Innocence – Lucile Hadzihalilovic (2004)

innocence

“İtaat mutlu olmanın tek yoludur”

 

Yatılı bir okulda büyüme sancısı içindeki küçük kızların hikâyesi.

 

Takibi seyircide de çaba gerektiren, yorumlaması daha da zor olan filmlerden. Metaforların, allegorilerin (belki bir kısmı filmi yapanların kontrolünün ve amaçladıklarının ötesinde) uçuştuğu, nerede ise her bir anı, olayı, karakteri için biribirinden bağımsız yorumların yapılabileceği ve “bir filmi anlamak ve okumak” üzerine düşündüren filmlerden. Tüm bunların ötesinde bir derdi olan, seyircinin yönetmenin getirdiği noktadan ileriye taşıyabileceği filmlerden.

 

İlginç bir açılış jeneriği ile başlayarak filmde tüm emeği geçenleri filmin sonunda değil başında gösteren ve bu anlamda belki de bitişi ile birlikte sizi aniden bir bilinmez boşlukta bırakmayı amaçlayan film tüm sahnelerinde gerilim/mistisizm/korku/bilinmezlik kavramları ile ve bu bağlamda seyircisi ile oynayıp duruyor. Uyarlandığı kısa hikâyede olduğu gibi filmde de hikâyenin sonu açık ki filmin tümü düşünüldüğünde aksi doğal olmazdı diye düşünüyorum. Zaman zaman Tarkovsky filmlerini çağrıştıran bir görselliği barındıran film hemen hiçbir anında bu görselliği tüm o video klip estetiği taşıyan filmlerin aksine tek başına bir seyir unsuru yapmayıp atmosferi yaratan diğer unsurların (kamera açıları, senaryo, oyunculuk, diyaloglar vs.) destekçisi olarak kullanıyor.

 

Hikâyeyi bir yatılı okulda büyüme sancısı içindeki genç kızların hikâyesi olarak düz bir mantık ile okumak da mümkün ve zaman zaman sizi buna yönlendiriyor film ama bir yandan da tüm o tabutla varış sahneleri, kızlar arasındaki hiyerarşiyi gösteren farklı renkteki saç kurdeleleri, diğerlerinin hiç gösterilmeyen yüzleri, bekleneceğinin aksine bale performanslarının sıradanlığı ve tüm o yasaklar hep başka şeyleri işaret ediyor.

 

Tüm bu bilinmezliğin yanında film aslında başta ismi ile olmak üzere konusunu açıkça beyan ediyor. Tüm o beyaz elbiseler, örgülü saçlar, kurdeleler, genç kızlığa geçişin öncesindeki farklı yaşlardaki kızlar; evet film masumiyet ve masumiyetin yitirilişi üzerine. Masumiyetin yitişi de filmin sonundaki genç erkeklerle karşılaşma sahnesi ile vurgulanıyor olsa gerek.

 

Beyaz elbiseler ve ortadan kaybolanlar ile “Picnic at Hanging Rock” filmini de çağrıştıran ve ses kurgusunun başarısı ile de dikkat çeken filmin size neleri çağrıştıracağı, metaforlar konusunda kendinizi ne kadar rahat hissedeceğiniz tamamı ile birikiminize de bağlı bir yandan. Darwin’in doğal seleksiyonu da çıkabilir karşınıza, Tarkovsky filmlerindeki görüntü ve metafizik çağrışımların birlikteliği de. Tüm o yasaklarla birlikte her okulun aslında şu ya da bu düzeyde bir küçük faşist topluluk örneği olduğunu da hatırlayabilirsiniz, büyümenin ve özellikle bir genç kız olmanın hüznü ve korkutuculuğu üzerine de düşünceler geliştirebilirsiniz.

 

Belki  kurguda bir parça daha kısaltılsa daha da etkileyici olabilecek olan film  yorucu ama heyecanlı bir seyirlik. Çocuklar ve cinsellik konusunda rahatsız edici çizginin öncesinde dursa da tedirgin edebiliyor bu anlamda ama konusunu düşününce hoş görülebilir bir durum bu. Doğanın başarılı kullanımı ile de hatırlanacak, çocukluk/genç kızlık/kadınlık üzerine etkileyici bir film.  Etkileyiciliği aslında kendinizi filme bırakmanıza da çok yakından bağlı; düz mantık ile yaklaşılırsa, sıkıcılık ve anlamsızlık gibi iki korkutucu duygu kapıda hazır bekliyor.

(“Masumiyet”)

Sexy Beast – Jonathan Glazer (2000)

sexybeast

“Bak Don. Ben emekli oldum.”

 

Suç dünyasından elini ayağını çekmiş bir adamın yeni bir soygun için geri dönme(me) hikâyesi.

