Mina Olin Siin – René Vilbre (2008)

“Herkes gençliğinde en az bir kez ölüme yaklaşmalı. Böylece kendisi için neyin gerçekten önemli olduğunu anlayabilir”

Para sıkıntısı ve yaşadığı çevre nedeni ile işlediği küçük suçlardan gittikçe daha tehlikeli işlere kayan bir tıp öğrencisinin hikâyesi.

Çıkışsızlık içindeki bir gencin bir şekilde bulaştığı suç çevreleri içinde kayboluş hikâyelerinden bir başkası bu film ve problemi de tam da burada. Hareketli kamera, sık müzik kullanımı ve serbest bir anlatım tarzı artık klişeleşmeye başlayan bir yöntem zaten ve ne bu alanda ne de hikâyede orijinal bir boyutu var filmin. Kahramanımızın zaman zaman hikâyeyi açıklayan veya hayata yönelik felsefi cümleler içeren ifadeleri ise yeterince çarpıcı olmadığından etkisiz ve bazen de gereksiz kalıyor.

Filmin hikâyesine zenginlik katabilecek tek yan sık sık vurgulanan ama bu vurgusu da genellikle sadece diyaloglarla sınırlı olan “zengin okulunda okuyan yoksul genç” durumu ama bu durum da ne bir sınıf analizine veya analizi bir kenara bırakın bir net bir saptamaya dönüşebiliyor ne de belki de amaçlandığı gibi filmi zenginleştiriyor. Estonya sinemasından Avrupa sineması esintili bir deneme havasında ve finali dışında yeterince etkileyici olamayan film kalıpların içinde sıkışmış görünen bir yapıya sahip. Uyuşturucu sahnelerindeki serbest ve etkileyici anlatım tüm filme yayılabilse veya daha önemlisi doktor olmak gibi bir ideali olan gencin kendini içinde bulduğu duruma karşı hissettikleri daha başarılı bir biçimde anlatılabilse çok daha farklı bir yerlerde olabilirdi bu çalışma. Bu hali ile iyi niyetli ama yeterince başarılamamış bir sert film olarak kalmış.

(“I was Here” – “Buradaydım”)

L’iceberg – Dominique Abel / Fiona Gordon / Bruno Romy (2005)

“Madem sağırsın o zaman şunu söyleyebilirim. Çirkin bir pisliksin ve umarım benden önce ölürsün”

Sıkıldığı rutin hayatından bir buzdağını görmek için kaçan bir kadın, aşık olduğu denizci ve onu geri getirmeye çalışan kocasının hikâyesi.

Dominique Abel, Fiona Gordon ve Bruno Romy üçlüsünün birlikte yönettikleri ilk film olan “L’Iceberg” bu üçlünün daha sonra çektikleri ve İstanbul Film Festivalinde de gösterilen “Rumba” filminde tekrarlayacakları tarzın da ilk örneği. Ünlü ustalar Buster Keaton ve Jacques Tati’nin izinden giden, diyalogların çok sınırlı olduğu, oyuncuların kara mizah, parodi ve slapstick gibi farklı komedi türleri içinde zaman zaman bir palyaço havasında hikâyeyi yaşadıkları bir film bu ve sık sık yeterince eğlendiren ve arada bir sıkı bir kahkaha da attıran türden keyifli bir çalışma.

Tümü kesintisiz tek çekimden oluşan sahneler boyunca bazı anlarda bağımsız skeçler seyrediyor gibi hissetme ihtimali olsa da yine de hikâyenin bir şekilde tutarlı bir biçimde bağlanabildiği filmde Fiona Gordon ve Dominique Abel zaman zaman fiziksel komediye kayan ve eski sessiz filmleri de çağrıştıran bir hava içindeki oyunları ile seyredeni eğlendirmeyi başarıyorlar. Monoton bir hayat sürdüren bir ailede kadının kilitli kaldığı bir soğutucunun içinde geçirdiği bir geceden sonra oluşan buzdağına gitme tutkusunun başlattığı hikâye, süresi boyunca gerçekten komik sahnelere de fırsat veriyor. Abel’in yüzü ile oynadığı “esneme” sahnesi, Gordon’un yatakta bir insan bedeni ve bir çarşaf ile neler yapılabileceğini çok eğlenceli bir biçimde gösteren ve bana yedi ayrı şekilden nerede ise sonsuz sayıda resim çıkartılabilen tangram oyununu hatırlatan bölüm, fotoğraf çektirme ve soğutucuda kapalı kalma sahneleri ve sağır denizcinin kulaklarının açılması gibi anların seyredene kahkaha attırmaması mümkün değil. Bazı anlarında temposu biraz düşer gibi olsa da ki “Rumba” filminde de benzer bir durum vardı, kendisini kısa sürede toparlayan ve bittiğinde yaşattığı keyiften dolayı mutlu olacağınız filmlerden biri özetle.

Evet, filmde tarzından kaynaklanan ciddi bir Tati havası var ama anlattıklarının ciddiyeti açısından elbette Tati’den uzak bir film bu. “Les Vacances de Monsieur Hulot” filminde Fransız toplumundaki sınıfları çok başarılı bir şekilde hicveden veya “Mon Oncle” filminde kapitalizmin egemenliğinin artmasına ve Amerikanlaşmaya karşı bir duruş olan ve bu kapsamda tüketim toplumunu ve özellikle modernleşmeyi eleştiren Tati çok başka bir yerde duruyor elbette. Burada ise belki monotonlaşan ilişkiler ele alınıyor gibi ama bu daha çok hikâyeye bir vesile olması için düşünülmüş gibi duruyor. Ek olarak Tati’de daha doğal ve seyircinin sanki tesadüfen tanık olduğu bir hava varken burada sahneler seyreden için özellikle düşünülmüş, çizilmiş, tasarlanmış gibi görünüyor.

