Protektor – Marek Najbrt (2009)

“İkimizin de aynı gemide olduğu konusunda uzlaşmıştık. Şimdi aynı yöne kürek çekip çekmediğimizi anlayacağız”

Nazi işgali altındaki Prag’da bir radyocunun ve onun yahudi olan sinema oyuncusu eşinin ayakta kalma çabasının hikâyesi.

İşgal altındaki bir ülkeyi anlatan bir filmde olabilecek her karakter bu filmde de var. Öncelikle ihanet edenler ve direnenler olarak ikiye ayrılabilecek bu karakterlerde bu filme özgü bir orijinallik yok aslında ama film böylesine zor günlerde insanların davranışlarının alabileceği şekilleri ve bu seçimlerin etkisini bir ikili ilişki üzerinden de anlatmayı deneyerek görece bir farklılık yaratmaya çalışıyor.

Yakup Kadri’nin işgal altındaki İstanbul’u anlatan “Sodom ve Gomore” romanında olduğu gibi burada da yozlaşmanın her türlü düzeyindeki karakterler mevcut ve nedense en karikatürize örnekler yine kadınlar arasından çıkıyor. Anlaşılan kadınların bu tür metinleri yazanların gözünde bir tür “kutsallığı ve dokunulmazlığı” var veya onlar yozlaşmanın her türlüsüne doğal bir uyum yeteneğine sahipler. Bu filmde de kadın radyo yapımcısı tam bir Sodom ve Gomore karakteri. Filmin asıl kahramanı olan radyo gazetecisi adam ise ne hainlerin ne direnenlerin yanında durarak hem kendini hem karısını ayakta tutmaya çalışıyor ama o da bir başka kişisel yozlaşmanın içinde buluyor kendini.

Filmin çok özel bir yanı yok ama kadının cesaret gösterileri ve onun bir sinema makinisti ile fiziksele dönüşmeyen ilişkisi üzerinden faşizmin Prag sokaklarındaki görüntülerine bir karşı duruş sergiliyor yine de. Ayrıca bu tür taraf seçmemiz gereken durumlarda doğrunun yanında durmamanın ve bu duruşun gerektirdiği cesareti göstermemenin en az yanlış tarafta durmak kadar gayri ahlâki olduğunu ve ne bireysel ne de toplumsal bir kurtuluşa yardımcı olacağını söylüyor. Egemen güçlerin, bu örnekte faşist güçlerin, toplumun bir kesimininin, bu örnekte yahudilerin, hayatını nasıl cehenneme çevirebileceğini de gösteriyor film bize. Bir insanın şehir içinde rahatça gezinebilmesine izin verilen tek yerin mezarlık olması o bireyin yaşadığı yerin onun kişisel cehennemi olmasından başka bir açıklaması olmasa gerek.

Fotoğraflar ve sinema filmi sahneleri ile aynı zamanda sanatçılara da selam gönderen bir film bu ve kadının yasak olduğu halde sinemaya gitmesi, yahudilerle ilgili yasak tabelaların önünde fotoğraf çektirmesi veya bir kara mizah örneği olarak yahudilerin zorla toplandığı bir binanın duvarına yahudilerin girmesi yasaktır tabelasını asması filmin sanatçı duruşunun çeşitli örnekleri oluyor filmde.

Özetle teması için yeni şeyler söylemeyen ama yine de zor şartlar altında şu ya da bu nedenle yaptığımız seçimler ve durmayı seçtiğimiz noktalar üzerine seyri kolay bir film bu. Sevdiklerimizi korumanın tek yolunun onların özgürlüklerini kısıtlamak olduğu bir dünyayı bisikletli tüm sahnelerde olduğu gibi zaman zaman hoş bir görsellik ile de anlatan film özgür olunmayan bir dünyada yaşamanın anlamsızlığını da sorgulatıyor seyredene.

(“Protector” – “Kollayıcı”)

The Miracle Worker – Arthur Penn (1962)

“Onun önündeki en büyük engel körlüğü veya sağırlığı değil, sevginiz ve acımanız”

Kör ve sağır bir genç kıza dünya ile iletişim kurmayı öğretmeye çalışan bir genç kadın öğretmenin hikâyesi.

William Gibson’ın oyunundan kendisi tarafından senaryosu yazılan film bebekken kör ve sağır olan ve algılayamadığı bir dünya ile iletişim kuramamaktan kaynaklanan vahşiliğe sahip bir genç kızın duvarlarını bir parça da olsa yıkmaya çalışan bir öğretmeni anlatıyor; hayli zor ve filmden de anlaşılabileceği gibi hayli sert bir görev. Acımaktan kaynaklanan yumuşaklık ile başarma arzusundan kaynaklanan sertlik arasında kalan karakterleri ve eğitim için kullanılan yöntemleri ile tartışmalı bir film bu ve bir mucizenin peşinde koşmanın hikâyesini etkileyici bir şekilde anlatıyor.