 

Sinemanın klasik konularından biridir eski bir suçlunun son bir kez bu işlere girişmesi. Genellikle bu son deneme hırstan değil içinde bulunulan koşullardan kaynaklanır ve çoğunlukla da gönülsüzdür. Bu filmde de benzer bir durum söz konusu ama hikâyenin temel farklılık gösterdiği nokta “içinde bulunulan koşullar düşünülerek alınan bilinçli bir kararın” değil bu kararı almaya başkaları tarafından zorlanıyor olması kahramanımızın. Film de kabaca ikiye ayrılabilir bu açıdan. Zorlama (ikna) ve icraat (soygun).

 

Yönetmen Glazer bu ilk sinema filminde video klip estetiğinin ağır bastığı ve maalesef bunun sık sık dozunun da kaçtığı bir çalışma yapmış. Çarpıcı kamera açıları, hızlı ve koşut kurgu denemeleri, göze batacak kadar üzerinde çalışılmış kadrajlar, yavaşlatılmış çekimler, kulağa hemen yerleşen ve çoğu tanıdık şarkılar. Tüm bunlardan geriye film adına kalanların başında ise öncelikle Don rolündeki Ben Kingsley’in tempolu ve sert ve bir o kadar da çarpıcı oyunculuğu geliyor. Filmdeki aşırılıkların içinde hiç rahatsız edici olmayan nerede ise tek unsur da onun oyunculuğu zaten. Filmin senaryosunu da unutmamakta fayda var. Tahmin edilecegi gibi f… kelimesinin sıklıkla kullanıldığı (Ben Kingsley’in ağzından çıktığında bu kelimenin ne kadar seksi olabileceğini görmek ilginç gerçekten) senaryo ve diyaloglar klip estetiğinin altında ezilmedikleri nadir zamanlarda zaman zaman gerçek bir sinema duygusunu da geçiriyor seyredene.

 

Sanki bir stilistin gövde gösterisi olan film –eğer bu stilist denemeleri sizi yormazsa- çekici gelebilir yine de çünkü ne olursa olsun teknik ustalığın had safhada olduğu bir yönetmenlik söz konusu. Şehrin üzerindeki sevişme sahnesi ve tüm bir açılış sahnesi bu anlamda ustalığın zirvede olduğu bölümler. Keşke yönetmenin Don’un geleceğinin öğrenildiği sahnede bize hissettirdiği tedirginlik duygusu filmin tümüne daha olgun bir sinema dili ile yayılabilseydi diye düşündüm sık sık. Gangster filmlerine içerdiği kara mizah duygusu ile yeni bir estetik getirdiğinden daha rahatlıkla bahsedilebilirdi o zaman. Filmdeki kritik cinayet sahnesinin bana Agatha Christe’nin Doğu Ekspresinde Cinayet romanını hatırlattığını da belirtmiş olayım.

(“Seksî Hayvan”)

Broken English – Zoe R. Cassavetes (2007)

brokenenglish

“Bir şeyleri yanlış yapıyor olmalıyım ama ne olduğunu bilmiyorum”

 

Doğru erkeği bulamamış olmanın sıkıntısı ve bulamayacak olmanın korkusu ile yaşayan 30’larında bir kadının hikâyesi.

 

Bağımsız filmlerin kraliçesi Parker Posey’ın sürüklediği film öncelikle sinemasal referansları ile dikkat çekiyor. Filmin yönetmeni Zoe Cassavetes bağımsız Amerikan sinemasının benzersiz yönetmeni John Cassavetes’ın ve bu filmde kahramanın annesi rolünde oynayan Gena Rowlands’ın kızı. Erkek kardeşi (Nick) yönetmen, kız kardeşi (Alexandra) ise bir oyuncu. Rollerden birinde karşımıza oyunculuk da yapan ve özellikle Paper Moon ile adını duyurmul olan yönetmen Peter Bogdanovich var. Bir flört başlangıcı denemesinde gidilen sinemada oynayan film Amerikan sinemasının bağımsız ve uyumsuz yönetmeni Nicholas Ray’in “In a Lonely Place” adlı filmi. Tüm bunları göz önüne alınınca kendisi de bağımsız sinema örneği olan bu filmin bu sinemaya bir saygı duruşu içerdiğini söyleyebiliriz.

 

Çaresizce seveceği birini bulma telaşındaki bir New York’lu kadının şanssızlığını, yalnızlığını sorguladığı ve bu sorgulamaya ve doğru aşk arayışına bizi de dahil etmeyi başardığı bir çalışma bu. Posey karakterini -doğru kelime mi bilmiyorum ama- tam bir “hafiflikle” canlandırıyor. Baştaki “yalnız kadının hazırlanma sahnesi”, ters giden tüm randevulardaki şaşkınlığı, panik atak geçirdiği andakikorkusu çok başarılı oynanmış bölümler. Komikliği, zavallılığı ve içtenliği ile sizi yanına çekip macerasına sizi de katan bir karakter bu.

