My Fair Lady – George Cukor (1964)

“Bir hanımefendi ile bir çiçekçi kız arasındaki fark onun nasıl davrandığı değil, ona nasıl davranıldığıdır”

Fonetik uzmanı kibirli bir profesörün, sokak ağzının en kaba hâlini konuşan bir çiçekçi kızı altı ayda yüksek sosyeteye rahatça karıştırabileceği konusunda iddiaya girmesinin hikâyesi.

Bernard Shaw’un 1913 tarihli “Pygmalion” adlı oyunundan uyarlanan Alan Jay Lerner ve Frederick Loewe müzikalinin sinema versiyonu. Tiyatroda ilk kez 1956’da sahnelenen müzikalin altı yıl sonra çekilen bu sinema uyarlamasında senaryoyu Alan Jay Lerner yazarken, yönetmenliği George Cukor üstlenmiş. Sahnede çok beğenilen ve yıllarca oynayan müzikalin sinema karşılığı da aynı derecede başarılı olmuş ve on iki dalda aday gösterildiği Oscar ödülünü, aralarında Film, Yönetmen ve Erkek Oyuncu’nun da olduğu sekiz farklı dalda kazanmıştı. Hollywood’un en bilinen ve sevilen müzikallerinden biri olan film bugün türünün de klasiklerinden biri kuşkusuz. Müzikalseverlerin mutlaka görmesi gereken çalışma bugün bir parça uzatılmış görünüyor ve belki şarkıları da bu türün en sevilenleri arasında değil ama Hollywood’un usta elleri ile çok iyi parlatılmış, set / kostüm tasarımları ile göz dolduran ve Cukor’un -keşke daha fazla olsaymış diyeceğiniz- üslup denemeleri ile süslenen başarılı yönetmenliği sayesinde hâlâ keyifle seyredilebilecek bir yapıt.

1956’daki tiyatro versiyonunda başrolleri paylaşan dört oyuncudan (Rex Harrison, Julie Andrews, Robert Coote ve Stanley Holloway) ikisi (Harrison ve Holloway) Cukor’un yapıtında da aynı rolleri üstlenirken, Andrews’ın yerini Audrey Hepburn almış. Yapımcıların onu yeterince büyük bir isim olmaması düşüncesi ile elemesi ilginç bir sonuca neden olmuş ve Andrews aynı yıl bir başka müzikaldeki (“Mary Poppins”) performansı ile Oscar alırken, Hepburn ödüle aday dahi olamamıştı. Ödül için oy verenlerin Andrews’a haksızlık yapıldığını düşünerek bu seçimi yaptığı konuşulmuş o tarihte uzun uzun; sonuçta Hollywood’un uzun bir süre gözdesi olmuş müzikal türünün Oscar kazanan bir örneğinde başroldeki bir yıldız kadın oyuncunun aday dahi gösterilmemiş olması sıradan bir durum değil gerçekten de. Hepburn’un performansını “Çiçekçi Kız” ve “Hanımefendi” olarak ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor; ilkinde sanatçının oyunculuğu bir müzikalin kabul edilebilir doğrudanlığı ve vurgusu içinde bir çiçekçi kız için uygun ama -rolü gereği- abartılı aksanı ve çığlık çığlığa konuşması ile yıldızın en iyi örneklerinden birisi değil. Buna karşılık çiçekçi kız bir hanımefendiye dönüştüğü anda tüm o doğal zarafeti, kırılganlığı ve görkemli güzelliğini başarılı bir şekilde kullanıyor Hepburn ve hem oyunculuğu hem görünümü ile göz alıcı bir güzelliğe ulaşıyor. Oscar alan Harrison ise müzikal sahnelerinde şarkıları söylemek yerine konuşma tarzında seslendirse de oyunculuğu ile bu açığı kapatıyor ve kibirli karakterini sağlam ve eğlenceli bir performansla getiriyor karşımıza. Çiçekçi kız Eliza’nın babasını oynayan Holloway da İngilizlere özgü sağlam karakter oyunculuğu ile Oscar’a aday olurken, rolünün hakkını hayli keyifli bir biçimde veriyor. Profesörün annesi rolündeki Gladys Cooper Oscar’a aday olan performansı ile rolünün gereğini yerine getirirken, profesörle iddiaya giren albayı canlandıran Wilfrid Hyde-White da işini hakkı ile yapmış. Oyunculuklarla ilgili son bir not olarak, Hepburn’ün başta karşı çıkmasına rağmen, şarkılı sahnelerde çoğunlukla onun değil, Marni Nixon’ın sesini duyduğumuzu da söyleyelim.

