To Livadi Pou Dakryzei – Theodoros Angelopoulos (2004)


Bugün dünya bir parça daha eksildi. Theodoros Angelopoulos öldü. Onun anısına “To Livadi Pou Dakryzei” filminden bir sahne. Hüzün, trajedi, aşk, düş kırıklığı ve kaybetmenin karelerinin ustası artık yok. İnsanlığın ızdırabını bundan sonra kim anlatacak?

(“The Weeping Meadow” – “Ağlayan Çayır”)

Alexis Zorbas – Mihalis Kakoyannis (1964)

“Tek bir eksiğin var: Çılgınlık. Bir erkeğin biraz çılgın olması gerekir. Yoksa ipini koparıp özgür olmaya cesaret edemez asla”

Babasından miras alan toprakları görmek için Girit’e gelen yarı Yunanlı yarı İngiliz bir aydının orada karşılaştığı bir Yunanlının etkisi ile hayatını sorgulamasının hikâyesi.

Nikos Kazancakis’in romanından uyarlanan film 60’lı yıllardan günümüze ulaşan, klasikleşmiş ve kimi nitelikleri ile kült özelliğini de kazanmış bir çalışma. Kıbrıs asıllı Yunanlı yönetmen Mihalis Kakoyannis’in filmi Batılıların gözünde finaldeki unutulmaz sirtaki bölümü ile ün kazanmış ve bu ünü ile Yunanistan’ın turizm cazibesini artırmak gibi sonuçlara neden olmuş olsa da sinemasal açıdan da önemli ve bu önemini özellikle uyarlandığı romana da hayli borçlu olan bir eser.

Romandaki Yunanlı aydının filmde bir yarı İngiliz’e dönüştürülmüş olması bir kenara bırakılırsa film, elbette sonda yer alan sahildeki dans bölümünde Anthony Quinn ve Alan Bates’in artık bir klasik olan sirtakileri, başlardaki dalgalar içinde sallanan gemideki yolcuların eğlenceli halleri veya ölen kadının evindeki eşyaları tam bir akbaba sürüsü davranışı ile yağmalayan köylüler gibi trajikomik sahneleri ile günümüzde de kendisini seyrettirmeyi başaracak sinema eserlerinden biri olmayı başarıyor. Film o lanetli (!) sirtaki sahnesi ile öne çıksa da hikâye boyunca köydeki yerli halkın davranış kalıpları üzerinden yerleşik uygarlık standartlarının dışındaki hayatları karşımıza getiriyor ve filme atfedilen tüm o turistik özelliklerin aksine kimi rahatsız edici yerel öğeleri açıkça göstermekten sakınmıyor. Dehşetli bir şekilde tipik Türk özellikleri bulabileceğiniz bu köylülerin köyün dul güzeline olan bakışları, onu alay, taciz ve aşağılama konusu yapan tavırları ve genel olarak bir meta olarak görmelerini olduğu gibi getiriyor karşımıza. Bu kadının yaşadıkları yarı Batılı aydının pasifliği ile doğulu Zorba’nın aktifliğini karşı karşıya getirmek gibi bir işlevi üstlenirken bir yandan da sanki hayatın Batı ile kıyaslandığında çok daha doğal ve dolu yaşandığı bir toplumda, işte o hayatın bir yandan da evcilleşmemiş ve hatta vahşi öğelerini muhafaza edeceğini de söylüyor. Bu doğallık ve vahşiliğin en bariz ama diğer tüm köylüler ile kıyaslandığında güzel olan hali ise Zorba karakteri ile getiriliyor karşımıza.

