Züğürt Ağa – Nesli Çölgeçen (1985)

“Senin insanlığın güzeldir, belki de o yüzden ağalığı beceremiysen”

Üç yıldır süren kuraklık nedeni ile parasız kalan ve köyünü satarak İstanbul’a göç eden bir ağanın şehir hayatına uyum sağlama çabasının hikâyesi.

Senaryosunu Yavuz Turgul’un yazdığı, yönetmenliğini Nesli Çölgeçen’in yaptığı bir Türkiye yapımı. İstanbul’da “Amansız Yol” (Ömer Kavur) ve “Adı Vasfiye” (Atıf Yılmaz) ile birlikte Ulusal Yarışma’da birinciliği paylaşan; Antalya’da senaryo, yardımcı kadın oyuncu ve müzik ödüllerini kazanan film sinemamızın 1980’lerdeki en popüler örneklerinin başında gelen bir çalışma. Sadece seyirciden değil, eleştirmenlerden de beğeni alan yapıt Yeşilçam’ın düzeyli komedi örneklerinden biri ve mizahını kaba güldürülerimizdeki küfürlü ifadelerden değil; feodalitenin kaçınılmaz çöküşünü hak ettiği bir şekilde ele alan hikâyesi, doğru ve güçlü saptamaları, başta ağa rolündeki Şener Şen olmak üzere oyuncu kadrosunun başarısı ve hâlâ hatırlanan ilginç karakterlerinden alan bir çalışma. 12 Eylül darbesinden sonra yolunu bulmaya çalışan Türkiye sinemasında güldürü türüne gözlemlere dayalı eleştirileri çekici biçimde yerleştirilebilen film süratle değişen bir ülkeyi klişelere yaslanmadan anlatabilmesi ile de önem taşıyor.

Önce senaryoları, sonra da kendi senaryolarından çektiği filmlerle Yavuz Turgul 1970’lerin ikinci yarısından itibaren sinemamızın en önemli isimlerinden biri oldu ve her sinemacının yakalamayı hedeflediği, hem seyirciden hem eleştirmenlerden olumlu not alma başarısına da hemen her zaman ulaştı. Komedi türü açısından bakıldığında ise, sanatçının özellikle senaryo alanındaki üretimi, 1970’lerde Arzu Film ekolüne önemli bir katkı sağladığı gibi, sonradan bu ekolü daha da güncelleştiren örnekleri yaratmasını sağladı sinemamızın. Turgul’un bir sonraki sinema senaryosundan, bu kez kendisinin yönettiği, “Muhsin Bey” (1987) filminde de göreceğimiz gibi bir “Güneydoğu’dan İstanbul’a göç” hikâyesi anlatıyor “Züğürt Ağa” bize ve Nesli Çölgeçen 1983’te, eksikliklerine rağmen kesinlikle ilginç olan “Kardeşim Benim” ile başladığı yönetmenlik kariyerinin bu ikinci örneğinde bu öyküyü doğru bir sinema dili ile taşıyor beyazperdeye.

Bir şölen hazırlığının görüntüleri ile açılıyor film; yemekli ve davul zurnalı bu şölenin gerekçesi köyün güreş meraklısı ağasının bir pehlivanla yapacağı karşılaşmadır ve mücadeleden elbette ağa galip çıkacaktır! Köylüler, ağa oynanan oyunun farkında olmasa da, bu kazananı belli güreşi büyük bir heyecanla beklemektedirler her zaman; çünkü galip olmanın keyfi ile ağa onları ziyafet sofrasında ağırlayacaktır. Bu açılış sahnesi bize hem ağa hem köylüler hakkında iyi bir fikir veriyor; Yeşilçam’ın zalim ve kötü ağa klişesini bolca kullanan örneklerinde gördüklerimizden farklı biri Şener Şen’in ağa karakteri. Sonuçta halkı ve emeğini toprak mülkiyeti üzerinden sömüren bir düzen olan feodalitenin temsilcisidir ağa ama bugün hâlâ izleri süren bu sistemin onca zaman ayakta kalabilmesi ağanın “koruyuculuğu” ile de ilişkili olsa gerek. Bunu İtalya’da mafyanın yüzlerce yıla dayanan varlığı ya da uyuşturucu kartellerinin Güney Amerika’daki güçleri üzerinden de doğrulamak mümkün; âdil bir devletin ve düzenin olmadığı bir ortamda kitlelerin kendilerini “koruyan ve -bir ölçüde de- besleyen” güçlerin yanında durmaları ve onların egemenliğine sığınmaları toplumsal açıdan anlaşılabilir görünüyor. Turgul’un senaryosu, bir parça eleştiriyi de gerektiren bir şekilde, bu kuruma oklarını yöneltmekten çok, ağayı bir insan olarak ele alıyor ve onu gerek ailesi gerekse köylülerle olan ilişkileri üzerinden iyi ve kötü yönleri ile hepimiz gibi gösteriyor.

Benzersiz ağa karakterinin yanında; yaşlı anne ve babası, eşi, kâhya, köylüler, ve ailesi ile birlikte iş bulmak için köye gelen Kekeç Salman karakterlerini de akıllıca kullanıyor film ve her birine hak ettikleri zamanı vererek onları da komedisinin ve meselesinin parçası yapıyor. Ağa dışındaki tüm bu karakterlerden özellikle ikisi bugün hâlâ çok iyi hatırlanıyor ve Yeşilçam meraklılarının da ilgisini çekmeye devam ediyor. Bahri Selin’in canlandırdığı ve ağanın babası olan Abdo Ağa artık iyice yaşlanmıştır ama yaşı ile birlikte kadın düşkünlüğü de artmıştır. Onun unutulmaz kulak hareketinin eşlik ettiği “Karı istirem” sözü Yeşilçam’ın klasikleri arasına giren bir replik oldu; film onun sağladığı çekiciliği bolca kullanırken Abdo Ağa’yı öykünün önemli gelişmelerinden birinin yaratıcısı yaparak, sadece karakterin yarattığı komedinin çekiciliğine sığınmıyor doğru bir şekilde. Erdal Özyağcılar’ın canlandırdığı Kekeç Salman karakteri ise, özellikle şehirdeki gelişmelerin daha da iyi gösterdiği gibi, 12 Eylül’den sonra Özal yönetimin ülkenin üzerine boca ettiği “köşeyi dönme” anlayışının tipik bir örneği oluyor ve toplumsal bozulmanın sembollerinden biri olarak kullanılıyor film tarafından. Köylüleri de Yeşilçam geleneğinden uzaklaşarak değerlendiriyor senaryo; ağaya muhtaçlar ve bir hak arayışında değiller ama baştaki güreş “tiyatro”sunun gösterdiği gibi hayatta kalabilmek için gerekli kurnazlıklara da başvurmaktan geri durmuyorlar. Bu iki karaktere şıhı da (Celal Yassıtaş) eklemek gerek. Köylülerin yağmur duası için yardım istediği bu üçkağıtçı ve sinsi adam, filmin köylülerin maruz kaldığı manevî sömürünün ve sahip olduğu boş inançların eleştirisini yapmasına zemin hazırlıyor.

Sahip olduğu dört köyden üçünü daha önce satmış olan, kuraklığın belini büktüğü (yağmur duası sahnesindeki bulut efektinin hayli eğreti göründüğünü söylemek gerek) ve aldığı borçları da geri ödeyemez durumda olan ağanın politik bağlantıları da doğru bir gözlemin sonucu. Bugün biçim değiştirerek, kendilerini aşiretler üzerinden sürdüren toplu oy kullanma ve oyunu para ve çıkar karşılığı satma düzeninin komedi kalıpları içindeki eleştirisini de sunuyor bize film. Şıh ile ağanın farklı partilerin tarafında durması ve seçimin sonucu, filmin bugün hâlâ anılan ve espri malzemesi olan repliklerini de duyma şansı veriyor bize: “Lan gavatlar, bir oyu ikiniz verdiyse, benim oyum nereye gitti?” ve “Dünya tapuları çoktan paylaşıldı ağam, bize yer kalmadı” vs. Siyasetin içinde olma nedeninin hemen herkes için rant elde etmek olduğunu gösteriyor film bugüne de uyacak bir şekilde.

“Herkesin kandi bacağından asıldığı İstanbul”da geçen ikinci yarısı hikâyenin zaman zaman biraz sarkıyor ama yine de ve özellikle Şener Şen’in ve bir parça da, eşini oynayan Füsun Demirel sayesinde seyircinin ilgisini hemen hep canlı tutuyor. İstanbul’da tutunma mücadelesi “ağalığın köyde kaldığını”kanıtlarken, filmin bu mücadeleyi izlediğimiz ikinci yarısında hem mizahın dozu artıyor hem de ilk yarıda ilk işaretleri verilen romantizm ve aşkın geliştiğini görüyoruz. Ağa ve kâhyanın (Can Kolukısa) farklı iş maceraları (bakkallık, aseyyar satıcılık, balonculuk vs.) bir parça tekrara düşüyor bu bölümlerde ama işte o çok bilinen ve sevilen “domates, domates” bölümü gibi anlar bu tekrarların rahatsız edici olmasını önlüyor. Romantizm bölümü ise sıkıntılı açıkçası; çünkü Salman’ın kız kardeşi Kiraz’ın (oyunculuk kariyeri 1984-85 arasındaki 6 film ile sınırlı kalan Nilgün Nazlı canlandırıyor bu karakteri) kesinlikle çaresizliğin sonucu olması gereken kararının süratle aşka bağlanması hem inandırıcı değil, hem de Yeşilçam’ın erkek egemen anlayışının izlerini taşıyor aradaki yaş farkının hiç mesele edilmemesinin gösterdiği gibi.

Popüler müzik bestecilerimizin sinema filmleri için yaptığı çalışmalar genellikle bu sanatın gerektirdiği biçim ve ruha sahip olamadılar ama Attila Özdemiroğlu istisnalardan biri oldu bu konuda Antalya’da aldığı ödüllerin gösterdiği gibi. “Züğürt Ağa” için hazırladığı müzikler de ödüllü çalışmalarından biri ve hikâyenin doğru yerlerinde kullanılan ve bir leitmotif işlevi gören melodileri hem filme yakışmaları hem de kendi başlarına da çekici olmaları sayesinde yapıtın önemli kozlarından biri oldu. Buna elbette oyuncuların başarısını da eklemek gerek. Şener Şen ağa rolünün içini öylesine doldurmuş ki karakteri kendisi kıldığı gibi, bir başkasını bu rolde hayal etmeyi imkânsız hâle getirmiş. İlginç bir şekilde, Şener Şen olduğunun hep farkında oluyorsunuz seyrettiğiniz oyuncunun ama öte yandan Şen, her zaman da o ağaymış gibi düşünmenizi sağlıyor performansı ile. Onun başarısına Füsun Demirel (yardımcı oyuncu olarak Altın Portakal kazandı bu film ile), Erdal Özyağcılar, Can Kolukısa ve Bahri Selin’in parlak performanslarını ve kadronun geri kalanının aksamayan çalışmalarını ve amatör oyuncuların ufak aksamalar dışında rahatsız etmeden işlerini yapmalarını ekleyince, filmin bu alanda oldukça üst bir düzeye ulaştığını çekinmeden söyleyebiliriz.

Nesli Çölgeçen’in senaryonun dinamizmine, mizahına ve meselelerine uygun bir sinema dili üretebilmesi ile de dikkat çeken yapıt, süratle şehirleş(tiril)en bir toplumda yok olan feodal sınıfın geleceğini ve kendine yeni bir kimlik edinme çabasını her şeyi ile bizden ve bu nedenle sıcaklığı daha da artan ama evrensel de olabilen bir öykü ile anlatıyor. Egemen güçlerin ve iktidar sahiplerinin ancak yönetilenlerin varlığı ile kendi varlıklarını hissedebilecekleri ve sürdürebileceklerini (“Beni ortada bıraktınız Allahsızlar, ulan marabasız ağa olur mu!”) anlatan film, eleştiriye yeterince yaklaşmamayı seçmesi ve bir parça fazla iyimser olmak gibi kusurları olsa da, kesinlikle sinemamızın en parlak örneklerinden biri.

(Visited 9 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir