttığı, sokaktan topladığı boş teneke kutularını satarak birkaç kuruş kazanmaya çalışan ve hem köpeği hem kendisi için marketten yiyecek çalarak hayatta kalmaya çalışan bir kadın Wendy ve en sadık arkadaşı da aralarında sağlam bir dostluk olan köpeği Lucy. Hikâye bu ikiliyi Alaska’ya giden yolda uğradıkları Oregon’da getiriyor karşımıza ve arabanın bozulması nedeni ile burada kalmaları sonucu yaşadıklarını anlatıyor. Yaşadıklarını derken, bundan Hollywood’un sözlüğündeki anlamın çıkarılmaması gerekiyor. Birkaç günü tam bir gözlemci tavırla ve adeta gerçek bir karakteri takip eden bir belgeselci gözü ile anlatıyor Kelly Reichardt. Bu gözlemlerini bizimle paylaşırken de ıssızlaşmış ama bir zamanlar öyle olmadığı hissettirilen bir kasabadaki kimi karakterleri yoksullukları ile birlikte sergiliyor ve hayatın durmuş gibi göründüğü bu yerdeki bireylerin bezgin ve adeta öylesine yaşayıp giden hallerini gerçekçiliği ile etkileyen bir biçimde yansıtıyor hikâyesi boyunca. Jonathan Raymond’un “Night Choir” adlı hikâyesinden uyarlanan film, kaynağına özgü “küçük hikâye” havasını da koruyor ve öncesine tanık olmadığımız gibi sorasına da tanık olmayacağımız bir şekilde, bir karakterin hayatından bir kesiti getiriyor karşımıza. Bunu yaparken de ne önce ama özellikle ne de sonrası için farklı bir resim çiziyor ve bir umut veya en azından bir değişiklik vaat etmiyor.
En dramatik sahnelerinde bile (“ayrılık” sahnesi veya kadının geceyarısı tepesinde dikilen tuhaf bir adamla karşı karşıya kalması) sakinliğini ve gerçekçiliğini koruyur film ve bu tercihi ile önümüze getirdiği karakter için tüm bunların “sıradan” olduğunu, onun hayatını derin bir yoksulluğun çizdiği bir çerçeve içinde sürdürmeye çalışırken benzer olaylarla sıklıkla karşılaşmış olabileceğini söylüyor bize. Tüm bunlar filmin karanlık bir atmosfere sahip olduğu sonucuna götürmemeli bizi. Evet, zorluklar içinde hayatını sürdüren ve bir iş bulabilmek (ve o da muhtemelen düşük ücretli bir iş) uğruna binlerce kilometre yolculuk eden, hayatında köpeği dışında kendisine destek olacak bir ilişkisi yok gibi görünen bir kadın var karşımızda ama yönetmen Reichardt ve oyuncu Williams bu resimden gerçekçi bir şiir çıkartıyorlar karşımıza ve tüm olumsuzluklara rağmen bir “devam etme” hikâyesi anlatıyorlar bize. Burada kimi eleştirmenlerin de dikkat çektiği bir referansı dile getirmekte yarar var. Film İtalyan Yeni Gerçekçilik akımına selam gönderiyor demiştik: Burada özellikle Vittorio de Sica’nın “Umberto D.” adlı başyapıtını hatırlamakta yarar var. O filmde Umberto D. adındaki yaşlı ve yine köpeği olan yaşlı bir adam yoksulluğun pençesinde, dilenmekten intihara kadar uzanan alternatifler arasında gezinirken benzer bir hayatı sergiliyordu bize. Bu benzerlik, Reichardt’ın senaryosunu Jonathan Raymond ile birlikte yazdığı filminin Amerika’dan çok Avrupa sinemasına yakın duran havasının da bir örneği olarak dikkat çekiyor.
“Basit” bir hikâyeyi hiç uzatmadan (sadece 80 dakika sürüyor film) ve yapaylıklara, “heyecan” yaratmak veya filmin daha uzun sürmesi için zoraki eklenmiş anlara/yan hikâyelere başvurmadan anlatan film yalın bir dil ile de etkileyici olunabileceğini de kanıtlıyor. Örneğin, geceyarısı ormanda tepesine dikilen ve parasını isteyen adamın yarattığı korkuyu sadece Williams’ın yakın plan yüzü (ve hatta yüzünün bir kısmının battaniye altında olduğunu düşünürsek gözleri) ile anlatıyor hiç ek bir vurguya veya teknik oyunlara girişmeden. Kaybolan köpeği için kasabaya yapıştırdığı ve üzerinde köpeğinin resmi olan el ilanındaki “I am Lost” ifadesi ile kahramanımızın ve aslında toplumdaki tüm yoksulların kaybolmuşluğunu ve kadının bir sahnede ağzından duyduğumuz “Buradan sadece geçiyordum” cümlesi ile benzer bir hayatı süren bireylerin de adeta yaşam denen yoldan öylesine geçtiklerini ima ettiğini söyleyebileceğimiz filmin derdinin ne olduğu belki de asıl şu sahnede gizli: Kendisini hırsızlık yaparken yakalayan market çalışanı, genç kadına “Köpek maması alacak parası olmayan bir insan, köpek sahibi olmamalı” derken, sistemin ima ettiği daha acımasız bir yargıyı dile getiriyor belki de: Yoksulsan “yaşamamalısın”. Michelle Williams’ın mükemmel oyununun da mutlak bir takdiri hak ettiği film izlenmeli, özet olarak.
(“Wendy ve Lucy”)