Vahşi, doğal ve güzel: Evet Anthony Quinn’in belki de kariyerindeki en parlak performanslarından birini verdiği filmde onun karakteri doğal hayatın içindeki yanlış ve yerleşik kuralları sorgulayarak ve onlara karşı çıkarak da doğalın güzelliğinin yaşanabileceğinin kanıtı adeta. Zorba ne kadar doğal, vahşi ve hayat dolu ise Bates’in aydın karakteri de o kadar kısıtlanmış, kurallı ve hayattan uzak düşen bir karakter. Hikâye bu farkı sık sık çeşitli örnekler ile vurgularken, bu kıyaslamanın en çarpıcı örneği ise Zorba’nın kadınlara yaklaşımındaki “Bağışlayıcı Tanrının affetmeyeceği tek günah bir erkeğin kendisini yatağa davet eden bir kadını reddetmesi” ile kendi ağzından özetlenebilecek doğallık ile Bates’in canlandırdığı Basil adlı karakterin tam da bu günahı işlemesine neden olan ve farklı okumalara açık pasifliği. Farklı okumalara açık çünkü Basil’in bu seçimini yapmasına neden olan durum onun iktidarsızlığı ile de açıklanabilir, Zorba ile arasındaki sıcak dostluk üzerinden eşcinselliği ile de. Film bu iki erkek karakter üzerinden ilerlerken kadınların hep ikinci planda olmasının ve başta bu iki erkek karakter olmak üzere filmdeki tüm erkeklerin belirlediği rolleri üstlenen karakterler içinde sınırlanmış olarak kalmasının hikâyeye getirilebilecek bir eleştirinin kaynağı olabileceğini de eklemek gerekiyor.

Quinn Oscar adayı olan oyunculuğunda kahramanının tüm enerjisini veya daha doğru bir deyişle hayat enerjisini perdeye yansıtmayı başarıyor. Kimi zaman tek başına tüm dünyaya karşı koyabilen Yunan mitolojisinden bir kahraman, kimi zaman en trajik olayın bile izini üzerinden atabilen bir güçlü kişilik ve kimi zaman da sinemanın gördüğü en eğlenceli çapkınlardan biri olmayı başarıyor hikâye boyunca Quinn. Onun karakterinin bu baskın özelliği kimi zaman filmin diğer öğelerini geri plana atar gibi olsa da oyuncunun takdirini engellememesi gereken bir durum bu. Alan Bates’in performansı Quinn’in sürekli sahne çalan performansının gölgesi altında kalıyor sık sık ve komik anlarda 60’lı yılların İzzet Günay’ı, dramatik anlarda ise tedirginliği zirveye çıkmış bir Anthony Perkins arasında gidip geliyor ama yine de kimi sahnelerde filme tuhaf bir çekicilik de katmıyor değil. Filmdeki oyunu ile Oscar kazanan Lila Kedrova görmüş geçirmiş Fransız madam rolünde görmelere seza bir oyun veriyor ve filmin Bates ile birlikte hüzünlü yanının da yaratıcısı oluyor.

Siyah beyazın yakıştığı kimi filmler vardır ve bu film de işte tam bunlardan biri. Walter Lassaly’nin görüntüleri adanın çıplak ve kimi zaman sert görüntülerini hiçbir anında kartpostal tuzağına düşmeden yalın bir biçimde getiriyor karşımıza. Mikis Theodorakis’in müziği için ise üzerinden geçen bunca yıldan sonra söylenecek yeni bir şey olmasa gerek. Başta sirtaki olmak üzere artık tam bir klasik olmuş bir müzik çalışmasından söz ediyoruz çünkü. Mihalis Kakoyannis’in yönetimi kimi zaman yeterince oturmuş ve tutarlı görünmese de ve film egzotizmden tümü ile kaçınamamış olsa da sonuçta karşımızdaki sinema tarihinin mutlaka görülmesi gerekli eserlerinden biri. Bir yandan belki popüler öğeleri olan ama öte yandan da bu öğelerin içine yerleştirdiği sert görüntüler ile sosyal bir eleştiriyi ihmal etmeyen, sonuçta bir ana karaya bağlı olsa da adanın farklılığının altını ustaca çizebilen ve ustalıklı final sahnesi ile Basil’in adaya uyumu veya işletilmeye çalışılan eski maden konusunda sonuç ne olursa olsun her sorunun eninde sonunda geçici olduğunu ve tüm sorunlara tek cevabın da “dans etmek” olduğunu söyleyen hikâye, Basil’in kırılma noktası olan ve “bana dans etmeyi öğret” dediği karede olduğu gibi bazen içimizdeki duvarları yıkacak sağlam ve güzel dostların değerini göstermesi ile bile ilgiyi kesinlikle hak ediyor.

