Mister Johnson – Bruce Beresford (1990)

“İyi bir adamsın Johson. Bir siyah adamın olabileceği kadar iyi”

1923 Nijerya’sında ne ırkdaşları ile ne de sömürgeci beyazlarla uyum sağlayabilen ama kendini bir İngiliz centilmeni olarak gören bir siyah adamın hikâyesi.

Tozlu kasaba sokaklarında bir İngiliz centilmeni kıyafeti ile dolaşan bir siyah adamın yadırgatıcı görüntüsü ile başlayan film ne anlatmaya çalıştığı konusunda kafası karışık veya daha doğru bir deyişle sanki bir şey anlatmak gibi bir derdi de olmayan bir çalışma. Kendisini beyaz zanneden bir siyah adamın trajedisini tüm hikâyesi boyunca zayıflatmak için elinden geleni yapan film trajediyi öne çıkarmaya çalıştığında da inandırıcılığında eksik kalıyor ve ortalamanın üzerine çıkamıyor.

Baş oyuncusu Maynard Eziashi’nin başarılı oyunu dışında Pierce Brosnan dahil diğer tüm oyuncuların hiç asılmadan adeta öylesine oynadıkları film İngilizlerin sömürgeciliği üzerine dahi elle tutulur nerede ise tek kelime etmiyor ama “The Bridge on the River Kwai” filminden gelen bir geleneksel söylemi devam ettiriyor: İngilizler hangi koşul altında olursa olsunlar ellerindeki inşaat işini asla bırakmazlar. O filmde bir köprünün, bu filmde bir yolun inşaatı gösteriyor ki İngilizler için bu müteahhitlik işi ölüm kalım meselesi imiş.

Film neleri ıskalıyor oysa ki; kahramanımızın trajedisini doğuran koşulların yaratıcısı olan İngiliz sömürgeciliği, olmak istediği ile olduğu arasında sıkışmış bir adamın trajedisi ve üstünde gördüklerine yanaşmak veya onların soluk ve sahte de olsa bir taklidi olmak için kendi özünü reddeden bir adamın içine düştüğü durum gibi başlıkların her biri Bruce Beresford gibi bir yönetmenin elinde çok daha başka yerlere gidebilirdi ama yönetmenin elindeki malzeme/senaryo elini tutuyor bu filmde. Geriye Eziashi’nin oyunu, batan güneşte Afrika manzaraları gibi klişeleri sık sık kullansa da genelde başarılı olan bir görüntü yönetimi ve dans eden Afrikalıların çekici görüntülerinden başka bir şey kalmıyor. Yumuşak bir tonda anlatılan filmde gereksiz ve yadırgatıcı bir sertlik yaratan cinayet sahnesi ve asıl trajediyi örtecek şekilde öne çıkarılan kahramanımızın “iş bitiriciliği” gibi unsurları ile zayıf bir film özet olarak.

(“Bay Johnson”)

Bonnie and Clyde – Arthur Penn (1967)

“Bir gün düşecekler beraber, yan yana gömecekler cesetlerini”

1930’lu yıllarda krizin ortasındaki Birleşik Devletlerde yaşanan ve gerçek bir soygun çetesini anlatan bir hikâye.

Hem yönetmeni Arthur Penn’in hem de 1960’lar Amerikan sinemasının en parlak örneklerinden ve sinemanın çehresini değiştiren filmlerden biri. Amerikan sinemasının bir zamanlar yaratıcı yönetmenlerin çektiği, standart normların çerçevesini zorlayan ve “sanatsal ve entelektüel” açıdan Avrupa sinemasından esintiler taşıyan filmler üretebildiği gerçeğinin en görkemli örneklerinden de biri aynı zamanda.

Orijinal bir senaryodan çekilen film anlattığı gerçek hikâyeyi epey –ve elbette- oldukça değiştirmiş. Örneğin filmdeki C.W. karakteri gerçekte çetenin iki ayrı karakterinden oluşturulmuş. Filmin gerçekten uzaklaşan diğer yönü ise bu tür somut gerçeklerin değiştirilmesine ilave olarak filmin kahramanlarını anlatırken benimsediği tavır. Aynı zamanda kimi yoğun eleştirilere de neden olan bir şekilde Bonnie ve Clyde karakterlerinin nerede ise romantik bir üslup ile anlatılıyor olması filmin çarpıcılığında ve günümüze kadar süren kalıcılığındaki en önemli etken. Tüm kadronun müthiş bir oyunculuk gösterisi yaptığı filmde oyuncuların zaman zaman gösterişçi ve stilize bir atmosfere bürünen oyunları ve yönetmenin hemen her karesi yaratıcılığı ile hayrete düşüren mizansen anlayışı filmin başarısında öne çıkan diğer unsurlar olarak göze çarpıyor.

