Where Love Has Gone – Edward Dmytryk (1964)

“Peki sen nesin? Ayyaş, zavallı bir kapatma. İşini elinde tutamıyor, karından geçiniyorsun. Sen değersiz, sürüngen, zavallı bir erkek bozuntususun, o kadar. Ödlek bir kahramansın. Kahraman değilsin; ayyaşsın, ayyaş, ayyaş!”

Kızları annesinin âşığını öldürmekle suçlanan boşanmış bir çiftin bu cinayetle ilgili gerçeği ve kendi ilişkilerini sorgulamasının hikâyesi.

Amerikalı yazar Harold Robbins’in aynı adlı romanından uyarlanan senaryosunu John Michael Hayes’in yazdığı, yönetmenliğini Edward Dmytryk’in üstlendiği bir Amerikan filmi. Ünlü film yıldızı Lana Turner’ın kızı olan Cheryl Crane’in annesinin âşığı olan gangster Johnny Stompanato’yu öldürmesinden esinlendiği söylenen (yazar bunu sürekli ret etse de) romanın yazarı Robbins popüler eserleri ile tanınan bir edebiyatçı ve onun eserinden Hollywood’un yaptığı bu uyarlama romanda da var olmayan derinliğe ulaşamayan, bir parça yorgun görünen bir film. Susan Hayward ve Bette Davis gibi iki yıldız oyuncuya görünüşte görkemli bir performans alanı vaat eden ama aslında yeterince güçlü olmayan senaryosunun zarar verdiği film yine de -ve özellikle- bu iki oyuncusunun hatırına ilgi gösterilebilecek, Jack Jones’un seslendirdiği ve Oscar’a aday gösterilen şarkısı ile de tanınan ve 1960’ların esintisi ile nostalji duygusu yaratan bir çalışma.

Sözlerini Sammy Cahn’ın yazdığı Jimmy Van Heusen şarkısı “Where Love Has Gone” aşkın gittiği bir yerden söz eder: Parıltılı bir dünyadır bu yer ve sönmüş tüm hayaller ve arzular tekrar can bulur orada. Harold Robbins’in romanı da aşkları yitip gitmiş bir çiftin hikâyesini bir cinayet anından yola çıkarak geriye dönüşle anlatan ve bu aşkın doğuşu, bitişi ve tekrar canlanma umudunu sergileyen bir çalışma. İkinci Dünya Savaşı’nın madalyalı kahramanlarından biri olan bir mimar (Mike Connors) ile her şeyi kontrol altında tutmaya çalışan güçlü ve zengin annesi (Bette Davis) ile yaşayan bir heykeltraşın (Susan Hayward) ilişkisi filmin temel konusu; cinayet ve arkasındaki sır ise filme bir merak ve trajedi katma işlevi görüyor. Seksin -görsel değil, sözel olarak- dönemin Hollywood hikâyelerine göre oldukça fazla bir yer tuttuğu ve eylemin failinin de erkek değil, kadın olduğu film bu farklılığını yeterince güçlü bir biçimde işleyemiyor ve bu trajedi duygusundan yola çıkarak içeriğine göre hayli iddialı bir büyüklüğün peşine düşüyor.

15 yaşındaki bir karakteri 20 yaşında bir oyuncuya (Joey Heatherton) oynatarak kendi gerilim duygusunun gerçekçiliğine zarar veren film günümüzü anlatan ilk bölümden sonra geçmişe gidiyor ve çiftimizin tanışmasından boşanma aşamasına ve sonunda da cinayete kadar giden günleri atlattıktan sonra tekrar günümüze geliyor. “Başarıya milyonlar veririm, başarısızlığa beş kuruş vermem” diyen güçlü annenin tüm yaşananların -sonucun böyle olmasını arzu etmese de- sorumlusu olduğu hikâye bir psikolojik boyut da içeriyor ama Robbins’in popüler yaklaşımını aynen taşıyan film bu boyutun tam bir sinema karşılığını üretemiyor. Güçlü bir karakter ve onun altında ezilme, özgürlük, sevgi ihtiyacı, arayışlar vb. temalar çoğunlukla diyalogların arasında kayboluyor. Oysa Hayward ve Davis gibi iki güçlü yıldızı var filmin ve daha güçlü diyaloglarla ve hikâye ile görkemli bir trajedi (veya melodram) çıkabilirmiş ortaya. “Balayı nedir ki, iki insanın iki hafta boyunca birbirlerine asla hakkını veremeyecekleri yalanlar söylemelerinden başka?” veya “Sen alkolü nasıl kullandıysan ben de seksi öyle kullandım” gibi diyaloglara daha fazla ihtiyaç duyan film oyuncularına yeterli oyun alanı sağlayayamıyor sonuç olarak. Yine de Davis ve Hayward birer yıldız olmalarının nedenlerini ortaya koymayı ve filme çekicilik katmayı başarıyorlar. Ermeni asıllı olan ve sinemada çoğunlukla yardımcı rollerle yetinmek durumunda kalan, asıl ününü Mannix adlı televizyon dizisine adını veren dedektif karakteri ile yakalayan Mike Connors ise sağlam bir oyunculuk sunuyor ve yıldızların karşısında ezilmiyor kesinlikle. Genç kızı canlandıran Joey Heatherton ise -biraz da senaryonun kurbanı olarak- canlandırdığı karakter kadar zayıf bir performans sunuyor bize.

Sahip olmaya çalıştığı büyük trajedi havası dikkate alınmadan ve olduğu hâlinin tadı çıkarılarak seyredilmesi gereken bir film bu. Ancak bu şekilde davranılırsa, filmin derin bir şekilde ele almadığı ve almaya da pek gerek duymuş görünmediği boyutlarının farkına varılabilir ve sonuçta bir Hollywood ürünü olmasının doğal sonucu olarak sahip olduğu belli bir zanaatkâr kalitesinin keyfine varılabilir. Evet, ucuz ve sık sık da yapay bir görünümü var filmin ama Davis ve Hayward’ın -senaryoya fazla gelen- yıldız havaları, çocuklarını güçleri ile ezen ebeveynlerin onların karakter gelişimine ket vurduklarını hatırlatan trajik unsurları ve -Edward Dmytryk kendisini tamamen geri plana çekip mizanseni otomatiğe bağlamış görünse de- hikâyeye uygun sinema dili ile belli bir çekiciliği de var açıkçası.

(“Kaybolan Aşk”)

(Visited 170 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir