Atmen – Karl Markovics (2011)

“Bu, hayatında gördüğün ilk ceset değil herhalde”

On dört yaşında işlediği bir suç nedeni ile ıslahevinde kalan bir gencin morgda çalışmaya başladıktan sonra değişen hayatının hikâyesi.

Avusturya’lı oyuncu Karl Markovics’in ilk yönetmenlik çalışması olan film, bir gencin ıslahevi ile morg arasında geçen günlük hayatını anlatırken ne hapishane hayatının klişelerine saplanan ne de hikâyenin içerdiği dramın dozunu kaçıran içeriği ile ilgiyi hak eden bir çalışma. Bu büyüme, yaşananlar ile yüzleşme ve hayattaki yerini bulma hikâyesi, alçak gönüllü bir dil ile anlatılan ve başroldeki genç Thomas Schubert’in şaşırtıcı derecede olgun ve yalın oyunu ile de değer kazanan bir sinema eserine dönüşmüş yönetmen Markovics’in elinde.

Filmin adı hikâyenin derdi hakkında çok şey söylüyor; film öncelikle “nefes almak = yaşamak” üzerine. Kahramanımız olan gencin ilk sahnede kaynak maskesini fırlatıp atması, finalde ıslahevinin havuzunda suyun altında nefesini tutarak hareketsiz durması, annesinin kendisine verdiği, almaya çalıştığı ve sonra nefesi ile (sunni teneffüs yaparak) tekrar verdiği hayat ve elbette çalışılan morgda görülen onca cansız insan bedeni. Markovics’in kendi yazdığı, inceliklerle örülmüş ve sadeliği ile dikkat çeken senaryosu gencin hayatı bulma çabasını inandırıcı kılarken, pek çok sahnesinde ticari bakış açısı ile çekilen bir filmin sömüreceği pek çok tema ve duyguyu üzerine özellikle hiçbir şey eklemeden sergiliyor seyircisine. Örneğin spor salonunun soyunma odasındaki ağlama sahnesi yalın ve yalın olduğu kadar da çarpıcı bir etkiye sahip. Bu sahneye kadar pek az konuşan ve yüzünden herhangi bir duygunun izini geçirmeden karakterini başarı ile canlandıran Schubert bu duygu gösterisi ile tam da bu nedenle yüreklere dokunmayı başarıyor. Markovics anne ile buluşma ve konuşma sahnelerinde genç için yazdığı sahneler ile de bu ilk senaristlik ve yönetmenlik çalışmasında çarpıcı bir başarı elde ediyor. Öfke ve hayal kırıklığı içindeki gencin “bir şeyler yapma” dürtüsü nedeni ile yatağı sürükleyip gitmesi örneğin, olgun bir sinemacının elinden çıkabilecek bir güzellikte.

Islahevindeki odasının duvarına kazınmış Fatih ve Salih isimleri ile buradan geçmiş Türk gençleri de hatırlatan filmde işlediği suçun ağırlığı altında ezilen ve bunu sessizliğe, huysuzluğa ve sakin bir öfkeye dökmüş görünen gencin trende karşılaştığı bir turist kız ile kurduğu ve onun için ilk olan iletişimdeki sıcaklık, filmin iyimser havasının ilk ipucunu verirken, Schubert çekingen sevimliliği ile tüm sahneyi hayli keyifli kılıyor. Genç kızın nereye sorusuna “hapise” diyecek kadar naif ve dürüst bir genç kahramanımız ve film bu gencin “kurtuluş” yolundaki hikâyesini samimi bir dil ile anlatırken, seyirciyi de beraberinde taşımayı başarıyor. Senaryonun bu “iyimser” havası belki filmin de tartışmaya açık bir yanını gösteriyor aslında. Bir şekilde tüm karakterlerini seveceğiniz bir hikâye karşımızdaki; çocuğunu küçükken yetimhaneye terk eden anneden, morgdaki kendisine ilgisiz veya kötü karakterlere kadar herkesi belki sevmek değil ama en azından anlayacağınız bir resim sunuyor bize film. Bu tercih rahatsız ediyor mu veya hayatın bu bir şekilde olumlu sergilenişi bir Amerikan filmindeki yüzeysel mutlululuk atmosferlerini çağrıştırıyor mu diye düşündüğümde, bu sorunun cevabı kesin ve büyük bir hayır olsa gerek. Söyleyeceklerini sakin ve adeta sizinle birlikte söyleyen bu film, kapanıştaki mezar başındaki kısa sahnesinde kamerayı o alışageldiğimiz son sahnelerde olduğu gibi yukarı kaldırıp gittikçe uzaklaşırken ve tüm bir şehrin görüntüsünü getirirken karşımıza, eğer içinizde bir sevdiğinize veda ederken hissettiklerinizi hissettiriyorsa, bu cevabın en azından benim için tartışılmazlığı açık.

Herbert Tucmandl’ın finale kadar kendisini pek duyurmaz gibi görünen ama bunu aslında sahnelerin doğal bir parçası olmayı başararak yapan müziği ve Schubert’in oyununa onun altında kalmayan bir şekilde eşlik eden, anne rolündeki Karin Lischka’nın performansı ile de zenginleşen bu dokunaklı film hayat üzerine olduğu kadar bir parça da ölüm, daha doğrusu ölüler üzerine de aslında. Ölünce bedenlerimizin içine düştüğü anlamsızlığı gösteren tüm o sahneler, cesetlerin taşınmasını, temizlenmesini ve süslenmesini gösterirken adına uygun bir biçimde “nefes almanın” belki zor ama güzel yanına da işaret ediyor. Genç adamımız finalde havuzun dibinde nefessiz kalmayı (ve aslında annesinin bir zamanlar ondan almaya çalıştığı hayatın kaybını) test ederken daha sonra mezarın başında nihayete erecek bir arınmayı da içinde bulunduğu suyun sembolü olduğu bir biçimde başlatıyor. Başında takılıp kalan ve çekip çıkaramadığı kazağın yarattığı geçici boğulma hissinin karşısına arınmayı, affetmeyi ve affedilmeyi, ve bunların sağlayacağı “nefesi” koyan film görülmeyi kesinlikle hak ediyor özetle.

(“Breathing” – “Nefes Almak”)

36 Vues du Pic Saint Loup – Jacques Rivette (2009)

“Palyaço biraz her şey, biraz hiçbir şeydir”

Uzun bir seyahata çıkmış görünen bir İtalyan’ın yolda karşılaştığı eski usul bir Fransız sirkindeki bir kadına aşık olmasının hikâyesi.

Fransız yazar Raymond Roussel’in hayat hikâyesinden esinlenen film Fransız Yeni Dalgası’nın unutulmaz isimlerinden Jacques Rivette’in seksen bir yaşında çektiği ve şimdilik son eseri olan bir çalışma. Hayli uzun filmleri ile tanınan yönetmenin bu filmi süresi ile filmografisinde farklı bir yerde duruyor ve sadece 84 dakika sürüyor. Sakin ve mutlak klasik bir sinema dili ile çekilen film küçük hikâyesi ve sadeliği ile geniş kitlelerin ilgisini çekecek bir havadan epey uzak ve bu tür sinemaya aşina olmayanlar için fazla mızmız görünebilir. Buna karşılık Rivette’in yılların olgunluğunun izlerini de taşıyan film, meraklıları için oyunculuklarından atmosferindeki hüzün ve melankoliye, kaybedilen “şeylere” duyulan özlemden sevimliğine hayli çekici yanlara da sahip.

Hiç konuşmasız bir sahne ile başlayan film, sonra açılıyor ve görselliğe abanmayıp hikâyesinin atmosferi ve bu atmosfer içinde dolanan küçük karakterlerinin diyalogları ile o konuşmalı Fransız filmlerinden birine dönüşüyor. Rivette hemen her sahnenin girişinde tekrarladığı kameranın kısa bir süre ve yavaşça kayması ve sonra sabit kalması dışında hiçbir teknik gösteriye başvurmadan, bizden hikâyenin “yaşayan” karakterlerinin arasına karışmamızı bekliyor ve bunu yaparken de hikâyedeki “geçmişte yaşanan trajediyi” öne çıkarmasına rağmen bu trajediden çok onun karakterler üzerinde bıraktığı etkiye odaklanıyor. İtalyan oyuncu Sergio Castellito’nun filmin tonuna hayli yakışan hafif ve uçarı oyunu ile canlandırdığı karakterin geçmişinden ve geleceğinden söz edilmemesi ve onun sirk çalışanlarının hayatlarını şu ya da bu ölçüde değiştirmesi, bu karakteri gizemli ve hatta bir ölçüde kutsal kılıyor sanki. Bu İtalyan, bir sirk çalışanının yıllardır yapmakta olduğu bir numarayı daha çarpıcı kılması için ona küçük tüyolar verirken asıl olarak Jane Birkin’in (film çekildiğinde 63 yaşında olduğunu düşünürseniz) şaşırtıcı bir genç kız havası vermeyi başardığı karakterinin suçluluk duygusunu yok etmesini sağlıyor.

