The Manchurian Candidate – John Frankenheimer (1962)

“Onun gördüğüm en cesur asker olduğunu söyledim ve hala da öyle düşünüyorum ama beynimin derinliklerinde bir yer bana bunun böyle olmadığını söylüyor”

Kore savaşında komünistler tarafından beyni yıkanan ve bir suikastçiye dönüştürülen bir asker ile onu durdurmaya çalışan bir başka askerin hikâyesi.

Richard Condon’ın bir romanından uyarlanan ve 2004 yılında ilki kadar başarılı olmayan bir tekrar yapımı da çekilen film altmışlı yılların klasiklerinden biri. İlk filmde kötü olan komünistler iken ikincisinde, artık korkacak veya korkutmak için kullanılacak bir sol tehlike kalmadığı için, şeytan rolünde küresel bir şirket vardı. Bu tür büyük bütçeli filmleri çeken şirketlerin kendisi de bir “büyük şeytan” değilmişcesine kendi kötücüllüklerini bile pazarlayabilmeleri kapitalizmin tipik bir göstergesi elbette. 1962 tarihli bu yapımın başarısındaki en temel etkenler kızıllardan korkuyu sömürmekte sonuna kadar gitmekten çekinmeyen romandan uyarlanan senaryonun gücü, yönetmen Frankenheimer’in parlak yönetim becerisi ve Angela Lansbury’in yardımcı bir rolde olsa da yer aldığı sahnelerde hayli öne çıkan oyunu gibi görünüyor.

John Frankenheimer daha ilk kareden başlayarak radikal boyutlara varmayan ama yine de o döneme göre hayli yenilikçi görünen farklı kamera açılarını kullanmaktan çekinmeyerek filme hayli değişik bir hava katmayı başarıyor ve filmin bugün bile modern bir atmosfere sahip olmasını sağlıyor. Sonuçta romandan kaynaklanan ve filmde hayli yumaşatılan kimi Freudyen öğeleri ile hayli ilginç olan hikâye aslında tipik bir soğuk savaş paranoyasının ürünü olsa da Frankenheimer’ın başarısı filmi komünizm korkusunu besleyen tipik ve nerede ise propagandacı bir eser olmaktan uzaklaştırıyor ve filme salt sinemasal kriterler açısından değerlendirilebilir özellikler katıyor. Başlardaki gereksiz görünen ve hatta rahatsız da eden dış ses kullanımının daha sonra bir kenara bırakılması yerinde bir tercih olmuş çünkü ancak kendi başına da sinemasal bir anlatım aracı olmadığı sürece dış ses hikâyenin anlatımında tıkanıldığının bir göstergesinden başka bir şey değil.

Filmi aslında sürükleyen iki baş oyuncusu Frank Sinatra ve Laurence Harvey ve bu iki oyuncudan birincisi genel vasatlığının en azından altına düşmeyerek, ikincisi ise incelikli oyunu ile üstlerine düşeni yapıyorlar ama asıl başarı Angela Lansbury’e ait. Hem filmin asıl sürprizinin parçası olarak hem de “kötülüğün” (komünizmin kötülüğün ta kendisi olduğunu kabul etmek şartı ile elbette) somut bir aracına dönüşmeyi başararak filmin öne çıkan ismi oluyor. Filmde Janet Leigh’in de yan kadroda bir rolü var ama hikâye ona pek de kendisini gösterme fırsatı sunmuyor. Onun Sinatra ile trendeki ilk karşılaşma sahnesi ve özellikle diyalogların garipliği ve bir sohbetteki gibi birbirini bütünlemekten çok adeta çağrışımlarla kurulan cümlelerle süslü bir garip ilk konuşmanın gerçekleştiği sahne yine dönemin standartlarının çok uzağında ve hayli çekici. Sinatra’nın Koreli uşak ile kavga ettiği sahne de yine başarılı bir şekilde kotarılmış ama eğer kavganın başlangıç ve devam şekli size “The Pink Panther” filmlerinde Peter Sellers’ın Burt Kwouk tarafından canlandırılan Çinli uşağı ile kavga ettiği sahneyi hatırlatırsa bunun sahnenin tadını çıkarmanıza engel olmasına izin vermemelisiniz.