 

Aşk arayışının Paris’te sonlanma ihtimali ve bu rolde Melvil Poupaud’un çizdiği genç Fransız karakteri neyse ki filmi klişe bir Paris romantizmine boğmadan işlenmiş konular. Babası John Cassavetes’ın Love Streams filminde annesi Rowlands’ın canlandırdığı karakter sevgisi ile zaman zaman kızını boğarken bu filmde kahraman diğerleri gibi yalnız kalmamak için seçilen bir birlikteliği değil gerçek aşk büyüsünü arayan bir karakteri anlatıyor ve bu bağlamda bağımsız sinemanın temelde insan ilişkileri ve bu ilişkilerde sevgi ve aşk odaklılığını seçen yapısını tekrarlıyor.

 

Hafif ama özellikle belli anlarında oldukça etkileyici, kendinizi tüm film boyunca kahramanının yanı başında hissedeceğiniz, mutlu son için sizin de çaba göstereceğiniz bir film bu. Belki tek kusuru bir yandan filmi de çekici kılan “hafifliği” ama sonuçta yalnızlık ve aşkın büyüsü üzerine hiç de büyük laflar etmeden sizi de arayışına katabilen bir film kaçırılmamalı.

(“Aşkın İngilizcesi”)

Interview – Theo van Gogh (2003)

interview

“Gerçeğe hizmet etmek için yalan söylüyorsun”

 

Bir politika muhabirinin popüler bir oyuncu ile yaptığı röportajın hikâyesi.

 

Hemen tamamı tek bir oda içinde geçen ve bu nedenle başarısı oyunculuklara, diyaloglara ve yönetmenin becerisine çok bağlı olan ve bu bağlamda bakıldığında da aksamayan bir film. Sinemada pek çok örneği olan bir durum bu; bir oda içinde iki kişi. Birkaç başarılı örnek vermek gerekirse, Joseph Mankiewicz’in Anthony Shaffer’ın oyunundan uyarlanan filmi “Sleuth”, Richard Linklater’ın üç kişi arasında geçen filmi “Tape” gösterilebilir. Bu örnekler dışında da tümü olmasa bile sıradan seyirci için yorucu olabilecek iki kişinin karşılıklı diyaloglarına dayalı uzun bölümleri olan filmler de var. Steve McQueen’in 2008 yapımı filmi “Hunger” uzunca bir bölümünde bir hapishane ortamında karşılıklı bir masada oturarak konuşan bir mahkum ile bir rahibi karşımıza getiren çok başarılı bir filmdi. Tüm bu örnekleri hatırladığımızda -bu tür filmlerin ayakta kalabilmesinin yukarıda saydığımız temel ön şartlarını hatırlayarak- diyalogların bariz bir şekilde öne çıktığını görüyoruz ve diyaloglar doğal olarak  kahramanlarının zekâlarını yarıştırdığı ifadelerle dolu oluyor.

 

Üstteki girişten yola çıkarak bu filme baktığımızda filmin belki çarpıcı bir şekilde olmasa da başarılı olduğunu söylemek mümkün. İstemeden ve küçümseyerek gelinen bir röportajın hikâyesi olan bu film türünün diğer örnekleri gibi çekişme, didişme, zekâ yarışı, itiraf, ironi, baskı ve sürpriz son içeriyor. Karşılıklı sırların ortaya döküldüğü, yaraların deşildiği, rollerin sık sık değiştiği, önyargıların gizlendiği/ortaya döküldüğü ve genelde olduğu gibi üstün görünenin küstahlığına yenildiği bir son.

 

İki oyuncunun da başarılı performans verdiği filmde gerçek hayatta da ağırlıklı olarak popüler TV dizilerinde oynayan bir oyuncu olan Katja Schuurman ve Peter Bokman özellikle bazı bölümlerde zor rollerinin altından başarı ile kalkıyorlar. Bokman’ın “soğuk itiraf” sahnesi veya Schuurman’ın yalanlarla dolu sahneleri gibi.

 

Diyalogların bazen komik anlar da yarattığı, süresi dozunda tutulmuş bir film bu. Bir başyapıt değil kesinlikle ve bir süre sonra filmin nereye gideceğini tahmin etmeye başlıyorsunuz ama yine de seyre değer. Heyecanı “rüya içinde rüya içinde rüya” felsefeleri ile süslenmiş baştan çıkarıcı aksiyon filmlerinde değil de hayatın gerçek savaşlarının geçtiği “ilişkilerin” filmlerinde arayanlar için. Kapanış jeneriğinde filme de gayet uygun bir şarkı ile Dusty Springfield’ı da karşımıza getiriyor.  

(“Görüşme”)