(“Zorba the Greek” – “Zorba”)

Dim Sum Funeral – Anna Chi (2008)

“Affetmek dünyadaki en zor iş. Umarım yapmanın bir yolunu bulursun yoksa mutsuz bir insan olarak kalacaksın”

Ölen annelerinin cenazesi için bir araya gelen ve uzun süredir ilişkileri kopmuş Çin asıllı dört Amerikalı kardeşin yeniden aile olma çabalarının hikâyesi.

Aile temalı filmleri gösteren bir televizyon kanalında dönüp dönüp gösterilebilecek türden ve kahramanlarının Çin asıllı olmasına, film boyunca karşımıza çıkarılan geçmişte veya günümüzdeki tüm ihanet hikâyelerine veya kardeşlerden birinin lezbiyen ilişkisine rağmen bu yargıya rahatça varılabilecek bir film.

Yönetmen Anna Chi bu ikinci ve şimdilik son filminde kendi etnik kökenlerini taşıyan karakterlere odaklanarak bir aile hikâyesi anlatmaya çalışıyor. Birbirlerinden kopmuş kardeşlerin “yeniden tanışmalarının” hikâyesini anlatmaya soyunan ve film boyunca ortaya çıkan sırlar, yaşanan aydınlanmalar, alınan/verilen hayat dersleri ve işte açılan sandıktan çıkan gizli mektupların en iyi özetleyebileceği bir senaryosu var filmin. Bunlara pek de yüksek seviyelerde seyretmeyen (ki bunun da temel nedeni oyunculardan çok senaryonun kendisi aslında) oyunculukları ekleyince karşımıza sıradanlığın dışına nadiren çıkabilen bir film çıkıyor elbette. Bunca bağışlama, birbirini anlama, el ele verme hikâyeleri bir süre sonra seyirciyi mesaj yorgunluğuna uğratma potansiyeli taşıyor. Müziğinden hikâyesine tam bir Amerikan televizyon filmi havasını taşıyan çalışmada elle tutulur pek bir yan yok doğrusu. Problemler ve çözümleri fazlası ile kolay hikâyeler ile karşımıza geliyor ve lezbiyen çiftin etkisi ile aydınlanan genç budist rahibin hikâyesinde olduğu gibi film çok kolay yollardan ilerlemeyi tercih ediyor hikâyesi boyunca.

Karakterlerinin çokluğu ve her birinin birkaç sezona yayılacak bir tekevizyon dizisini rahatça doldurabilecek hikâyesinin doğal sonucu olarak filmde her şey gereğinden fazla hızlı ilerliyor düşüncesine kapılmamak mümkün değil. Trajik bir an insana ihmal ettiklerini hatırlatır temalı bu filmin karakterlerinin Çinli olmasının da birkaç yeterince komik olmayan an dışında hikâye için hiçbir önemi yokmuş gibi görünmesi de filmin fazlası ile ortalamalarda gezindiğinin bir diğer kanıtı olarak gösteriyor kendini.

(“Çin İşi Bir Cenaze”)

Separate Lies – Julian Fellowes (2005)

“Hiç kimsenin hayatı mükemmel değildir, öyle görünse bile. Görünenin altında sırlar ve mutsuzluklar yatar. Benim hayatım da bir istisna değildi”

Bir ölüm, bir yabancı ve parçalanan bir evliliğin hikâyesi.

Oyuncu ve senarist Julian Fellowes’un ilk yönetmenliği. İngiliz romancı ve senarist Nigel Balchin’in bir romanından sinemaya uyarlanan film temiz sinema dili ve oyunculukları ile dikkat çeken, gerilim ve dram öğelerini başarı ile kullanan ve ilgi çekmekte zorlanmayan ama özgünlükte ve sinemasal yaratıcılıkta geride kalan bir çalışma.