Politik açıdan kışkırtıcılığı bir kenara koyularak seyredilmesi gereken film cinsel imaları ve toplumsal sınıflar ve politika üzerinden göndermeleri ile ilgi çekici. Beyni yıkanan bir beyaz ve bir siyah adamın gördükleri ortak bir kabusta bir otel lobisindeki dinleyicilerin tümünü tümü ile beyaz veya tümü ile siyah olarak hatırlamaları örneğin, üzerine hayli yorum yapılabilecek bir tercih. Çinli doktorun karikatürize hali dışında ve elbette “Amerika’nın Sesi” radyosuna uygun propagandacılığı bir yana, başarılı ve tekniği hayli güçlü bir sinema klasiği.

(“Casuslara Karşı”)

Anatomie – Stefan Ruzowitzky (2000)

“Kalbi siz çıkarmak ister miydiniz?”

Gittiği tıp okulunda gizemli ve yasa dışı işler çevrildiğini fark eden bir genç kadının hikâyesi.

Alman sinemasından ama tipik Amerikan özellikleri taşıyan bir korku ve gerilim filmi. Vasat bir Dan Brown romanından (evet vasat olmayan bir Dan Brown romanı olabilirmiş anlamı çıkıyor ama) uyarlanmış gibi bir havası olan film bu Amerikan havasını o kadar ileri götürüyor ki bir sahnesinde bir akıllı (elbette güzel ama mütevaziliği ve terbiyesi ön planda), bir seksi (gerçi o daha da zeki ama libidosu zekasının önüne geçmiş görünüyor) ve bir de çirkini bir araya getiriyor ve elbette ilk kurban tahmin edilen oluyor.

Çekinmeyen ve bazen amacını açık eden bir erotik yanı da olan filmin bu alandaki farklılığı erkeklerin de bu kullanımın aracı olmaları sık sık. Bunun dışında filmin pek de bir orijinal yanı yok ama yine de seyretme fikrini cazip kılacak başka ama sinemasal önemi tartışılır unsurlara sahip yine de. Örneğin filmin geçtiği Heidelberg kasabasının keşke daha çok görsek dedirten görselliği ve Türkiye’ye de gelen Gunther von Hagens’in “Bodyworks” başlıklı sergisindeki modellerden esinlenen insan bedeni tasarımlarının olağanüstü gerçekçiliği. Bunun dışında hikâyenin Nazi dönemine ve ondan da öncesine uzanan “gizli tarikat” referansları ve bu tür filmlerin değişmez dekor malzemesi olan çizimlerle dolu eski kitaplar, kötünün bazen beklenenden çok daha fazla yakında olması gibi heyecan öğeleri ancak türün meraklılarının ilgisini çekebilir gibi görünüyor.

Sonlara doğru ilginçleşmeye başlayan film tam da bu bölümlerde “nasıl ve neden” sorularını anlamsız kılacak tutarsızlıklara da savruluyor ama bu tür sorulara takılınmadan seyredilirse vakit geçirtmeyi başarabilir yine de. Bir Avrupa (bu film özelinde bir Alman) filminin bu türden pek çok örneği daha önce üretmiş Amerikan sinemasına öykünmesindeki gereksizlik bir yana bırakılarak göz atılabilecek ortalama bir film. Biraz gizem, biraz korku, biraz insanın kötücüllüğü ve bunların üzerine bolca erotizm sosu.

(“Anatomy” – “Anatomi”)

Big River – Atsushi Funahashi (2006)

“Bir Japon, bir Pakistanlı ve bir Amerikalı; çölün ortasında garip bir üçlüsünüz”

Arizona’da bir çölde tanışan bir Japon ve bir Pakistanlı erkekle bir Amerikalı kadının birlikte yaptıkları yolculuğun hikâyesi.

