Le Deuxième Souffle – Alain Corneau (2007)

le_deuxieme_souffle

“Yoruldum. Korkmaktan yoruldum artık”

 

Hapishaneden kaçan bir adamın ülkeyi terk etmeden önceki son işinde başına gelenlerin hikâyesi.

 

Jean-Pierre Melville’in 1966 tarihli ve polisiye sinemanın başyapıtlarından biri olan filminin yeniden çekimi olan bu film o klasik karşılaştırmadan da muaf değil elbette. Kendi başına bakıldığında artıları ve eksileri ile ortalamayı tutturduğunu söyleyebileceğimiz bu çalışma, karşılaştırmadan ise açık farkla yenik çıkıyor bence.

 

Görüntülerde sarı, kırmızı ve yeşil renklerin ağırlıkta olduğu film, bu renk kullanımı ile kahramanlarımızın doğal ve sıradan olmayan hayatlarını vurgulamak istermiş gibi görünüyor. Nitekim filmin kapanış jeneriği sırasında uzun süre perdede kalan “uyanan ve hayata açılan sokak” sahnesindeki sıradan insanların dünyası bu parlak renkler ile değil kahverengi ağırlıklı görüntülerle karşımıza geliyor. Sarının diğerlerinden daha da baskın olması belki hikâyenin odak noktasındaki altınlar ile de ilişkilendirilebilir.

 

Kariyerinde “Police Python 357” gibi başarılı bir polisiye ve modern sinemanın parlak örneklerinden biri olan “Tous le Matins du Monde” gibi  bir başyapıt olan yönetmen Corneau, orijinali gibi oldukça uzun bir süreye sahip ama orijinalinin aksine daha yavaş akan bu filmi çok etkileyici bir giriş ile açıyor. Sonrası ise sık sık kameranın eğik açılarla kullanıldığı, sanki bizi bir büyük finale hazırlar gibi duran ama o “büyük” finali veremeyen bir film olmuş. Daneil Auteuil’in idare ettiği, Monica Belluci’nin ise sanki nasıl “femme fatale” olurum diye düşünüp takındığı bir poz ile etrafta dolaştığı ve pek inandırıcı olamadığı filmde sürpriz isim Eric Cantona. Yeşil sahaların bu hırçın futbolcusu “oynamıyor” ama zaten rolünün gerektirdiği de bu olduğu için bu tavrı rolüne gayet iyi uymuş görünüyor.

 

Onurlu(?) bir suçlunun onursuz suçlular dünyasında ayakta kalmasının imkânsızlığını anlatan, rahatça cinayet işleyen bir adamın diğer suçlular daha onursuz diye yanında durur gibi görünen (ve bu garip yaklaşımı taşıyan “Godfather” filmlerini hatırlatan) ve onursuz suçlular kadar ve hatta daha fazlası ile onursuz polisleri de eleştiren bu film kendi başına da seyre değer yine de ama sanırım en büyük yararı Melville’in başyapıtını tekrar gündeme getirmesi.

(“The Second Wind” – “İkinci Nefes”)

La Sirène du Mississipi – François Truffaut (1969)

lasirene-mississippi

“Onunla mutlu muyum bilmiyorum ama onsuz yaşayamayacağımı biliyorum”

 

Bir gönül postası ilanı aracılığı ile tanımadığı bir kadınla evlenen zengin bir adamın değişen hayatının hikâyesi.

 

Benim favorilerimden biri olan “Baisers Volés” filminin ardından çektiği ve Truffaut’unun filmografisinde öne çık(ama)mış bir çalışma. Filmi kabaca –filmdeki diyaloglara referans vererek- “öküz olmaktansa salak olmayı tercih eden bir adamla” “parayı seviyorum, kazanmayı değil kullanmayı” diyen bir kadının hikâyesi olarak özetlemek mümkün. Karizması yerinde bir Belmondo ile gençliği ve bugün hala yerli yerinde olan cazibesi ile Deneuve ikilisini bir arada görmek başlı başına bir heyecen nedeni ama Truffaut senaryosunu bir romandan uyarladığı bu filmde formunun zirvesinde görünmüyor.

 

Hayranı olduğu Hitchcok’un tarzında bir filmi yapmayı amaçlamış Truffaut ve daha önce ve sonra da onunla çalışmış olan Antoine Duhamel’in müziği de bu yaratılmak istenen atmosferi destekliyor. Neden filmin başyapıt düzeyine çıkamadığını izah edebilecek birkaç husus var. Öncelikle senaryo önce bir gizemin hikâyesi gibi başlıyor ama kısa sürede bu gizemi önce bize sonra filmin karakterlerine açık ediyor. Ardından yeterince iyi işlenememiş bir tutku ve suç hikâyesine dönüşüyor. Diyaloglar da bir parça fazla Avrupalı gibi. Anlattığı tutkunun oluşumu ve devamı için yeterince ipucu vermemesi de bir başka eksi yanı.