Evet tüm kadro sürekli birbirinden rol çalıyor adeta film boyunca ama Bonnie rolündeki Faye Dunaway ve Buck Barrow rolündeki Gene Hackman’a ilave bir övgü gitmeli. 60’lı ve 70’li yıllarda üst üste çektiği başarılı filmlerle sinema tarihinde iz bırakan bir isim Faye Dunaway ve Oscar aldığı “Network” filminden sonra kariyeri tuhaf bir şekilde irtifa yitiren sanatçı göründüğü ilk kareden başlayarak filmdeki rolünü başka bir ismi bu rolde düşünmeyi imkânsız kılacak bir şekilde kendisine ait kılıyor. Hackman tuhaf enerjisi ve tuhaf karısından kaynaklanan arada kalmışlığı ile Amerikan sinemasında epeyce eksilmiş olan bir oyuncu türünü hatırlatıyor; bir parça “Metod” oyunculuğu, çarpıcılığı asla eksik olmayan bir doğallık ve kelimenin her iki anlamını taşıyan bir ifade ile güçlü bir stil. Warren Beaty, Michael J. Pollard ve Estelle Parsons da en ufak bir aksama içermeyen oyunları ile filmin oyunculuk çizgisinin çok yukarılara taşınmasına destek veriyorlar.

Gayet Avrupalı bir sahne ile açılıyor film ve öyle ki sanki bir Fransız filminde Jeanne Moreau’yu seyrediyor gibi seyrediyorsunuz Faye Dunaway’i bu sahnede. Film sadece bu Avrupalı havası ile değil en az onun kadar senaryosunun benimsediği tavır (veya yanında olmayı seçer gibi göründüğü taraf) ile de dönemin filmlerinden çok farklı bir yerde duruyor. Sonuçta hikâyesi anlatılan bir suç çetesi ve sadece bankaları değil benzin istasyonu veya küçük dükkanları da soyan bir çete bu. Hatta dönemin medyasının ve polis güçlerinin yarattığı imajın tersine bankalardan çok bu ikincileri soymayı tercih etmişler. Bu ayrım da önemli çünkü film hikâyenin geçtiği ve kapitalist sistemin en büyük krizinin yaşandığı dönemi sık sık hatırlatıyor bize. Bu hatırlatmayı yaparken de ödeyemediği kredi borcu nedeni ile yıllardır oturduğu evi boşaltmak zorunda kalan aileden, kahramanlarımız polisten kaçarken onlara destek olan ve kriz nedeni ile sefalet içindeki kamplarda yaşayan yoksullara bizi bir yoksulluk manzarası içinde gezdiriyor sık sık. Bankanın el koyduğu evdeki tabelasını kurşunlaması için çiftçiye silahını veren Clyde’ın “biz banka soyarız” cümlesine çiftçinin gösterdiği sessiz ve memnuniyet dolu onayı ve polislerin sık sık alay konusu olması filmin durduğu tarafın açık göstergeleri. Filmin eleştirilebilecek tek yönü de belki de burası aslında çünkü sadece insanları yoksullaştıran ekonomik düzenin temsilcilerinden ve mimarlarından olan bankalara değil küçük esnafa da el atan bir çete söz konusu gerçekte. Filmin hikâyeyi romantize etmesi senaryonun saldırmayı seçtiği hedefler açısından doğru görünmekle birlikte çetenin bir “Robin Hood” vazifesi görmediği de açık.

Film sadece yukarıda bahsedilenler açısından değil, seksi kullanımı açısından da dikkat çekmişti o yıllarda. Clyde’ın “iktidarsızlığı” veya Bonnie ile ilk yattıklarındaki çocuksu neşesinden tabanca üzerinden ima edilenlere kadar dönemin normlarının dışına çıkan bir film bu. Yönetmen Penn “Little Big Man” ile birlikte en başarılı iki filminden biri olan bu yapımda zaman zaman başvurduğu etkileyici yakın plan yüz çekimleri, bir rüya atmosferi içinde ve flu tonlar ve pastel renkler kullanılarak anlatılan “aile ile buluşma sahnesinin” tuhaf çekiciliği, örneğin ormandaki kıstırma sahnesi gibi etkileyici sahneleri ve elbette finaldeki görüntüleri ile çok başarılı bir iş çıkarıyor. Tüm bunlara açılıştaki Dunaway’in yataktaki yakın plan çekimlerini içeren sahnenin büyüsünü de katmak gerek.