Phoneix, Arizona’da geçen film muhteşem çöl ve Grand Canyon görüntüleri eşliğinde anlatılan, çok ama çok sakin bir havada geçen ve temel olarak “ötekine” karşı duyulan güvensizliği anlatmaya soyunan bir hikâyeye sahip. Normal şartlarda birbirleri ile yolları hiç kesişmeyecek ve belki bu kısa birliktelikten sonra da birbirlerini bir daha hiç görmeyecek üç insanın bu ortak hikâyesinin Amerika’da geçiyor olması yönetmenin kendi ifadesi ile bu ülkenin bir zamanlar ortak bir geçmişi olmayan ve birbirlerine yabancı insanların bir araya gelmesi ile oluşmuş bir ülke olmasına ve özellikle 11 Eylül ile birlikte boyutu artan diğerinden duyulan derin kuşkulara bir gönderme taşıyor.

Yönetmen Atsushi Funahashi ile birlikte senaryonun yazılımına da katılan Eric Van Den Brulle’nin görüntü yönetiminin başarısından söz etmek gerek öncelikle. Çölün sıcaklığının uzantısı olan sarı ağırlıklı görüntüler, Grand Canyon’ın kızıl-sarı arası renklerle bezeli çarpıcı görüntüleri, zaman zaman mekanın büyüklüğü içinde zaten hayli küçük kalan karakterlerini iyice ufaltan uzak çekimleri ve örneğin kahramanların arabanın ön kaportası üzerinde ve ihtişamlı bulutların altında oturup konuşmadan önlerindeki boşluğa baktıkları kareleri ile görsel kalitesi çok yüksek bir film bu. Görüntülerin bu başarısına müziği de eklemek gerekiyor. Janek Duszynski imzalı çalışma filmin durgun atmosferini destekleyen ve filmden bağımsız kendi “sesi de” olan bir kaliteye sahip. Oyuncuların da filmin havasına uygun bir şekilde öne çıkmayan sade oyunculukları, zaman zaman kelimenin hem gerçek hem mecazi anlamı ile pasiflikleri filme katkıda bulunuyor.

Bu “çölde üç yabancı” hikâyesinin temel eksikliği ise hikâyesi veya daha doğru bir deyişle hikâyesinin yeterince özgün olmaması. Bağımsız ve minimalist filmlerin kıyısından geçtiği bir tuzak vardır ve adına hikâyesizlik veya hikâyenin önemsizliği denebilecek bu tuzak zaman zaman da doğal bir sonuca götürür seyredeni: sıkılmak. Bu film böyle bir sonuca götürmüyor seyredeni ama karakterlerin, özellikle de Amerikalı ve Pakistanlı karakterlerin bir parça klişelerle bezenmiş olması ve her üç karakterin detaylandırılmayıp havadada bıraklmış olmaları filme zarar veriyor. Sonuçta birbirine yabancı karakterler üzerinden ötekini anlama(ma), aslında insanların nasıl da birbirine benzediği ve ön yargılardan sıyrılmış yaklaşımların kazandıracakları başka pek çok filmde de ele alınmış temalar. Bu filmi bu temaları anlatırken özgün ve çekici kılan hikâyesi olamıyor özetle.

Sabırsız bir seyircinin müdahele edip hızlandırmak isteyeceği kadar yavaş akan bu film doğaçlama tadı taşıyan diyalogları ve konuşmaların arasına sık sık giren sessiz anları ile her sinema seyircisi için uygun değil elbette. Kahramanlarının bu kısa beraberliğinden geriye kalanın ne olacağını belirsiz bırakan finali ile doğru bir seçim yapan film görüntüler üzerinden düşünmeye açık, hikâyenin öncesi ve sonrasını kendisi çizmeye arzulu olanlar için öncelikle. Çölde karşılaşılan vahi batı şovu ve şovun yapıldığı kasaba, sis ve duman içindeki genç kız ve at görüntüsü ile filmin genel havasından hayli uzak ama etkileyici ve gerçeküstücü kareleri de olan film bireysel hayatlarımızı kolaylaştırıyor gibi görünüp bizi tuzağa düşüren ön yargılarımıza yeterince güçlü olmasa da seslenmeyi başarıyor. Üç insanın sessiz anlarını dolduran, paylaşılan ve tüm sohbetlere eşlik eden sigara ise alışkanlığı olmayanları bile etkileyecek kadar filmin bir parçası ve nerede ise filmin de kahramanlarından biri. Birleşip bir büyük nehiri beslemek veya kendi küçük yataklarında akıp gitmek arasında kalanlar için.