Eğer atmosferine giremez ve karakterlerinin arasına karışamazsanız keyif almanızın hayli zor olduğu türden bir film karşımızdaki. Bu zorluk kısmen bir parça fazla durağan olmasından, her bir sahnenin adeta birer küçük tiyatro oyunu sahnesi imiş gibi tasarlanmasından ve popüler sinemanın seyirciyi alıştırdığı türden hiçbir büyük oyuna başvurmamasından kaynaklanıyor. Açıkçası Rivette film boyunca bu konuda seyircinin hayatını hemen hiç kolaylaştırmadığı gibi zaman zaman anlatımında sarkmalar da oluyor ve yine kimi anlamlarında gösterilenin “önemsizliği” ilgiyi ayakta tutmayı güçleştiriyor. Aslında film genel olarak tam da sirk çalışanlarının bugün hayli zayıf görünen eskimiş numaralarındaki havanın hissettirdiğini kendisi için de hissettirmeye çalışıyor gibi. Sirkteki sayıları birkaç kelimesi ile ifade edilebilecek kadar az seyirci ve bu seyircilerin son bir sahne dışındaki tepkisizliği üzerinden Rivette kendi sinemasının ve genel olarak klasik sinemanın da ağıtını söylüyor diye düşünülebilir. Bu sahneler hikâyedeki kadının trajedisinin de desteklediği bir kayıp duygusunu, geri getirilemeyecek bir geçmişe karşı duyulan kırık ve buruk bakışı ve içinde bulunulan koşullar ne olursa olsun hayatta kalma dürtüsünü sergileyen sahneler ve filmi sevebilmek için işte tam da bu anların duygusunu içselleştirebilmek gerekiyor. Kendilerinden biz “son klasikleriz” diye söz eden bir grup sirk sanatçısının bu hikâyesini tüm bunlara dayanarak Rivette’in kendi hikâyesi olarak da düşünmek gerekiyor belki de.

Castellito’nun karakteri hikâyenin sonunda görevini (veya hafif kutsal havasını düşünürsek misyonunu) tamamlayıp yolculuğuna devam ederken sanki biten bir tiyatro oyununun sonunda sahneyi terk ediyor gibi çıkıyor görüntüden ve yine sonlarda üç ayrı karakterin dönüşümlü olarak ve doğrudan seyirciye hitap ederek karakterlerinin görüşlerini ve bu arada neler olduğunu anlatmasında olduğu gibi seyrettiğimizin bir tiyatro gösterisi olduğu havasını veriyor bize. “Bu sirk dünyadaki en tehlikeli yeridir ve her şeyin de mümkün olduğu bir yer” denilen hikâyede bu sirki yönetmenin tüm sanat hayatını düşünerek sanatın (ve bu çalışma özelinde sanatın sinema alt dalının) sembolü olarak görmek ve filme bu açıdan da bakmak mümkün. Rivette bu yaşlanmak, değerini yitirmek, geçmişe ve özellikle de yaşandığı anda sonsuz acı veren olaylara bugünün gözü ile yeniden bakmanın gerekliliği üzerine de söyleyecekleri olan film ile,kimileri için fazlası ile hafif ve hatta boş, kimileri içinse derdinin ne olduğunu anlamak için düşünmeye çağıran bir çalışma yapmış özet olarak. Sinema dili belki biraz yavaş ve karakterleri fazlası ile küçük görünen bu filmin aslında Rivette’in elinden çıkmış olması bile kimileri için yeterli bir seyir nedeni olacaktır kuşkusuz.

(“Around a Small Mountain” – “36 Dağ Manzarası”)

To Catch a Thief – Alfred Hitchcock (1955)

“Kolye sahte olabilir ama ben değilim”

Kendisinin yöntemlerini uygulayan bir mücevher hırsızını yakalayarak masumiyetini kanıtlamak isteyen bir eski hırsızın hikâyesi.

“Thriller” türündeki filmlerin ustası Alfred Hitchcock’tan romantizmin ve mizahın hayli ağır bastığı ve tam da bu nedenle yönetmenin filmografisinin en parlak işleri arasına giremeyen ama ne olursa olsun sadece bir Hitchcock filmi olması ile bile kesinlikle sinema tarihinin görülmesi gerekli filmleri arasına girmiş bir çalışma. Polisiyesi veya asıl suçlunun kim olduğu üzerine odaklanan gerilimi yeterince ilgi çekemeyen film Riviera’nın muhteşem görüntülerine dayalı başarılı görüntü çalışması (Hitchcock ile pek çok filmde çalışmış olan usta isim Robert Burks’ün eseri bu görüntüler), yönetmenin diğer filmlerinde rastlanmayan ölçüde erotizm (ama sadece iması elbette) ve Grace Kelly’nin çarpıcı kostümleri başta olmak üzere çeşitli unsurları ile ilgiyi hak ediyor.