 

Tüm bunlara rağmen bir Tuffaut filmi kaçırılmaması gereken bir tecrübedir. Jean Renoir’a ithaf ettiği bu film de başarılı görüntü çalışması, sinemanın unuttuğu bir şeyi, hikâye anlatmayı önemsemesi, sahnenin atmosferine uyan kamera açıları, sinemasal referansları (bir diyalogun içinde yer alan “Love in the Afternoon”, Truffaut’nun da içinde yer aldığı Yeni Dalgacıların favorisi Nicholas Ray’in sinemada seyredilen “Jonny Guitar” filmi), aşkın hâkim olduğu anlarda sizli, tedirginlik ve didişmenin hakim olduğu anlarda senli konuşma inceliği ve şömine önündeki aşk ilânı sahnesi ile görülmesi gerekli Truffaut çalışmalarından biri. Kameranın bazen kayarak bazen varlığını hissettirecek derecede ve seyircinin doğal bakışını takip eden hızla hareket etmesi ve perdedeki görüntüyü odak noktasını vurgulamak için küçültmesi (ve bu anlamda erken dönem Truffaut filmlerini ve onun hayranı olduğu Amerikan B sınıfı filmlerini hatırlatması) Yeni Dalga’nın o keyifli günlerini de getiriyor bize. “Her şey kötü bitse bile sizi tanıdığıma mutluyum” diyebilen herkes için.

(“Mississippi Mermaid” – “Evlenmekten Korkmuyorum”)

The House on Carroll Street – Peter Yates (1988)

house_on_carroll_street

“Size tavsiyem: Daha ileri gitmeyin”

 

Mc Carthy’nin faşizan eylemlerinin Amerika’yı kasıp kavurduğu 1950’li yıllarda bir kadın gazetecinin devlet içindeki bu odaklara karşı bir FBI ajanı ile birlikte mücadelesinin hikâyesi.

 

Özellikle 70’li yıllarda Amerikan sineması devlet kurumlarındaki yozlaşma ve komplolar üzerine başarılı eserler üretti; “Three Days of the Condor”, “Serpico”, “All the President’s Men” vb. Bu film de bu başarılı örneklerin üzerinden gitmeye çalışan ama onların hemen her anlamda çok uzağına düşen bir çalışma veya bir başka deyişle zayıf bir taklidi.

 

Senaryosu ve Kelly Mc Gillis’in vasat oyunu filmi zaman zaman Miss Marple’ın televizyondaki maceralarının yanına taşıyor. Olmasa da olur karakterler (Jessica Tandy’in canlandırdığı yaşlı kadın gibi), kısır ve katkısı olmayan diyaloglar (trendeki yakalama sahnesindekiler gibi) ve olay örgüsünün zaman zaman sığlaşması sanki bir TV filmi seyrediyorsunuz havasının doğmasına neden oluyor.

 

70’lerin liberal sol eğilimli ve yukarıda örneklerini verdiğim filmlerin aksine bu film yönünü ve amacını belirlememiş gibi. Yaratmaya çalıştığı atmosfer örneğin bir Hitchcock filminin çok uzağında ve bu bağlamda gardaki o kaçış ve yakalama bölümlerini bu usta çekseydi ne kadar farklı olurdu diye düşünmemek elde değil. Filmin siyasi ve sosyal yanı da baştaki kısa bölüm dışında tamamen geride bırakılınca ve polisiye yanı da zayıf kalınca geriye keyifli bir seyir için pek bir şey kalmıyor açıkçası.

 

Gerilim anında espri yapan erkek kahraman karakterlerin Bruce Willis’den de önce var olduğunu görmek, Mc Carthy faşizmini ve bunun Amerika’yı nasıl çığrından çıkardığını hatırlamak, “problem sistemde değil insanlarda; bir kahraman gelir ve kötüleri yok eder” mesajına bir kez daha ama bu kez yumuşak bir şekilde maruz kalmak ve 80’ler Reagan Amerika’sının kısmen politik içerikli filmleri bile nasıl dönüştürdüğünü görmek için…

(“İstenmeyen Şahit”)

Au Voleur – Sarah Petit (2009)

au-voleur

“Bir noktadan sonra yaşadığını sana sadece başkaları söyleyebilir”

 

Hırsız bir genç ile ona aşık olan bir öğretmenin kaçış hikâyesi.

 

İlk uzun metrajlı filminde yönetmen Sarah Petit zaman zaman parıltılı anları olan ve ilginç müzik seçimleri ile dikkat çeken ama “yeterince” olmamış bir çalışma ortaya koymuş. İki ana bölümden oluşan filmde (kahramanları tanıdığımız ve kaçış öncesi olayların olduğu bölüm ve sonraki kaçış bölümü) sanki yönetmen de iki ayrı film ortaya koymuş gibi.

 

İlk bölüm oldukça düşük  bir tempoda ve birbirinden nedense kopuk görünen sahnelerle geçerken özellikle filmin kadın kahramanını yeterince tanımamıza imkân verilmiyor ve onun daha sonraki eylemlerini de bu nedenle yerine oturtamıyoruz. Sanki tüm bu bölüm üzerinde fazla durulmadan çekilmiş ve sadece diğer bölüme giriş amacı ile tasarlanmış gibi.  İkinci bölüm ise bir “Bonnie and Clyde” hikâyesi havasında geçiyor ve yönetmenin özellikle görsel becerisinin ön plana çıktığı ve kahramanlarına daha fazla ısınmamıza imkan verdiği bir havası var. Buradaki Bonnie and Clyde havası ile kastettiğim, o filmdeki iki kişinin bir alternatif dünya yaratma çabası.  Filmin hemen tüm başarılı sahneleri de bu bölümde; yiyecek çalmak için girilen bir evde ev sahibi ile karşılaşma, sakin akan bir ırmakta sürüklenen kayık görüntüleri ve tüm bunlara eşlik eden Amerikan folk şarkıları.

 

Sürekliliği sağlamak konusunda sıkıntıları olan, bir türlü akması gerektiği gibi akmayan bu film Guillaume Depardieu’nun son filmi ve bu talihsiz genç oyuncunun anısına ve belli sahneler ile sınırlı da olsa görsel atmosferi için seyredilebilir.

(“A Real Life”- “Gerçek Hayat”)