Ün kazanan bir çete üzerinden kendi ratinglerini yaratmaya çalışan medyaya ve olayın büyümesini ve insanların yoksulluk içinde yaşarken “oyalanacakları” bir konunun çıkmış olmasına adeta sevinir gibi davranan düzenin bekçilerine de oklarını fırlatmayı ihmal etmeyen stilize, çarpıcı ve keyifli bir film. Sinema tarihinin olmazsa olmazlarından.

(“Bonnie ve Clyde”)

Bread and Roses – Ken Loach (2000)

“Bir arada olmamız bana unuttuğumuz bir şeyi hatırlatıyor. Birlikteyken sandığımızdan çok daha güçlüyüz. Daima”

Kaliforniya’da ofis temizlik işinde çalışan Meksika kökenlilerin sendikalaşma hikâyesi.

İngiliz yönetmen Ken Loach’tan yoksulluk, sömürü, liberal ekonomik düzenin kurbanları ve genel olarak sosyal sorunlar üzerine bir film. Hakların ve özgürlüklerin ancak birlikte hareket edilerek elde edilebileceğini savunan film sinemasal özelliklerinden çok savundukları ile dikkat çeken ve bir parça naif senaryosu ile umudu öne çıkarmayı tercih eden bir havaya sahip.

Yoksulluk ve onun neden oldukları filmin hikâyesinin beslendiği ana kaynak olarak görünüyor filmde. Zorunlu olarak başka bir ülkede yaşamak zorunda kalmak, kaçak işçilik, işsizlik ve yüzeydeki refah görüntüsünün arkasındaki sefalet filmin her anında karşımıza çıkıyor. İnsanca yaşamak için katlanılmak zorunda kalınan tacizin her türlüsünden bireysel kurtuluş için muhbirlik yapmaya, daha azı ile yetinecek olanların varlığının neden olduğu verilen ile yetinme zorunluluğundan aşağılanmaya insan onurunu inciten pek çok muamele ve tavır filmde kol geziyor. Bu “trajik” öğeler yeterince güçlü bir şekilde gösteremiyor filmde kendisini ve bunun da iki temel nedeni var. Filme bir şey katmayan, aksine gereksiz bir yumuşamaya neden olan aşk hikâyesi ve yönetmenin filmini belki bir parça daha “eğlenceli” kılabilmek için takındığı hafif tavır.

Filmin iki baş kahramanını canlandıran Pilar Padilla ve Adrien Brody üzerlerine düşeni yapıyorlar ama özellikle dikkat çeken bir başarıları yok oyunculuklarında. Buna karşılık Padilla’nın ablasını canlandıran Elpidia Carrillo çok güçlü bir oyunculuk gösterisinde bulunuyor ve başta “itiraf” sahnesi olmak üzere göründüğü her kareye damgasını basıyor. Onun hikâyesi filmin belki daha da öne çıkarılması gereken kısmı gibi görünüyor ve örneğin “vasat sularda” gezinen bir aşk hikâyesinin yanında çok daha anlamlı duruyor. Sadece ekmeğe değil bu ekmeği kazanırken ve harcarken güllere de sahip olmak isteyen bu yoksul insanların hikâyesini anlatan Loach sanki olmasını umut ettiği bir değişimi/devrimi sunmak istiyor gibi bize. Halklara ve dayanışmaya övgüler düzen filmde direnişçilerin hedeflediklerini elde etmek için kullandıkları yöntemlerin gerçekçiliği ABD için belki tartışılabilir ama Türkiye için “saf bir umuttan” öteye gitmeyeceği açık. Vahşi veya bir başka deyişle vampir kapitalizmin en uç noktalarında yaşayan bir ülkede işçilerin direnişleri için yaptıklarının onları filmdeki gibi göreceli bir mutlu sona kavuşturmayacağı aksine çok daha vahim sonuçlar doğuracağı kuşku götürmez bir gerçek.

Gereğindan fazla yumuşak bir tavır takınılmış olsa da ve “party crash” ile yaratılan çözümlerin gerçekçiliği tartışılır olsa da, taşeronluğun vahameti üzerine çok şeyler söyleyen ve gösteren film sadece birlikte hareket etmeyi önermesi ve dayanışma güzellemesi ile bile kesinlikle ilgiyi hak eden ve Loach’ın sorumlu sanatçı kimliğinin izlerini taşıyan bir çalışma. “Besledikleri, pisliklerini temizledikleri ve her şeylerini hazır ettikleri ama yine de kendilerini görmeyen” insanlara varlıklarını gösterme telaşındaki insanları anlatan bir film kesinlikle ve elbette görülmeli.