(“Büyük Nehir”)

Tony Rome – Gordon Douglas (1967)

“Fahişe sadece bir lakap ve sadece dostlarım bana öyle der”

Bir özel dedektifin kayıp bir broş ve sarhoş bir genç kız ile başlayan karmaşık bir olayı çözme çabasının hikâyesi.

Yorgun ve rolüne oturmamış görünen bir Frank Sinatra’nın üzerine kurulu film 30’lu ve 40’lı yılların Humphrey Bogart’lı kara filmlerine öykünen, kadınların yine erkeklerin gözünden görüldüğü ve anne veya fahişe sınıflarından birine oturtulduğu, hikâyesi yeterince çekici olmayan ama yine de 60’lardan getirdiği esinti ile seyredilebilir bir film. Bir yıl sonra yine Gordon Douglas tarafından ve Frank Sinatra’nın aynı karakteri canlandırdığı bir devamı da çekilen film Sinatra’nın zenginlerin akıl erdiremediği “yoz” dünyasına bulaşan dedektif rolündeki olmamışlığı ile garip duruyor bir yandan da.

Nancy Sinatra’nın seslendirdiği bir Lee Hazzlewood çalışması ile açılan filmin bu şarkısı belki aynı ikilinin “These Boots Are Made for Walkin'” veya “Summer Wine” şarkıları kadar çarpıcı değil ama yine de hoş bir giriş sağlıyorlar filme. Eski polis yeni dedektif, hem babacan hem çapkın, günümüzde Bruce Willis’in devralmış göründüğü ve en zor koşullar altında bile espri yeteneğini kaybetmeyen kahramanların eski örneklerinden biri Sinatra’nın zaman zaman sıkılmış bir havada canlandırdığı bu adam. Daha çok 60’lı ve 70’li yılların polisiye televizyon dizilerinden biri gibi duran film o dönem filmlerinin sinemasal kalitesi ne olursa olsun ve biraz da nostaljinin doğurduğu bir etki ile sahip olduğu cazibeyi tam anlamı ile taşımıyor. Sinatra’nın varlığını doğrulamak için filmde yer almış gibi görünen onca kadın karakterinin hepsinin elbette bir şekilde onun (bizim de varlığına ikna olmamız beklenen ama dürüst bir yaklaşım ile bakılırsa filmde pek de kendini göstermeyen) cazibesinden etkilenmesi anlaşılabilir bir durum belki filmi yapanlar açısından ama bu kadın karakterlerin o dönemin koşullarına uygun bir ölçüde erotik kullanımı ve biri hariç tümünün onun yanında aciz görünmeleri bugün rahatsız edebilir seyredeni. Bağımsızlığını ve kişiliğini korur gibi görünen ve Jill St. John’un tüm zarifliği ile özel bir hava kattığı karakteri de Sinatra’nın “yardımcısı” olma rolünden öteye geçemiyor ve zaten finalde de “namuslu” kadın olmayı seçerek kendisini özel kılan tek durumu da yok ediyor.

Hollywood sinemasının hemen tüm filmlerde dedektifleri (ve özellikle de eskiden polis olan dedektifleri) çok zeki ve becerikli, polisleri ise en hafif deyimle beceriksiz göstermesi burada da kendini gösteriyor elbette. Polisler hep geriden geliyor ve ancak dedektifimize yardımcı oldukları durumda bir anlam ifade ediyorlar. Bir devam filmini gerektiren nasıl bir cazibesi olmuş bu filmin bilinmez ama yine de hafif, esprili ve kadınları ile çekici bir dedektiflik hikâyesi izlemek isteyenler için.