En kaba aksanlarından biri ile İngilizce konuşan ve sokaklarda çiçek satan bir genç kadını (Eliza) sosyetenin yadırgamayacağı, hatta hayran olacağı bir kadına dönüştürme hikâyesi anlatan müzikalin şarkıları türünün en çok hatırlanan örneklerinden değiller belki ama yine de “Wouldn’t It Be Loverly?”, “Show Me” ve “I Could Have Danced All Night” gibi hayli keyifli ve hem genel olarak bir müzikale hem de bu hikâyeye çok yakışan melodileri dinlenme (ve seyretme) fırsatı veriyor film bize. Belki onlardan da fazla, bir müzikalden beklenen çekiciliği ise bazı sahnelerdeki “koreografi” ve Cukor’un üslup denemeleri sağlıyor filme. Örneğin Ascot yarışları sahnesi mükemmel görselliği ve kalabalık figüran kadrosunun sahne içindeki koreografisi ile dört dörtlük. Kostümlerin filme kattığı ve mükemmel denebilecek bir görsel zenginliğin zirveye çıktığı sahnelerden biri bu (Bir diğeri ise Hepburn’e âşık olmaktan kendini alamayacağınız, elçilikteki balo sahnesi). Cukor bu sahnede oyuncuları “dondurarak” adeta görselliğin tadını çıkarmamıza olanak sağlarken, bir yönetmen olarak kendisine sağlanan potansiyeli sonuna kadar ve hayli cazibe yaratacak şekilde sonuna kadar kullanmış. “Londra sokaklarının uyanması” sahnesinde ise farklı bir biçimsel denemede bulunuyor yönetmen. Sahneye farklı anlarda soktuğu halk gruplarını sıra ile dondurarak bir sonrakini alıyor görüntüye ve sonra tümünü birden canlandırarak bir şehrin karmaşasını gözümüzün önünde yaratıyor adeta. Ne var ki Cukor bu denemelerin sayısını kısıtlı tutmuş ve genellikle klasik dile sadık kalarak seyirciyi “ürkütmemeyi” tercih etmiş.

Hikâyenin temelinde sınıf fark(ı)(ları) var ama müzikal bunun üzerine aslında yapması gereken şekilde gitmiyor. Profesör sınıf ayrımından bahsediyor ama bunu “sözlü sınıf ayrımı” ifadesini kullanarak yapıyor. Bir tarafta İngilizceyi mükemmel (olması gerektiği gibi!) konuşanlar, diğer tarafta ise farklı düzeylerde de olsa dili yanlış kullananlar var ona göre. Bernard Shaw’un farklı eserlerinde dile getirdiği esprili düşüncesi (“Britanya ve ABD ortak bir dilin dilin ayırdığı iki millettir”) burada da karşımıza çıkıyor ve profesör bir sahnede şöyle diyor: “İngilizcenin tamamen yok olduğu yerler bile var, Amerika’da yıllardır kullanılmıyor”). Çiçekçi kız için aksanı ve kötü İngilizcesi onun sokak yerine, bir dükkanda çiçek satmasına bile engel ama hikâye tek neden buymuş gibi davranıyor. Eliza’nın sosyeteye katılırken oldukça yoğun bir çaba ile dilini düzeltmesi tek başına yeterliymiş gibi düşünüyor hikâye ama onun yoksulluğunun tüm sorunlarının ana kaynağı olduğuna değinmiyor. Sonuçta tüm o muhteşem kostümler ve mücevherler olmasa kendisini hiçbir çaba ve güç o ortama sokamazdı. Bunun yanında, Eliza’nın dil dışındaki eğitimini de hiç göstermiyor film ve onun bir kuğu zarafetine kavuşması sanki sadece dil eğitiminin sonucuymuş gibi görünüyor, aslında hikâyenin -doğal olarak- böyle bir iddiası olmasa da. Özetle söylemek gerekirse, Eliza’yı ölünceye kadar sokaktaki sefil hayatına mahkûm edecek olan, profesörün iddiasının aksine “kaldırım İngilizcesi” olmasa gerek! Genç kadının babasının “ahlaksız bir teklif”le kendisini kurtarmaye çalışırken, bu seçimini izah eden sözleri (“Hayır, ahlak edinecek kadar param yok”) ise arada kaynar gibi olsa da, oldukça cüretkâr ve bir o kadar da doğru bir cümle.

