“Sen televizyon seyretmiyor olabilirsin ama tüm dünya seyrediyor”
İşledikleri cinayetleri kayıt altına alarak ünlü olmayı planlayan iki suçlunun peşine düşen bir dedektif ve bir “itfaiye polisi”nin (fire marshall) hikâyesi.
John Herzfeld’in yazıp yönettiği bir ABD – Almanya ortak yapımı. Adını Andy Warhol’un “Herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacak” sözünden alan film işte bu ünün peşine düşen iki suçluyu ve peşine düşenleri anlatıyor bize. Hikâyedeki suçlulardan biri elinden düşürmediği amatör kamerası ile üne giden yollarının “belgesel”ini çeken bir sinema düşkünü, diğeri ise kazanacağını düşündüğü ünü paraya çevirmeyi planlayan bir sadist. Herzfeld 15 dakikalık ünü bize 120 dakika içinde anlatıyor ama ortaya çıkan sonuç teknik alanda aksamayan, ne var ki hikâye olarak hayli problemleri olan bir çalışma oluyor. Eleştirdiğinden kendisini muaf tut(a)mayan bir içeriği olan senaryo hem senaryo tekniği açısından başarısız hem de içerik olarak çok sorunlu. Robert De Niro ve Edward Burns’ün başrollerdeki performansları idare eder bir havadan öteye geçemezken, yine de varlıkları ile ana çekicilik kaynağı olmaları filmin zayıflığını ortaya koyan iyi bir gösterge olsa gerek.
Geçirdikleri birkaç günden sonra ABD’yi “Burayı seviyorum. Hiç kimse yaptığından sorumlu değil” ifadesi ile tanımlayan iki suçludan biri Çek, diğeri Rus. Karel Roden ve Oleg Taktarov’un canlandırdığı (ve açıkçası Herzfeld’in filmine verdiği abartılı –ve yanlış- havaya uygun performansları ile De Niro ve Burns’ü gölgde bıraktıkları) karakterlerin zalimliği ve planları o kadar ileri bir noktaya gidiyor ve uyguladıkları şiddeti film o denli açık bir biçimde gösteriyor ki hikâyenin iyi niyetinden kuşkuya kapılıyor insan. Hani nerede ise karakterlerinin peşinde olduğu ünün kendisi de peşine düşmüş görünüyor Herzfeld bu tercihi ile. Amerikan medyasını (özellikle de televizyon kanallarını) -haklı olarak- çok sert bir biçimde eleştiriyor hikâye ama bu eleştirisini (ve aslında genel olarak hikâyesini) zaman zaman o derece gereksiz bir mizah ve abartıya başvurarak yapıyor ki ciddiyetini de yitiriyor; bu da kendinizi şunu düşünürken bulmanıza neden oluyor: Acaba gerçekten de derdi eleştirmek mi filmin? Tüm o şiddet görüntüleri ve bu sahnelerin sorumlusu olan “iki manyak” bir noktadan sonra hem rahatsız etmeye başlıyor hem de filmin aslında sanki bunlar üzerinden ilgi çekmeye çalıştığını düşünmenize neden oluyor. Böyle olunca da hem eleştirinin ciddiyetini sorguluyor hem de hikâyeden uzaklaşıyorsunuz.
Anthony Marinelli ve J. Peter Robinson imzalı müziklerin “başarı”sı da yukarıda bahsedilen problemlerin bir başka göstergesi. Müzik, hikâyenin gerilim, şiddet, heyecan, mizah anlarına uygun olarak sürekli biçim değiştirirken bir yandan da yoruyor aslında ama filme uygun bir çalışma kesinlikle. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, hikâyenin sorunlarını aynen yansıtıyor ikilinin müzik çalışması. Peki, yukarıdakiler dışında başka ne sorunları var filmin? İki suçlunun (ve escort servisi işleten kadının) altı sürekli olarak çizilen bir şekilde Doğu Avrupalı olarak seçilmesinden mizahın kara mizah türünden olmaması ve bu nedenle hikâyenin sertliği ile örtüşmemesine, De Niro’nun karakterinin romantik hikâyesinin filmde sırıtmasından Burns’ün karakterinin bir kaçak göçmenle hemen oluşuveren yakınlaşmasına pek çok sorunu var senaryonun. “Mesaj” ile aksiyonu öne çıkaran mizansenin uyuşmamasını, hatta çelişmesini de eklemek gerekiyor bu sorunların arasına. Eleştirdiği hatta yerden yere vurduğu medyanın bu halinin nedenleri üzerinde de hiç durmuyor elbette hikâye ve tipik bir ABD filmi olarak sistemin doğasına dokunmadan yapıyor eleştirisini; böyle olunca bir çıkış noktası da göster(e)miyor, hatta kimi diyalogları ile bir çıkış noktası olmadığını da ima ediyor. Finale doğru hikâyenin iyice yoldan çıkıp, sürekli olarak bir abartıdan diğerine geçmesini de atlamayalım.
Şiddeti göstermekten hiç sakınmaması, tıpkı iki suçlu karakteri gibi filmin kendisinin de ilgi/ün manyağı olduğunu düşündürtmüyor değil açıkçası. Tüm bu problemlerin yanında filmin temposunun yerinde olduğunu ve mesajı bir kenara bırakılıp bir suç hikâyesi olarak ele alındığında işini fena yapmadığını söylemek mümkün. Bir yangından kurtulmaya çalışan iki karakterin çabalarına tanık olduğumuz sahne örneğin, sıkı bir aksiyon filminde göreceğimiz türden bir başarıyı getiriyor karşımıza. De Niro’nun karizması, Burns’ün de yakışıklılığı ile en büyük katkılarını sağlamış göründüğü filmde De Niro’nun ayna karşısında bir prova sahnesi var ki elbette akla oyuncunun Scorsese’nin “Taxi Driver – Taksi Şoförü” filmindeki ünlü sahnesini getiriyor ama sadece getiriyor, o kadar; çünkü Scorsese’nin filmi ile bu film arasındaki kadar fark var etkileyicilik açısından bu iki sahne arasında.
(“Fifteen Minutes” – “15 Dakika”)