From Here to Eternity – Fred Zinnemann (1953)

“Hiç kimse yalnızım derken yalan söylemez”

Pearl Harbur baskınından hemen önce Hawaii’deki bir Amerikan üssünde yaşananların hikâyesi.

Sinemanın klasikleri sayılırken ilk akla gelenlerden (veya gelmesi gerekenlerden) biri. Yapım tarihinin üzerinden bugün elli sekiz yıl geçmiş olmasına rağmen çekiciliğini ve gücünü hâlâ korumayı başaran ender filmlerden biri ve has bir sinema keyfi yaşamak için birebir. Bittiğinde (ve bittiği için) hafif bir hüzün duygusu yaşatan ama sonuçta hissetmenizi sağladıkları için minnettar olmanızı sağlayan filmlerden.

Bir filmi klasik yapan nedir? Bazı filmler neden seyirci karşısına ilk kez çıkmalarının üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen bir şekilde etkileyiciliğini korumayı başarır? Hayatının farklı dönemlerinde birkaç kez seyrettiği bir filmden her zaman (ve çoğunlukla yenileri eklenmiş) özel duygularla ayrılmasına neden olan nedir bir insanın? Belki sorulması veya analiz edilmesi çok da gerekli olmayan ve gereksiz bir analitik bakışın filmin tadını kaçıracağı konular bunlar ama “From Here to Eternity” gibi bir filmi tekrar seyredince sormaktan kaçınamadığım sorular bunlar.

Bir filmin zamanın yok eden gücüne dayanabilmesi için öncelikle bir hikâyesi ama sağlam bir hikâyesi olması gerekiyor ve elbette bu hikâyenin de sağlam bir sinema dili ile anlatılıyor olması. “The Thin Red Line” ve “Some Came Running” gibi başarılı başka filmlere de romanları ile kaynaklık etmiş olan James Jones’un aynı adlı romanından uyarlanan senaryo karakterleri, olay örgüsü ve yönetmeninin klasik sinema dilini başarılı kullanımının desteği ile tüm bu öğelere fazlası ile sahip. Sansür ve otosansürün etkisi ile romanın kimi unsurları dışarıda bırakılmış veya hafifletilmiş olsa da hikâye çok güçlü ve, iyi çizilmiş ve iyi oynanmış karakterleri sizi çekim alanlarına almayı başarıyorlar. Hikâyenin bir yandan da farklı bakışlar ile seyredilebilmeye açık olan bir yapısının olması gerekiyor ve bu film de her biri kendi özgün hikâyelerine sahip karakterleri ile her seyredişte farklı konsantrasyon noktaları bulmaya imkân veriyor ve her defasında filmi farklı duygularla seyretmenizi mümkün kılan bir senaryoya sahip.

Klasik olabilmenin bir diğer koşulu da filmi oluşturan hikâye dışındaki diğer tüm temel unsurlarda da sağlanması gereken bir asgari başarı seviyesi; oyunculuklar, müzik, görüntüler, yönetmenin dili vb. unsurların her birinin temel bir problem içermeden kendi alanlarında filmi farklı kılacak özelliklere sahip olması gerekiyor. Burt Lancaster, Deborah Kerr, Montgomery Clift, Donna Reed, Frank Sinatra gibi baş oyuncular ve onların yanında aralarında Ernest Borgnine ve Jack Warden gibi başarılı yan rol sahiplerinin de olduğu kadro üstlerine düşeni fazlası ile yerine getiriyorlar ve filmin “sağlamlığına” katkıda bulunuyorlar. Clift’in sert sahnelerde değil ama özellikle karakterinin kırılganlığını yansıttığı sahnelerdeki başarısını ve ters yönde de Sinatra’nın filme bence gereksiz yumuşama getiren sahnelerdeki oyunculuklarını sırası ile iyi ve kötü anmak gerekiyor. Müzik tam bir klasik; hem filme destek olma özelliğini koruyor hem de kendi başına bir kalitesi var. Kısacası ne çok öne çıkıyor ne de sessiz kalıyor. Yönetmenlik ise tam da Zinnemann’dan beklenecek bir tarza sahip; hikâyeyi doğal akışına bırakan, kendini çok öne çıkarmayan ama her bir karesini nasıl olması gerekiyor ise öyle görselleştirmiş gibi görünen bir mizansen anlayışı ve arada kültleşmiş sahneler ki bu son kavram –kült sahneler- bir klasiğin bir başka olmazsa olmazına götürüyor bizi. Bir klasik üzerinde defalarca konuşulabilecek, seyircisinin üzerinde iz bırakacak ve o ana özgü kişisel hatıralara seyredeni bağlayacak kült sahnelere sahip olmalı. Bu açıdan filmimizde öne çıkan sahne ise elbette kumsal, dalgalar ve yere uzanmış öpüşen Lancaster-Kerr ikilisinin yer aldığı kareler. Sinema tarihinin unutulmazlarından biri oldu bu sahne şüphesiz. İkilinin denizden koşarak çıkmaları ve kıyıya vuran dalgaların içinde öpüşmeleri tüm doğallığı, samimiyeti ve bir klasiğin bir diğer olmazsa olmazı olan “seyirciye kendi hayal gücü için yer bırakan” dozunda bırakılmışlığı ile muhteşem bir sahne. Sonlardaki Pearl Harbor baskını ve elbette Clift’in ölen arkadaşının arkasından borazan çalması sahnelerini de atlamamak gerek ama benim için filmin her zaman en az kumsal sahnesi kadar çarpıcı iki ayrı sahnesi daha var: Lancaster ve Clift’in yolun ortasına oturarak yaptığı sarhoş sohbeti ve Lancaster-Kerr ikilisinin yasak aşklarının tedirginliği ile oturup geleceklerini konuştuklarını gece kulübü sahnesi. İlki ordunun disiplin ve ciddiyetinden uzakta iki askerin samimi bir paylaşmını göstermesi ve (gerçekten de sarhoş olduğu söylenen) Clift’in oyunculuğu ile diğeri ise mutluluğun önündeki engellerin bazen nasıl da aşılmaz olduğunu ve isanların bazen en saf duygularını bile gizlemek zorunda kaldıklarını gösteren tedirgin oyunculukları ile eşi benzeri olmayan sinemasal anlara kaynaklık ediyorlar.

Evet, bir klasik. Kelimenin her anlamı ile. Denize atılan çelenklerin (“lei”) açıklara sürüklenip kalıcı bir kayıbı mı işaret edeceği yoksa sahile sürüklenip bir geri dönüş umudunu mu yaşatacağının tedirginliği içinde yaşanan hayatların hüznü ve aşk, dostluk, onur ve mutluluğun kırılganlığı üzerine.

(“İnsanlar Yaşadıkça”)

(Visited 307 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir