Shekarchi – Rafi Pitts (2010)

“Polisle sorunu olmayan mı var?”

İntikam duygusu ile iki polisi öldüren bir adamın hikâyesi.

Fransa’da yaşayan İranlı sinemacı Rafi Pitts’den yönettiği, senaryosunu yazdığı ve baş rolünü üstlendiği bir film. Ülkesi dışında yaşamasına rağmen İran’da film çekebilen nadir isimlerden biri olan yönetmenin bu filmi bir İran ve Almanya ortak yapımı ve İran’da çekilmiş. Bir kısmı amatör olan oyuncular ile çekilen film sinemanın o “küçük ve sessiz” örneklerinden ve eski bir suçlu olan adamın hikâyesini tedirgin edici bir anlatım ile ama sesini hemen hiç yükseltmeden aktarıyor seyirciye.

Günümüz İran’ında geçen hikâye sürekli görüntüye getirdiği otoyollar, boş araziler ve hikâyenin son kısmının geçtiği orman görüntüleri ile kahramanının tek başınalığını ve geçmişinden kaynaklanan nedenlerin de katkısı ile polisle veya bir başka deyiş ile otorite ile huzursuz ilişkisini anlatmak istiyor gibi. Kahramanımızın başına gelen trajik olayın direnişçiler ile polis arasındaki bir çatışma nedeni ile meydana gelmesini de eklerseniz, hikâyenin günümüz İran’ında yaşayan bir bireyin etrafında hissettiği atmosfere gönderme olduğu da düşünülebilir. Bu bağlamda bakınca da hikâyenin hayli cüretkâr olduğunu söylemek mümkün. Adamın arabasını kullandığı hemen her sahnede İran’lı bir dini liderin Batı’ya ve özellikle ABD’ye verdiği siyasi sert mesajın arabanın açık radyosundan bize yansıyor olması da senaryonun bu yorumları yapmayı mümkün ve gerekli kıldığının göstergesi. Hobisi avcılık olan adamın hikâyenin bir bölümünden sonra kendisinin bir ava dönmesi ve peşindeki iki polisin ormanda yollarını kaybetmesi senaryonun yine politik göndermelere açık olan bölümleri ve bu filmi doğru okuyabilmek için film boyunca İran halkını, ülkenin yönetim biçimini ve dünyanın geri kalanından farklı bir yerde duran bir ülkede yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu düşünmek gerekiyor sanki. Görüntü yönetmeni Mohammad Davudi’nin kimi zaman rahatça mükemmel olarak adlandırılabilecek görüntüleri sürekli olarak bir yalıtılmışlığın altını çiziyor ve filmin atmosferine ciddi katkıda bulunuyor.

Açılış jenerikleri boyunca görüntüde olan ve Amerikan bayrağı üzerinde yürüyen protestocuların fotoğrafı ile başlayan film bu fotoğrafın grenlerine kadar iniyor ve görüntünün içindeki gerçeği deşifre etmeye soyunuyor. Bu çabanın sonucunda ortaya çıkan ise sıradan bir sinema seyircisi için zorlayıcı olabilir çünkü hikâye bir “patlama” vaat eder göründüğü veya böyle bir patlamanın uygun göründüğü hiçbir anında buna yanaşmıyor ve uzaktan bakmaya devam ediyor. Bu tercih ise bir yandan hikâyeye kattığı objektiflik ile çekici bir yan oluştururken diğer yandan kendinizi hikâyenin içinde tutmak için çaba harcamanıza neden oluyor. Filmin en çarpıcı bölümlerini oluşturan ve ormanda “avcılar ile avları” arasında geçen tüm sahneler filmin ilk yarısından bir şekilde bağımsız gibi duruyor ve bu da bütünsel bir görüntüye engel teşkil ediyor zaman zaman. Benzer biçimde Rafi Pitts’in oyunu da bir parça gereğinden fazla duygusuz ve seyircinin hikâyeye katılımını zorlaştırıyor.

(“The Hunter” – “Avcı”)

Solomon and Sheba – King Vidor (1959)

“Barış kadın ve çocuklar içindir, erkekler için değil”

İsrail kralı Süleyman’ın, tahtını ele geçirmeye çalışan kardeşi Adonijah ve ülkesini yok etmeye çalışan Mısır firavunu ile mücadelesinin ve kendisini ortadan kaldırmak isteyenlere hizmet eden ve aşık olduğu Saba melikesi ile ilişkisinin ikâyesi.

Hollywood’dan tipik bir tarih, romantizm ve din karışımı bir hikâye. Sessiz sinema döneminde filmler çekerek yönetmenlik kariyerine başlayan King Vidor’un bu son konulu filmi türünün başarılı örnekleri arasına giremeyen, zaman zaman monoton bir ton tutturan ve İsrail bir propaganda filmi çekseydi herhalde o bile bu kadar açık etmezdi niyetini dedirtecek bir çalışma.

Hollywood’un epik bir film çekmek istediğinde (en azından klasik döneminde) gitmeyi tercih ettiği ilk ülke olan İspanya’da çekilen film eski usul Amerikan epikleri türünden ama türünün klasiklerinden epey geride kalan bir çalışma. Hikâye boyunca tek Tanrılı dinin (İsa’dan yüzlerce yıl önce geçen bir hikâyeden söz ettiğimize göre elbette İsrailoğullarının dini olan Yahudiliğin) çok tanrılı pagan dinleri ile karşılaştırması geliyor görüntüye ve Saba halkının ve kraliçesinin ilkel(!) dininin kötülüğü dönemin Amerikan sineması için hayli cüretkâr dans ve “orgi” sahneleri ile vurgulanıyor örneğin. O yıllarda şansını Amerika’da deneyen İtalyan sinemasının yıldızlarından Gina Lollobrigida’nın erotik dansı ve bu dansın sonuna doğru genç kadın ve erkeklerin toplu seksi hayli çağrıştıran sahneleri bugün bile şaşırtabilir seyredeni açıkçası.

1956’da Tolstoy klasiği Savaş ve Barış’ı nerede ise tüm içeriğinden sıyıran ve bir Hollywood hikâyesine dönüştüren yönetmen King Vidor, bu savaş ve aşk filminde göz boyamayı başaran görüntüler eşliğinde kimi zaman etkileyici savaş sahnelerine imza atıyor ama ne Süleyman ile kraliçe arasındaki aşk ne de İsrail’in mücadelesi yeterince güçlü bir sinema dili ile getiriliyor karşımıza. Hikâye tahmin edilenin dışına asla çıkmıyor ve sanatın çarpıcı olabilmesinin kimi zaman en gerekli koşullarından biri olan hayal gücüne pay bırakma kuralına hiç uyulmuyor film boyunca. Filmde Süleyman ile kardeşi arasındaki iktidar mücadelesinin belki bir Habil ve Kabil hikâyesi kadar olmasa da daha güçlü anlatılmamış olması ve basit bir iyi kardeş – kötü kardeş temasına ve onu da çok da fazla işlemeden yaslanmış olması da filmi sahip olma potansiyelini taşıdığı kimi çekiciliklerden yoksun kılmış görünüyor. Yul Brynner gediklisi olduğu türden bir rolde ama bu kez başında saçları ile biraz donuk oynuyor. Özellikle gözlerini uzaklara dikerek konuştuğu sahnelerde bu rolün üzerine hiç oturmadığını belli ediyor epeyce. Lollobrigida ise kendisinden bekleneni, erotik görünmeyi, başarıyor ama odağını bulamamış bu filmde onun erotizmi de pek doğal durmuyor ve amaçlanan etkileyiciliği yaratamıyor.

Barışa odaklı bir İsrail, onun huzurlu halkının mutluluğunun kendi ülkelerindeki insanları kışkırtmasından korkan diğer ülkelerin zalim kralları ve Tanrı’nın kendisi ile konuştuğu Süleyman (evet konuşan bir Tanrı var filmde) benzeri öğelerin çağrıştırdığı “pro-İsrail” yaklaşımları unutalım elbette ama King Vidor’un yorgun bir sinema dili ile yönettiği film oldukça etkileyici bir savaş sahnesi dışında temposunu diri tutamıyor bir türlü. Atlı Mısır askerlerinin düştükleri tuzağın sonucu olarak uçurumdan yuvarlandıkları sahne hani nerede ise başarılmış ve çarpıcı olabilen tek bölümü bu bol figüranlı savaş filminin. Sıkı bir Hollywood nostaljisi krizi yaşanmıyorsa göz ardı edilebilecek bir film özet olarak.

(“Hz. Süleyman ve Saba Melikesi”)

Bodrum Hâkimi – Türkân Şoray (1976)

“Sen sadece çitleri değil, halkın kafasındaki Ömer Bey’i de yıktın. Umarım pişman olmazsın bir gün”

Bodrum’a atanan bir kadın hâkim ile yörenin zengin adamı arasındaki aşkın hikâyesi.

Türkân Şoray’ın birini Şerif Gören ile birlikte yönettiği dört filmden biri. Safa Önal’ın senaryosundan uyarlanan film 70’li yılların Türk sinemasının tüm özelliklerini veya daha doğru bir deyişle tüm klişelerini barındıran (senaryo rekortmeni Önal’ın o dönem Türk sinemasına damgasını vurduğu düşünülürse doğal bir durum elbette) ama kimi özellikleri ile zaman zaman ilgi çekici olmayı başarabilen bir çalışma. Şoray’ın kısa yönetmenlik kariyerinde en başarılı olduğu film kuşkusuz 1972 tarihli “Dönüş” ama bu filmde de naif ve sıcak bir ton tutturmayı başarmış sanatçı. Elbette bu ton dönem sinemasının kalıplarına da sıkı sıkıya bağlı kalan bir türden.

Okumuş, aydın bir kadın hâkimin geldiği yörenin güçlü ve zengin adamına aşık olması ile ilerleyen hikâye kimi mantık hatalarına, benzerini yüzlerce kez diğer Türk filmlerinde gördüğümüz sahnelere (deniz kenarında geçen bir filmde elbette aşıklarımız dalgaların içinde el ele koşacaklardır örneğin) ve zaman zaman çıkmaz bir yapışkan tadı veren diyaloglarına rağmen kimi yönleri ile yine de ilgi çekebilir. Öncelikle Türkân Şoray’ın güzelliğinin ve cazibesinin doruğunda olduğu bir döneme ait olduğu bir film bu. Bodrum garajında otobüsten indiği kareden başlayarak ve onlarca filmde yaptığı gibi arada dudaklarını titretmesi ve gözlerini süzmesine rağmen, seyircinin ve elbette öncelikle hayranlarının gözlerini üzerine çekiyor ve film boyunca da bu büyüyü korumayı başarıyor. Buna bir de Türkân Şoray ve Kadir İnanır ikilisinin hemen her birlikteliklerinde oluşturmayı başardığı cazibeyi de eklemek gerek. Bu öyle bir cazibe ki deniz kenarındaki baştan aşağıya klişe koşma sahnesi bile etmesi gerektiği kadar rahatsız etmiyor seyirciyi.

Senaryo Safa Önal’ın kalburüstü işlerinden biri ama Kadir İnanır’ın amacı ne olursa olsun Şoray’ı odasından zorla çıkarıp Bodrum sokakları boyunca kolundan çekerek sürüklemesinin arkasındaki dehşetli politik yanlış duruşu da atlamamak gerek. Senaryonun sonucu mudur yönetmenin tercihi midir bilinmez ama ikilinin bitmek bilmeyen gezi boyunca flörtleri, Türk sinemasının daha yeni yeni becermeye başladığı dans sahnelerinin komikliği ve buna benzer pek çok tipik Türk sineması kusurlarını içeren sahneleri ile filmin başarılmış olduğunu söylemek pek kolay değil. Yine de filmin zaman zaman Bodrum’un esnaf ve balıkçı gibi emekçi kesimlerini görüntüye getirmesi, Şoray ve İnanır ikilisini ilk kez nerede ise filmin ilk dörtte birlik bölümünün bitiminde bir araya getirmesi ve Cahit Berkay’ın zaman zaman fazla öne çıksa da sıcak müziği hikâyeyi ve filmi yine de dönemdaşlarından ayrı bir yere koyuyor çoğunlukla.