Gereksiz bir Tati kıyaslamasını bir kenara bırakırsak kendi içinde tutarlılığı olan, çelişkilere dokunmaktan çekinmeyen ve örneğin sınırdaki beyaz-zenci ayrımının altını çizen “Yes/No” bölümü ile bunu bir kara mizaha dönüştüren film başarılı, eğlendirici bir komedi. Filmi seyrederken Tati kadar ve bence ondan daha da fazla Buster Keaton’ı hatırlayacaksınız.

(“Buzdağı”)

The Jigsaw Man – Terence Young (1983)

“Bilgi çok pahalı bugünlerde, viski gibi”

SSCB’ye iltica etmiş bir İngiliz hain, KGB, soğuk savaş, casuslar ve peşinde koşulan bir ajan listesinin hikâyesi.

Soğuk savaş dönemi filmlerinin en zayıflarından biri karşımızdaki. Laurence Olivier ve Michael Caine gibi iki önemli ismin oyunculukların da döküldüğü bu filmde ne aradığı tartışılır. Olivier anlaşılan filmden bağımsız ayrı bir hava takınmayı tercih etmiş ve çok da iyi etmiş. Zaman zaman onun farklı bir filmde oynadığını düşünmeniz mümkün. Caine ise bu senaryo daha iyisini hak ediyor mudur tartışılır ama kötü oyunu ile istemeden de olsa kendini komik sahnelerin içinde buluyor. Özellikle egzersiz sahnelerinde kendinizi bir Pembe Panter filminde Peter Sellers’ı izlediğinizi düşünürken bulabilirsiniz. Amaç “ötekini” kötülemek olunca çalışmayan asansör, erkek fiziği taşıyan kadın ve hain olduğu yetmezmiş gibi bir de eşcinsel olan karakter gibi klişelere kaptırmış kendini film ekibi anlaşılan. Yan karakterlerin performansları da zaman zaman yerlerde sürünüyor bu filmde.

Bir romandan uyarlanan filmin senaryosu inandırıcılığın yanına yaklaşmaya bile çalışmamış gibi görünüyor. Gizli göreve çıkan KGB ajanlarının uçakta uluorta konuşmaları, kendisini kovalayanları çelme takarak düşürmek gibi çizgi filmlere yakışan sahneler ve tedbirli ajanımızın otel odasında oteli ayağa kaldıracak yüksek sesle bağırması senaryonun açık başarısızlığının bir kaç göstergesi sadece. Sanki bir komedi filmini son anda bir ciddi gerilim filmine dönüştürmeye karar vermişler gibi görünüyor. Basit bir hikâyeyi kötü bir senaryo ve diyaloglar ile ve kompleks bir biçimde anlatmaya çalışmanın doğal bir sonucu ortadaki. İyi niyetli düşünüp, filmin yapımı sırasında ekibin elinde olmayan bir takım aksaklıklar yaşanmış diye düşünüp geçelim bu konuyu.

Filmin pop esintileri taşıyan ve hikâyeye hiç uymayan müziğini de duymamazlığa gelin ama filmin tek elle tutulur yanı yine müzik alanında; kapanış jeneriği sırasında Dionne Warwick tarafından seslendirilen “Only You and I” adlı şarkı 70’lerdeki Shirley Bassey şarkılarını hatırlatan havası ile filme nerede ise tek olumlu puanını kazandırıyor. Özetle bu filmi seyretmek yerine bizde “Tatlı Sert” adı ile bilinen “The Avengers” dizisinin KGB, Rus ajanları vs üzerine çekilmiş herhangi bir bölümünü izleyin ve Michael Caine’in bu filmde bir karikatürünü oluşturduğu John Steed karakterinin keyfini çıkarın.

(“Yapboz Adam”)

Sodom ve Gomore – Yakup Kadri Karaosmanoğlu

İşgal altındaki İstanbul’u ve oradaki soysuzlaşmayı anlatan bir roman. Adı Sodom ve Gomore olunca bir kitabın, ne beklerseniz tümü var bu kitapta. Başta da cinsellik olmak üzere her türlü yozlaşma. Yakup Kadri o dönem İstanbul halkının tümünü ve özellikle zenginlerini yerden yere vururken tasvirleri ve kullandığı ifadeler ile onları gerçekten de Sodom ve Gomore halkları ile aynı yere koyuyor ve tüm hayatın çıkar, zevk, sefahat ve ihanetlerle dolu olduğu bir şehiri getiriyor karşımıza.

Yazarın öfkesinin ağır bastığı ve edebi yanından çok işaret edici ve yargılayıcı tavrı ile dikkat çeken bir kitap bu. Tutku ile karışık bir aşk hikâyesinin biraz garip durduğu ve yazarın hikâye anlatmak değil soysuzlaşma örneklerini sıralamak odaklı romanı, yazarın kişilerinden nefret ettiği bir romanı yazdığını fazlası ile belli eden bir çalışma. Özellikle İngilizlere saldıran, emperyalizmden de bahseden ama zaman zaman mütareke döneminde İstanbul’da soysuzluk örnekleri kataloğu havasından kurtulamamış bir roman.