Aslında hikâyenin temel çekiciliği çiçekçi bir kızın bir düşese dönüşmesi değil; profesörün kızı sadece iddiası için kullandığı bir denek olarak görmesi ve Eliza’nın kişiliğini ve onurunu kanıtlama ve koruma mücadelesi daha fazla düşünme alanı sağlıyor seyirciye. Evet, burada da işler bir klasik müzikalde olması gerektiği şekilde ilerliyor ama en azından hikâyeye yeni bir kanal açılıyor. Sonuçta hayli uzun bir film bu (170 dakika) ve çok da dinamik bir temposu yok; bu nedenle bu yeni kanal hikâyeye de seyirciye de yeni bir nefes olanağı sunuyor. Tümü Oscar kazanan set tasarımı (Gene Allen, Cecil Beaton ve George James Hopkins), kostüm tasarımı (Cecil Beaton) ve görüntü yönetimi (Harry Stradling Sr.) ile de parlak bir başarıya ulaşan filmde profesörün eski öğrencisi, sinsi fonetik uzmanı Zoltan’ın (Theodore Bikel keyifli bir şekilde canlandırmış bu “kötü” karakteri) tıpkı George Cukor gibi Macar olması da ilginç bir tesadüf. 17 Milyon Dolar tutarındaki bütçesi ile o tarihe kadar çekilmiş en pahalı film olan çalışma Hollywood’un ustalığının ve müzikal alanındaki tecrübesinin parlak örneklerinden biri olan bir klasik şüphesiz. Erkek ile kadın kahramanlar arasındaki yaş farkı, kadına pek modern denemeyecek bakışı ve dili sınıf farkının ana nedeni olarak görmesi gibi sorunları olsa da ve Eliza’ya ilk gördüğü andan itibaren âşık olan ve hikâyenin başından sonuna kadar ona hep iyi niyetle yaklaşan Freddy karakterine (Jeremy Brett) haksızlık etse de önemli bir film bu. Sağlam bir müzikalde olması gerektiği gibi, şarkılarının hikâye ile organik bir bağının olduğu film yüksek olmayan temposuna ve uzun süresine rağmen su gibi akıp gitmesi ile de dikkat çekiyor.

(“Benim Tatlı Meleğim”)

Let’s Make Love – George Cukor (1960)

“Biri zenginler parası olan fakir insanlardır demiş. Yanılıyor, onlar insan bile değildir”

Bir müzikalde kendisi ile dalga geçildiğini öğrenen bir zengin adamın oyuna müdahele etmek istemesi ile başlayan olayların hikâyesi.

Frank Sinatra Paris’e gider de Yves Montand New York’a gelmez mi? Marilyn Monroe’nun tamamlanabilen bu sondan bir önceki filminde Montand filmin hemen başında belki bir parça uzun ama kesinlikle eğlenceli bir biçimde ve resimlerle anlatılan atalarından devraldığı mirası daha da büyütme derdinde ve kadın avcısı bir zengin rolünde beklenenden daha az şarkı söylüyor belki ama hikâyenin doğası gereği Sinatra’nın Paris’te geçen kimi filmlerinde sırıttığı kadar sırıtmıyor.

Biraz yorgun görünen bir Monroe var bu müzikal filmde ama yine de başlangıçtaki “My Heart Belongs To Daddy” şarkısı başta olmak üzere Monroe filmi sürükleyen isim oluyor. Klasikleşmiş bu şarkı eşliğinde Monroe elbette ve her zamanki gibi çok cazip ve seksi ve masumiyeti birleştiren performansı ile çok başarılı. Cole Porter’ın 1938 yılında başka bir müzikal için bestelediği şarkı bu filmdeki Monroe yorumu ile bilniyor en çok ve seyirciye keyifli anlar sunuyor filmin hemen girişinde. Bir sonraki ve gösterime giren son çalışması olan “The Misfits” filminde olduğu gibi Monroe yine anaç bir karakteri oyunuyor ve etrafındaki herkese yardımcı olmaya çalışan, sanki herkesin neye ihtiyacı varsa onu vermeye çalışan bir müzikal yıldızında herkes için üzülen ve her zaman kendinden vermeye hazır bir karaktere can veriyor. Holywood elbette bu filmde de onu “sömürmeye” devam ediyor ve etrafındakilerin ne konuştuğunu anlamak için akşam lisesine giden bir aptal sarışın rolüne layık görüyor onu. Sevgilisi rolündeki o dönemin ünlü İngiliz şarkıcısı Frankie Vaughan sadece şarkı söylemeliymiş dedirten bir performans verirken senaryonun harcadığı isim Tony Randall oluyor. Sürekli mutsuz ve endişeli yüzü ile filmin başında ana karakterlerden biri gibi iken sonradan ortadan kaybolan Randall göründüğü sahnelerde filmin komik anlarına da imza atıyor.

Milton Berle, Gene Kelly ve Bing Crosby’nin küçük rolleri ile yer alarak tatlı sürprizler yarattığı film ne yazık ki bu üçlünün Montand’ı eğittiği ve yüksek komedi potansiyeli taşıyan sahneleri gerektiği kadar çarpıcı bir biçime sokamayarak bu ünlü isimlere de haksızlık ediyor. Belki hikâyesinin ve şarkılarının yeteri kadar bütünleşmemesinden de kaynaklanan bir nedenle yeteri kadar çarpıcı olamayan ama başta “My Heart Belongs To Daddy” olmak üzere, “Let’s Make Love” ve “Incurably Romantic” şarkıları ile hayli eğlenceli bir film. Monroe ve Montand’ın moda deyimi ile kimyası pek uyuşmamış görünüyor ama sonuçta hikâye bunu amaçlamıyor zaten.

(“Gel Sevişelim”)