Sanki 1920’li yıllarda çekilmiş ama konuşmalı bir sessiz film havasında başlayan film bu ilk giriş sahneleri ile bir Avrupa filmi atmosferi ile açılıyor. Yönetmen Arthur Penn gerek bu sahne ile gerekse öğretmenin trenle yaptığı seyahat veya kısa geriye dönüşlerle gösterilen yetimhane günlerinde kullanılan yüksek grenli ve üst üste bindirilmiş görüntülerle teknik açıdan da filmine farklılık kazandırmaya çalışmış. Kullanılan açılar veya hızlı kurgu ile örneğin seyahat bölümü sanki bir korku filminden alınmış gibi duruyor ve bu oyunlar bir tiyatro oyunundan uyarlanan ve bu sahneler dışında tiyatro atmosferini koruyan filme bir yandan dinamizm katarken diğer yandan zaman zaman bir parça ayrıksı da duruyor filmin bütününden. Filmin büyük bölümünün “eğitme çabasına” odaklı geçtiği düşünüldüğünde tiyatro havasının herhangi bir olumsuz etkisi olmadığı rahatça söylenebilir.

İki baş oyuncusunun, öğretmen rolündeki Anne Bancroft ve genç kız rolündeki Patty Duke, çok çarpıcı bir oyun sergilediğini söylemek gerek öncelikle. Her ikisinin de hayli zor bir rolü var; Bancroft arada seyircinin sempatisinin sınırlarının dışına düşebilecek bir roldeki katılığı etkilenmemenizin mümkün olmadığı bir doğallık içinde oyunuyor. Patty Duke çok daha zor bir role sahip aslında çünkü tüm o duyguları, korkuyu, huzursuzluğu, vahşiliği hiç konuşmadan ve hemen tamamen fiziksel bir oyunculuğa dayalı biçimde yansıtmak durumunda ve o da bu görevin altından başarı ile kalkıyor. Her iki oyuncu örneğin yemek masasında genç kızın disiplinsiz ve kontrolsüz davranışlarını ve öğretmenin katılığından taviz vermeden onu disiplin altına almaya çalışmasını daha doğrusu kuralları, disiplini öğremeye çalışmasını anlatan sahnede olduğu gibi olağanüstü bir iş çıkarmışlar.

Sabır ve kararlılık gerektiren bir misyonun zorluğu üzerine bir film bu ve aynı zamanda insanın vicdanının onu götürebileceği kolayı tercih etme kolaylığından kaçınmak üzerine. Örneğin bir romantik komedinin kendinizi iyi hissettirecek havasından uzak ama bir mucizenin peşinde koşmanın yüceliğini hissedebileceğiniz bir film. Tüm bu hikâyeyi bireylerin “vahşiliklerinden” koparılıp kurallara uymaya zorlanması olarak okumamakta fayda var elbette. Filmin böyle bir amacı yok; bize sadece öğretmenin/eğitmenin zorlukları ve motivasyonu üzerine düşünme ve bazı durumlarda acımak gibi insani bir duygudan uzaklaşıp katılığın tarafında olmak gerektiğini söylüyor sanki ve bu da karmaşık ve zor bir konu.

(“Karanlığın İçinden”)

Let’s Make Love – George Cukor (1960)

“Biri zenginler parası olan fakir insanlardır demiş. Yanılıyor, onlar insan bile değildir”

Bir müzikalde kendisi ile dalga geçildiğini öğrenen bir zengin adamın oyuna müdahele etmek istemesi ile başlayan olayların hikâyesi.

Frank Sinatra Paris’e gider de Yves Montand New York’a gelmez mi? Marilyn Monroe’nun tamamlanabilen bu sondan bir önceki filminde Montand filmin hemen başında belki bir parça uzun ama kesinlikle eğlenceli bir biçimde ve resimlerle anlatılan atalarından devraldığı mirası daha da büyütme derdinde ve kadın avcısı bir zengin rolünde beklenenden daha az şarkı söylüyor belki ama hikâyenin doğası gereği Sinatra’nın Paris’te geçen kimi filmlerinde sırıttığı kadar sırıtmıyor.