(“Ekmek ve Güller”)

Roma – Federico Fellini (1972)

“1 nolu modelimiz, yeni rahipler için. Geleneksel kesimlerle ve siyah saten kumaştan. Mevsimine göre ipek veya yün kumaşlar da kullanılabilir”

Fellini’den onun Mussolini döneminde Roma’ya gelmesi ile başlayan ve 70’lerin Roma’sına uzanan bir şehir hikâyesi.

Federico Fellini’den Roma üzerine ama şehrin kendisinden çok insanlarına ve onların biçimlendirdiği ve onları biçimlendiren kültüre odaklanan bir film. Yönetmenin ayrılmaz bestecisi Nino Rota’nın notaları eşliğinde anlatılan filmin alışılagelen anlamda bir hikâyesi yok. Birbirinden bağımsız bölümler halinde anlatılan film kronolojik olmayan bir sırada ve çoğunlukla eğlenceli kimi bölümlerle farklı bir tecrübe yaşatıyor seyredene ve bu nedenle standart ölçüler ile değil farklı bir gözle değerlendirilmesi gerekiyor.

Fellini yerleşik pek çok değerle eğleniyor film boyunca ve başta din ve militarizm olmak üzere yerleşik kurumlarla hiç çekinmeden dalgasını geçiyor. Yönetmen alamet-i farikası olan grotesk öğeleri ve elbette büyük göğüslü İtalyan kadınları da sık sık karşımıza getirdiği filminde kimi unutulmaz sahnelere imza atıyor. Başlarda yer alan ve sinema ekibinin yağmur altında sıkışık Roma trafiğinde ilerlediği sahne kimi uzun süren çekimlerle çok başarılı. Belgesel havasındaki bu sahneler otoyoldaki beyaz at ve kaza görüntüleri ile gerçeküstü bir hava yaratan atmosferi ile çok etkileyici ve Kolezyum’da sonlanan yolculuk tam bir sinemasal keyif anı. Bu “soğuk ve etkileyici” bölüme zıt tonları olan çok eğlenceli bölümler de var filmde. Sokakta yenen toplu yemek sahnesi Akdeniz insanlarını tüm çıplaklıkları ile karşımıza getirirken, rahipler için düzenlenen defile sahnesi gerçeküstülüğü ve alaycılığı en uç noktalara taşıyor. Görsel olarak en çarpıcı kareler ise gece tramvay raylarına kaynak yapılırken ortalığı aydınlatan mavi kaynak ışığı ve binaların duvarlarına yansıyan ve Mussolini faşizmine gönderme yapan kocaman kurt/köpek gölgeleri. Elbette varyete havalı tiyatro bölümünü de ıskalamamak gerekiyor. Biraz fazla uzun sürse de bu bölüm sahnedekilerden çok seyirci koltuklarındaki tiplemeler aracılığı ile çok ama çok eğlendirici ve tüm o bağıran, kavga eden, laf atan, eğlenen tipler “yaşayan” İtalyan halkını sergiliyor seyredene.

Filmde iç acıtan bir de metro kazısı bölümü var. Şehrin tarihi gereği sık sık durmak ve yön değiştirmek zorunda kalınan bu inşaat sırasında ortaya çıkan iki bin yıllık duvar resimleri ve hava ile ilk temasta bu resimlerin gözle görünür bir hızda silinmeye/yok olmaya başlaması iki açıdan çarpıcı; tarihe ve onun izlerine “çanak, çömlek” diye yaklaşmayan bir kültür ve onca yıl ayakta duran resimlerin günümüz uygarlığı ile ilk temasında yok olması.

Fellini filmde kendisi de bir sinema ekibinin parçası olarak görünürken Anna Magnani ve Marcello Mastroianni’nin de aralarında bulunduğu kimi ünlü isimler de çok kısa rollerde filme renk katıyorlar. Parçalı bir kurgu ile anlatılan film belgesel havalı bir yaklaşımla bir şehire alaycı, eleştirel ama kesinlikle sevgi dolu bir yaklaşımın ürünü. Belki de şehrin kendisinden çok o şehri canlı bir varlığa dönüştüren halka ve kültürüne olan bir sevgi dolu yaklaşımın. Roma’nın ünlü eserlerinin, mimarisinin çok az göründüğü film bir hikâye seyretmek isteyenler için değil kesinlikle. Bölümlerin bir bütünselliği yeterince işaret edemiyor olması filmin en zayıf yanı olarak görünse de ve her anı aynı ölçüde çarpıcı olmasa da sonuçta bu film asıl olarak, ömrünün büyük bir kısmını geçirdiği bir şehire Fellini gibi dev bir ismin nasıl yaklaştığını merak edenler için. Farklı bir sinemasal tecrübe.