Buckinghamshire’ın nefis kırsalında geçen filmdeki görüntüler seyrederken insana yaşanacak ne yerler varmış dedirtecek derecede güzel ve bir parça fazla “temiz ve şık” havası olan filmin bu atmosferini de destekliyor. Zengin bir avukat ve karısı ile araya giren aristokrat kökenli playboy arasında geçen hikâyede filmdeki zenginliğe uygun olarak herhalde asıl kaybeden de ailenin hizmetçisi oluyor. Stanislas Syrewicz’in başarılı müzik çalışması da filmin şık ve zengin görüntüsüne katkıda bulunuyor. Tüm bu zenginlik içinde film polisiye bir olay üzerinden aşk, ilişkiler, ihtiras ve bağlılık üzerine dramatik bir hikâyeyi aktarıyor seyirciye ama bu alanlarda çok da derinlere inemiyor açıkçası. Örneğin kadının ayrıl(a)madığı sevgilisi ile arasındaki ilişkinin ne ateşi yansıyor seyirciye ne de hikâyede önemli bir yer tutan bu ilişkinin neden bu derece olayları belirleyici bir rolü olduğunu hissedebiliyorsunuz. Üstelik Rupert Everett’in bir parça fazla sakin görünen oyununa ciddi bir zıtlık teşkil eden Tom Wilkinson ve Emily Watson gibi iki büyük oyuncunun muhteşem kelimesi ile özetlenebilecek oyunculuklarına rağmen. Wilkinson klasik oyunculuk kalıpları içinde hareket ediyor ama bazen sadece canlı seyredilen bir tiyatro performansında görülebileceğini düşündüğüm bir gerçeklik ve etkileyicilik katıyor rolüne. Emily Watson ise Wilkinson’ın tersine oldukça modern ve bazı anlarda tuhaf ama oldukça çekici bir oyunculuk gösterisi sunuyor film boyunca.

Senaryo tıkır tıkır işliyor filmde ama seyrettiğiniz örneğin BBC’de izlenebilecek ve her zaman asgari bir kalitesi garanti olan bir dramatik polisiyenin seviyesinin üzerine çıkamıyor ve bu anlamda sinemasal tadı da eksik kalıyor filmin. Kocanın kısa ve “kaçınılmaz” kaçamağı da filmde neden yer aldığı anlaşılmayan bir yan hikâye olarak senaryoyu zayıf düşürüyor. Yine de senaryonun yağmur altında eski aşkın anısı üzerinden iletişimlerini korumaya çalışan çiftin görüntüsü gibi belki bir parça klişe ama etkileyici görüntülere kaynaklık ettiğini ve özellikle diyaloglarının başarısı ile dikkat çektiğini de söylemek gerek.

Hayatının mükemmel olduğunu düşünen ve mükemmelliyetçi tavrı nedeni ile kocasını ne yapsa tatmin edemeyeceğini düşünen karısını kendisinden uzaklaştıran adamın hikayesi olarak da özetlenebilecek olan hikâye ilişkiler üzerine söylemek veya daha doğru bir deyiş ile düşündürtmek istedikleri ile “kim yaptı” türünden polisiyesinin öğeleri ile arasında yeterli dengeyi kuramamış ve bu bağlamda karakterlerinin ruhuna yeterince girememiş de görünüyor. Yine de kendisini mükemmellik ile sarmalanmış olarak görünen bir adamın kendisine kurmuş göründüğü kişisel imparatorluğunun birden elinin altından kayıvermesini anlatan hikâyenin sadece bu yanı ile bile yeterince dikkat çekici olduğu söylenebilir. Filme adını da veren yalanların sayısı arttıkça sahiplerini nasıl da sonu olmayan bir yola sokabileceğini de gösteren filmin polisiye yanını işlemekte biraz zayıf kaldığını da söylemek gerek. İki muhteşem oyuncusunun ikili sahneleri ile kimi kusurlarını bastırmayı başaran film yeterince derinliğe sahip olmasa da ilgiye değer ve sadece iki büyük oyuncusu için bile görülebilecek bir çalışma özetle.

(“Ayrı Hayatlar”)