Biraz yorgun görünen bir Monroe var bu müzikal filmde ama yine de başlangıçtaki “My Heart Belongs To Daddy” şarkısı başta olmak üzere Monroe filmi sürükleyen isim oluyor. Klasikleşmiş bu şarkı eşliğinde Monroe elbette ve her zamanki gibi çok cazip ve seksi ve masumiyeti birleştiren performansı ile çok başarılı. Cole Porter’ın 1938 yılında başka bir müzikal için bestelediği şarkı bu filmdeki Monroe yorumu ile bilniyor en çok ve seyirciye keyifli anlar sunuyor filmin hemen girişinde. Bir sonraki ve gösterime giren son çalışması olan “The Misfits” filminde olduğu gibi Monroe yine anaç bir karakteri oyunuyor ve etrafındaki herkese yardımcı olmaya çalışan, sanki herkesin neye ihtiyacı varsa onu vermeye çalışan bir müzikal yıldızında herkes için üzülen ve her zaman kendinden vermeye hazır bir karaktere can veriyor. Holywood elbette bu filmde de onu “sömürmeye” devam ediyor ve etrafındakilerin ne konuştuğunu anlamak için akşam lisesine giden bir aptal sarışın rolüne layık görüyor onu. Sevgilisi rolündeki o dönemin ünlü İngiliz şarkıcısı Frankie Vaughan sadece şarkı söylemeliymiş dedirten bir performans verirken senaryonun harcadığı isim Tony Randall oluyor. Sürekli mutsuz ve endişeli yüzü ile filmin başında ana karakterlerden biri gibi iken sonradan ortadan kaybolan Randall göründüğü sahnelerde filmin komik anlarına da imza atıyor.

Milton Berle, Gene Kelly ve Bing Crosby’nin küçük rolleri ile yer alarak tatlı sürprizler yarattığı film ne yazık ki bu üçlünün Montand’ı eğittiği ve yüksek komedi potansiyeli taşıyan sahneleri gerektiği kadar çarpıcı bir biçime sokamayarak bu ünlü isimlere de haksızlık ediyor. Belki hikâyesinin ve şarkılarının yeteri kadar bütünleşmemesinden de kaynaklanan bir nedenle yeteri kadar çarpıcı olamayan ama başta “My Heart Belongs To Daddy” olmak üzere, “Let’s Make Love” ve “Incurably Romantic” şarkıları ile hayli eğlenceli bir film. Monroe ve Montand’ın moda deyimi ile kimyası pek uyuşmamış görünüyor ama sonuçta hikâye bunu amaçlamıyor zaten.

(“Gel Sevişelim”)

The Daisy Chain – Aisling Walsh (2008)

“Bana bak anne! Ben peri oldum”

Yaşadıkları trajik bir olayın ardından bir köye yerleşen bir çiftin komşularının kızının bakımını üstlenmeleri ile gelişen olayların hikâyesi.

Sinemanın evlat edinilen çocuklardan korkusu devam ediyor! Pek çok başarılı veya başarısız korku filmi işte hep bu “başkalarının çocukları” üzerine kurulur nedense. Bu filmde de benzer bir durum söz konusu. Film insanların çekindiği/ürktüğü küçük kızın gerçekten “kötü” olup olmadığını finalinde belirsiz bırakır gibi yapıyor ama temel soru filmin seyircinin ilgisini bu finale kadar ne kadar ayakta tutabildiği.

Filmin üzerinde durduğu üç temel ayak var: Samanta Morton’ın oyunu, hikâyenin geçtiği İrlanda’daki Achill adası ve senaryo. Bu üç ayağın ilk ikisi filmi gerçekten ayakta tutan unsurlar oluyor. Morton her zaman olduğu gibi rolünün içine girmiş ve karakterini yaşayan havası ile güçlü bir oyunculuk sergiliyor. Annelik üzerine, tutku ve bağlılık üzerine ve bir annenin başına gelebilecek en büyük felaket üzerine çarpıcı bir resim veriyor film boyunca. Çekimlerin yapıldığı ada ise görsel özellikleri ile hem kendi başına çekici bir neden oluyor filmi syretmek için hem de ıssız, geniş alanları ve sert dalgaları ve kayalıkları ile hikâyenin sunmaya çalıştığı atmosfere de katkıda bulunuyor. Buna karşılık üçüncü ayak –hikâyenin kendisi- yeteri kadar etkileyici değil ve istendiği kadar çarpmıyor seyredeni. Öyle ki küçük kızın gerçek kimliğinin ne olduğu konusundaki belirsizlik sık sık Morton’ın canlandırdığı anne karakterinin güçlü annelik duygusunun ve kıza duyduğu bağlılığın neden olduğu dramatik etkinin gerisinde kalıyor.

Türüne yeni bir zenginlik katmayan bu film hikâyesindeki kimi aksak yanlarına, dramatik bir film olmakla bir korku filmi olma arasında kalmış olmasına ve finalini ucu açık bırakan başarılı filmlerin aksine seyircide müphemliğin değil yarım kalmışlığın verdiği bir rahatsızlığa neden olmasına rağmen seyredilebilir bir film. Öncelikle ve özellikle Morton, İrlanda ve ne kadar aksarsa aksasın çocukların korkutuculuğu üzerine olan hikâyesi için. Sinemanın bu perili/cinli/şeytanlı çocuk hikâyeleri ailelere dışarıdan katılan çocuklar üzerinden anlattığı ve zaman zaman vasata kayan bir film özetle.

(“Daisy”)