Özetle çok fazla şey beklemeden ve ille de mantık diye diretilmeden seyredilirse kimi özellikleri ile keyif verebilecek ve en başta Türkan Şoray için seyredilebilir bir film. Bir hâkim kadının ürkek bir güvercin, aşktan kendinden geçmiş bir kadın ve sert bir resmi görevli profilleri arasında gidip gelmesi garip olabilir ve bu anlamda film sanki Türkan Şoray’ın kariyerini özetliyor diye de düşünülebilir. Yine de bırakın Şoray sizin için insin o otobüsten ve tüm o büyüsü ve meraklı, ürkek ve sevecen gözleri ile baksın size.

Bir Sonbahar Hikâyesi – Yavuz Özkan (1994)

“Bence insanların bankaya borcu olmadan yaşamalarına fırsat verilmemeli”

Bir akademisyen kadın ile Amerika’da eğitim görmüş bir serbest piyasacı liberalin 12 Eylül 1980 öncesi başlayan ilişkilerinin yıllara yayılan hikâyesi.

Türk sinemasının “Eşkiya” ile tekrar canlanmaya başladığı 1996 yılından önce çekilmiş ve gösterime girebilmiş bir avuç filmden biri. 12 Eylül’ü doğrudan odak noktasına almasa da gündeme getiren ilk filmlerden biri olan çalışma iyi niyetli ama bugün hayli eskimiş görünen bir film ve İstanbul film festivalinde aldığı en iyi film ödülü ve Ankara film festivalindeki en iyi film dahil onca ödülüne rağmen sinemasal açıdan oldukça zayıf ve en iyi anlarında bile vasatın ancak üzerine çıkabilen bir film.

Olmamış bir 12 Eylül öncesi çatışma sahnesi ile başlayan film bu çatışma sırasında tanışan iki insanın hangi ortak özellikleri üzerine bir ilişkiye girdiklerini izah edemeden 70’lerin Türk filmlerindeki ışık kullanımını hatırlatan tercihleri ile çekilmiş anlamsız, evet anlamsız, öpüşme ve sarılıp koklaşma sahneleri ile ilerliyor. “Shit, alright ve OK” kelimelerini sık kullanımı ile Amerikan hayat tarzının etkisinde bir insan olduğunu hissetmemiz beklenen adam ile duyarlı, duygusal ve sol eğilimli kadın arasındaki ilişkinin ne başlaması ne de ilerlemesini senaryo bize sinema tadını verecek şekilde gösterebiliyor. 1978 tarihli “Maden” filmi ile bugüne kadarki en ve belki de tek iyi filmini çeken yönetmen Yavuz Özkan’ın kendisinin yazdığı senaryo kimi yapay diyalogları ile o dönem Türk sinemasındaki bir şeyler yapmak için iyi niyet ile yola çıkılmış ama imkân, yetenek veya tecrübe eksikliği ile başarılamamış işlere bir örnek oluşturuyor. Sanki fikirler ortaya atılmış ve bu fikirler hiç olgunlaştırılmadan film çekilmiş gibi görünüyor. Yan karakterlerin hiç üzerinde düşünülmüş görünmediği filmde Yavuz Özkan da yönetmen olarak bir katkı yaptığını hissettiremiyor.

Dönemin Türk sinemasının içinde bulunduğu koşullar düşünüldüğünde filme çok da haksızlık etmemek gerek belki de. Sonuçta ortada farklı bir şey yapma ve bir takım doğru duyarlılıklara dayalı fikirleri ortaya koyabilme çabası var. Zuhal Olcay’ın filmin içinde parlayan oyunculuğu var bir de. Belki onun da en iyi performansı değil burada sergilediği ama Olcay karakterinin sevgi arayışını, hassasiyetini ve duyarlılığını ustalıkla ortaya koyuyor film boyunca. Türk kökenli Macar oyuncu ve önce “Mavi Sürgün” ve sonra da bu film ile Türk sinemasında bir görünüp sonra ortadan kaybolan Can Togay ise Olcay’ın hayli gerisinde kalıyor ama yine de üzerine düşeni yapıyor. Değişen Türkiye’de bir evliliğin anatomisi olarak özetlenebilecek film keşke daha fazla imkânlar ile ve daha profesyonel koşullar altında çekilebilseymiş ama yine de bir göz atmakta yarar olabilir.