10 Rillington Place – Richard Fleischer (1971)

“Polis kime inanır; sana mı yoksa on yıl özel polislik yapan bana mı?”

İngiliz seri katil John Christie ve onun olduğu binaya eşi ve çocuğu ile birlikte kiracı olarak taşınan saf Timothy Evans’ın hikâyesi.

Filmde danışman olarak da görev yapan Ludovic Kennedy’nin 1961 tarihli “Ten Rillington Place” adlı kitabından uyarlanan senaryosunu Clive Exton’un yazdığı ve Richard Fleischer’ın yönettiği bir Birleşik Krallık yapımı. Gerçek bir olayı anlatan yapıt; Richard Attenborough ve John Hurt’ün güçlü oyunları ile karakterlerine çarpıcı bir güç getirdikleri, sinemanın farklı türlerinin tümünde başarılı eserlere imza atmış yönetmenin klasik sinemanın özlediğimiz tadını hatırlatan yalın ve çekici sinema diline sahip ve öyküsünün idam cezasının neden bir insanlık suçu olduğunu tartışılmaz bir şekilde kanıtlayan gerçekliği ile başarılı bir çalışma. Zaman zaman bir parça “düz” görünmesinin, hikâyenin iki baş karakterinin eylemlerinin gerçekteki doğaları ile örtüştüğünün unutulmaması gereken yapıt, ilginç bir film olarak, izlenmeyi hak ediyor.

“Bu gerçek bir hikâyedir. Mümkün olan tüm sahnelerde resmî belgelerdeki ifadeler kullanılmıştır” yazısını görüyoruz açılışta. Jenerik yazılarına bir duvardaki “Rillington Place” tabelasının yer aldığı bir sabit görüntü üzerinde duyulan bir siren sesi eşlik ediyor. Bu ses John Dankworth’un imzasını taşıyan gerilimli ve arada bir korku atmosferine de bürünen başarılı müziğe dönüşürken, kamera aşağıya kayıyor ve gece vakti ıssız sokakta el feneri ile yürüyen bir kadını getiriyor karşımıza. Kapısında 10 numarasını gördüğümüz evin ziline basıyor kadın ve giriş kattaki dairesinde gelene gizlice bakan ve tekinsiz bir görünümü olan bir adam (Richard Attenborough) açıyor kapıyı kadına. 1944’te Londra’dayız ve adamın adı John Christie’dir. Kadın bir türlü iyileşmeyen bronşitinin tedavisi için gelmiştir buraya ama sonu; onu önce havagazı ile kendinden geçirip, ardından bir iple boğarak öldüren ve ardından da bedenine cinsel saldırıda bulunan Christie’nin kurbanı olmak olacaktır, kendinden önceki ve sonraki başkaları gibi. Beş yıl ileriye geçiyoruz; 1949’da aynı kapıyı bu kez, bir bebekleri olan genç bir çift çalıyor: Tim (John Hurt) ve karısı Beryl (Jusy Geeson). Maddi olanakları kısıtlı olan çift, küçük daireyi pek istemeseler de tutmak zorunda kalacaklar ve sonrasında her ikisinin de kurban olacağı bir öykü başlayacaktır.

Amerikalı yönetmen Richard Fleischer 1959’da “Compulsion” ve 1968’de “The Boston Strangler” (Boston Canavarı) filmleri ile gerçek katilleri konu alan iki öykü daha anlatmıştı bizlere. İlki Cannes’da Altın Palmiye için yarışan bu filmlerde, sinemanın hemen her türünde olduğu gibi suç filmlerinde de becerisini ortaya koyan Fleischer 1971’de seyircinin karşısına bu ikisinden geri kalmayan bir başarılı örnek daha çıkardı. Filmin hem zamanında hem günümüzde hatırlanmasına ve bilinmesine neden olan unsurlardan biri idam cezasının, diğer pek çok nedenin yanında, geri döndürülmesi mümkün olmayan korkunç bir hataya açık olması nedeni ile de çağ dışı bir cezalandırma yöntemi olduğunu gerçek bir öykü üzerinden anlatması. Adalet mekanizmasının hatalara açıklığı ile (film kısıtlı süresi içinde bu mekanizmanın problemlerini yeterince öne çıkaramıyor ve soruşturma / yargılama sürecindeki eksiklikler yeterince işlenmiyor) bir insanın hayatını nasıl yanlış bir şekilde yok edebildiğinin bu gerçek örneği, hiçbir anında idam cezasının yanlışlığını tartışma konusu yapmasa ve hatta bunu ima bile etmese de ve belki tam da bu nedenle, bu konuda yazılacak bir manifestoya sağlam bir delil sağlayabilecek bir güç ve önem taşıyor.

Hikâyenin gerçekliğini, sadece resmî belgelerdeki ifadelere mümkün olduğunca sadık kalarak getirmemiş karşımıza film; kullanılan mekânlar da öykünün gerçekçiliğine katkı sağlıyor. İç sahnelerin hemen tamamı stüdyoda çekilmiş ama olayın yaşandığı evin dışardan çekilen görüntülerinde 10 numaralı evin kendisi ya da bire bir aynısı olan 7 numaralı ev kullanılmış. Çekimlerden kısa bir süre sonra sokak üzerindeki evlerin önemli bir kısmı dönüşüm kapsamında yıkılmış ve yenileri inşa edilmiş. 10 numaralı evin yerine inşa edilen evde oturanların zaman zaman “elektriğin izah edilemeyen bi şekilde kesilmesi” gibi “tuhaf” olaylar yaşadıklarını söylemesi ise popüler kültür etkisinin neticesi olsa gerek. Timothy’nin bir süreliğine gitmek zorunda kaldığı memleketinde geçen sahneler de, Galler’de Merthyr Vale adlı kasabada çekilmiş gerçek mekânları kullanma titizliğinin bir örneği olarak. Bu gerçekçiliğin iki diğer kaynağı ise başta Richard Attenborough ve John Hurt olmak üzere oyuncuların doğal performansları ve yönetmenin klasik sadeliğini hep özenle koruyan sinema dili olmuş. Attenborough’un neredeyse aldığı her nefesi de hissetmemizi sağlayan konuşma biçiminin etkileyiciliğini artırdığı oyunculuğu ve Hurt’ün karakterinin doğasını ham bir sertlikle çizen performansı filmin en önemli kozlarından biri bu bağlamda.

Öykünün, gerilimini “kim yaptı”dan değil, “nasıl yaptı” ve “gerçek ortaya çıkacak mı” sorularından almasına rağmen seyircinin ilgisini hep diri tuması filmin başarılarından biri. “Karbon monoksit ve CO2 çelişkisi” gibi ipuçları; John Christie’nin Tim’i, saflığından da yararlanarak sürekli manipüle etmesi (“Asılmak mı istiyorsun, istediğin bu mu?”); John Hurt’ün usta oyunculuğunun Tim karakterine sağladığı etkileyicilik; görüntü ile sesin uyumunun örneği küçük oyunlar (bir kravata uzanan el ve başlayan bir bebek ağlaması) ve John’un yalandaki ustalığı ile Tim’in bu konudaki beceriksizliğinin güçlendirdiği çelişkiler gibi farklı unsurlar bu gerilimi üretirken, kapanıştaki bilgilendirme yazılarına eşlik den nefes sesi bu duyguyu son kareye kadar taşıyor. Fleischer, sadelik tercihi ile, çok fazla kamera oyunlarına başvurmuyor ve bu sayede, başvurduğunda da hedeflediği gücü yakalıyor. Örneğin katilin “operasyon” sahnelerinden birinde kamera yukarıdan çekim yapıyor bir süre ve daha sonra, film boyunca görmediğimiz bir şekilde elde taşınan kameranın sağladığı hareketlilik ve eğik açı ile çekici bir teknik oyun oynuyor.

Filmin idam cezasına eleştiri içeren hikâyesinin bir boyutu daha var anılması gereken; 1967’de liberal bir bakışla belirlenen kurallarla serbest bırakılana kadar mevcut olan kürtaj yasağının kadınların hayatlarını nasıl kararttığının da farklı örneklerini görüyoruz filmde ve tıpkı idam cezasında olduğu gibi, bu konuda da, olanları hikâyesinin doğal bir parçası yaparak eleştirisini, özellikle altını çizmemesine rağmen sert bir şekilde dile getiriyor film. 1970’lerde yönetmenlerin bolca başvurduğu zum kullanımının da örneklerini gördüğümüz filmin bu “vurgulamadan anlatma” tercihinin çarpıcı bir örneği olan infaz sahnesi de hayli önemli. Süslemeden, uzatmadan ve gerçeğe sadık kalarak çekilen bu çok kısa sahne, bir insanı devletin öldürmesi demek olan idamın soğuk gerçeğini yalın bir sertlikle çarpıyor yüzümüze. Politik şarkıları ile bilinen, komünist İngiliz besteci ve şarkıcı Ewan MacColl’un hakkında “The Ballad of Tim Evans” adlı şarkıyı yazdığı olayı anlatan filmin çekildiği tarihte ülkede idam cezasının tekrar yasal olmasının tartışılıyor olmasının Richard Attenborough’un rolü kabul etmesinin ana nedeni olduğunu da belirtelim yeri gelmişken.

Timothy Evans’ın zihinsel sıkıntılarını “saf”lıkla değiştirme tercihinin bu karakterin bazı eylemlerini (ya da eylemsizliğini) anlamlandırmada sıkıntı yarattığı filmin iç mekânların ruh daraltan karanlığını ve sıkışıklığını iyi yansıtan görüntüleri de dikkat çekiyor. Aralarında John Schlesinger’ın “A Kind of Loving”, Lindsay Anderson’ın “This Sporting Life” ve Joseph Losey’in “King and Country” filmlerinin de olduğu pek çok başarılı yapıtta imzası olan İngiliz Denys Coop’un kamera çalışması özel bir takdiri hak ediyor başarısı ile. Günümüz sinemasının gerçek olayları bile süsleyerek abartmaya özen gösteren örneklerine alışkın bir seyirci için bir parça düz ve kuru görünebilir filmin dili ama bu hikâye için en doğru olanı yapıyor Fleischer ve öldürme eyleminin ham sertliğini olduğu gibi yansıtıyor; bu sayede, her zaman sorunlu olan adalet mekanizmasının nasıl da sıradan insanlar aleyhine işlediğini hatırlamamızı sağlıyor.

(“Londra Canavarı”)

(Visited 134 times, 33 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir