“Biliyorsunuz, biliyorum. Biliyorsunuz ve konuşmayarak kalbimi kırıyorsunuz”
Örnek bir gencin, yaptığı bir hata nedeni ile hayatının altüst olmasının hikâyesi.
İrlanda yapımı olan ve 2013’te İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale ödülünü kazanan filmi Kevin Power’ın 2000 yılında Dublin’de yaşanan gerçek bir olaydan esinlenen “Bad Day in Blackrock” adlı romanından Malcolm Campbell uyarlamış sinemaya ve yönetmenliğini Lenny Abrahamson üstlenmiş. Sporculuğu, ailesi ve arkadaşları ile ilişkileri, ve güçlü ve lider karakteri ile örnek konumundaki bir gencin yaptığı bir hata üzerinden gelişen hikâyeyi yalın ama etkileyici bir dil ile anlatıyor Abrahamson ve baş oyuncusu Jack Reynor’un karakterine çok iyi oturan oyunu ile de kesinlikle etkileyici olmayı başarıyor film. Sıklıkla işaret edildiği gibi Ingmar Bergman filmlerinin havasını taşıyan çalışma, gerçekçi anlatımı ile de dikkat çeken, belki -en azından kimileri için- bir parça yavaş ilerleyen ve bir olayın analizinden çok bu olayın karakterler üzerindeki etkisinin analizine odaklanması ile görülmeyi hak eden bir eser kesinlikle.
Başarılı bir rugby oyuncusu, ailesi ile çok iyi bir ilişkisi var, arkadaşları arasında doğal bir lider ve yardımseverliği ve efendiliği ile güvenilir bir genç… İşte bu genç adamın kapıldığı bir kıskançlık sonucu işlediği ve hayli trajik bir sonucu olan hatanın sonuçlarına bakıyor film temel olarak. Bir başka film, bu olayın kendisine ve hatta işin polisiye yanına eğilecekken, filmimiz bunun değil baş karakterinin nerede ise varoluşsal diyebileceğimiz dramının peşine düşüyor. Her zaman doğru olanı yapan, 18 yaşındaki bir gencin kolayca yapabileceği tuzaklara asla düşmüyor gibi görünen genç bir adamın telaş edilmeden ve onu iyice tanımamızı ve anlamamızı sağlayacak şekilde ve kesinlikle gerçekçi bir dille anlatılan hikâyesi bu. Atmosferinin (hem hikâyesi açısından hem de görsel dili ile) İskandinav filmlerini çağrıştırdığını ve bu bağlamda akla elbette Bergman’ı getirdiğini de söylemek gerekiyor. Bergman’ın yaşadığı Fårö adasında çektiği filmlerindekine benzer bir şekilde, kahramanımızın ailesinin sahildeki evinde geçen sahneleri olan film, suçluluk duygusu, “günah”, pişmanlık gibi kavramlar üzerine dramını adım adım inşa ediyor adeta ve kimi hayli parlak sahneleri karşımıza getirerek ilerliyor. Örneğin genç adamın babasına itiraf sahnesi, mizanseni, iki oyuncunun (Jack Reynor ve Lars Mikkelsen) performansları ve öfke, korku, hayal kırıklığı ve çaresizlik dolu bir ânı karşımıza hayli etkileyici bir dil ile getirebilmesi ile çok başarılı kesinlikle.
Stephen Rennicks’in çoğunlukla piyanonun öne çıktığı müziği ve David Grennan’ın “karanlık” bir hikâye ile çekici bir zıtlık yaratan başarılı görüntülerinden sağlam bir destek alan film, dikkatli seyredildiğinde öne çıkacak kimi göndermeleri ile de önem taşıyor. Zengin bir aileden gelen baş karakterimizin Protestan, onun kıskançlığının kurbanı olan gencin Katolik ve orta gelirli olması, gencin içine düştüğü mutsuzluğun önce suçluluk duygusundan kaynaklandığını hisssettirmesi ama sonra bu hissi sorgulatacak bir şekilde, mutsuzluğun asıl kaynağının kendi geleceği için duyduğu endişe olduğunu düşündürtmesi ve belki daha da genel olarak suç ve ceza kavramlarını seyirciye sorgulatması filmin dikkat çeken yanlarından birkaçı sadece. Filmin nispeten kısa süresinin hikâyenin bu tür “felsefî” unsurları için yeterli olmadığı açık ve o nedenle çok da derinlere ilerleyemiyor anlatılanlar ama yine de önemli filmin gündeme getirmeye çalıştığı tüm bu temalar.
Seyrettiğimiz hikâyenin bir parça basit ve tanıdık olduğu ve zaman zaman anlatımda bir enerji eksikliği hissedildiği açık ama yine de film bu problemlerin etkisini asgaride tutmayı başarıyor ve “sıradan” görünümlü sahnelerinde (partiler, deniz kenarındaki evde geçen tüm sahneler vs.) ve özellikle mizanseni aracılığı ile, hiçbir somut ipucu vermeden yaklaşan bir felaketi hissettirmekteki başarısı ile bu kusurlarını affettirebiliyor. Kilisedeki cenaze töreni sırasında, oğlunu kaybetmiş olan annenin sessizliğe verdiği tepki ise zor zamanlarda sessiz kalanların suskunluğunun kötücüllüğü üzerine dokunaklı bir sahne olarak yerini alıyor belleklerde. Hüzün kelimesinin hayli yakıştığı bir sinema dili ile anlatılan film kesinlikle görülmeyi hak ediyor.
(“Ne Yaptın Richard?”)