Hitchcock’un alamet-i farikası olan türden sahnelerin eksikliğini hayli hissettiren bir film karşımızdaki. Zaman zaman düz bir anlatım ile ilerleyen film bu açıdan Hitchcock’un izlerini en az taşıyan çalışmalardan biri olsa gerek. Yönetmen daha basılmadan haklarını satın aldığı ve David Dodge tarafından yazılan romanın içeriğine belki çok güvenmiş ama film çeşitli eksiklikleri nedeni ile o büyük klasiklerin arasına giremiyor. Bir Hitchcock filmi düşünüldüğünde sıkı bir sinemasever arka arkaya pek çok unutulmaz ve yönetmenin teknik ustalığını sergilediği sahneyi hatırlar. Burada ise bu sahneler, yönetmenin teknik becerisinden çok bu sahnelerdeki Grace Kelly ile Cary Grant arasındaki zekâ yarışının sonucu olan ve özellikle erotik imalar ile dolu diyaloglar ile dikkat çekiyor. Piknikteki “göğüs mü but mu?” sorusu örneğin veya arka plandaki pencereden görünen Riviera üzerindeki havai fişekler fonu önündeki ikili sahnenin tamamındaki diyaloglar bu duruma örnek olarak gösterilebilir.

Filmi çekici kılan bir diğer unsur ise Riviera’nın kendisi. Hitchcock ve Burks işbirliği ile ortaya seyri gerçekten keyifli ve bölgenin tüm güzelliğini ortaya koyan çok şık görüntüler çıkmış. Grant’ın evi ve evin konumu başta olmak üzere hikâyeyi bir kenara bırakıp filmin sergilediği güzelliklerin büyüsüne kapılmamak imkânsız. Öyle ki filmin yaratıcıları bile bu büyüye fazlası ile kapılmışlar gibi ve örneğin bir araba takibi sahnesinde arabalar sık sık görüntüden çıkarken uçaktan yapılan çekimde kamera Riviera’nın olağanüstü güzellikteki kıyılarını taramaya devam ediyor. Grace Kelly’nin filmde araba sürdüğü yollardan birinde 1982’de geçirdiği kaza sonucu öldüğü bilerek seyredildiğinde Riviera’nın etkisi çok daha yüksek oluyor kuşkusuz. Riviera’nın güzelliğine bir de Kelly’nin ve başta onunkiler olmak üzere tüm kostümlerin güzelliğini eklemek gerek. Kelly’nin plaj kıyafeti ama özellikle de baloda giydiği altın sarısı kıyafet sanatçının güzelliğini kat be kat çarpıcı kılarken filmin şıklığının da temel kaynaklarından biri oluyor.

Fransızların kendi aralarında Fransızca konuşmasının (zaten olması gereken ama Hollywood düşünüldüğünde oldukça şaşırtıcı bir durum) dürüst yanlarından birini teşkil ettiği filmde Kelly’nin daha önce de birlikte çalıştığı Hitchcock’un “fetişi” olan soğuk ve seksi sarışın rolünden biraz fazla hızlı sıyrılması rahatsız edici olabilir ama ne olursa olsun sonucun başarısı tartışma kabul etmeyecek kadar açık; Kelly tam bir güzellik tanrıçası olarak hikâye boyunca göründüğü her sahnede seyircinin ilgisini kendisine çekmeyi başarıyor. Cary Grant karakteri için biraz fazla yaşlı bir görüntü içinde ve Kelly ile uyumlu bir çift gibi görünmüyorlar ama filmin tümüne sinen şıklık çifti de bir şekilde şık kılıyor ve bu durum pek de rahatsız etmiyor seyredeni. Hırsızın gerçek kimliği konusunda sürprizini çok da şaşırtıcı kılamayan hikâye sonuç olarak pek de önemli değil bu filmde ve anlaşılan yaratıcıları hikâyeye değil başta Riviera ve Grace Kelly olmak üzere daha dünyevi güzelliklerin peşine takılmamızı istemişler. Hiç de şikayet edilecek bir istek değil bu elbette. Sadece fondaki havai fişeklerin önünde yaşanan baştan çıkarma sahnesi bile mekânın nerede ise karakterlerinden biri olduğu bu filmi seyretmek için yeterli bir neden.

(“Kelepçeli Aşık”)

Barbarları Beklerken – John Michael Coetzee

Güney Afrikalı yazar John Michael Coetzee’nin ünlü çağdaş besteci Philip Glass’ın operaya da uyarladığı romanı, adı sadece “İmparatorluk” olarak verilen bir devletin ücra bir yerdeki kolonisinde sulh yargıçlığı yapan bir adamın hikâyesini anlatıyor. İmparatorluğun herhangi bir emperyalist gücün sembolü olduğu kitap haksız olduğunu bilen acımasız bir gücün ezdiği yerel halk topluluğundan duyduğu korkuyu ve bu korku ile daha da zalimleşmesini anlatırken farklı örneklerle zalim ve mazlum arasındaki ilişkiyi de analiz ediyor. Bazen bir yerli kız bu mazlum, bazen de yargıcın kendisi. Kitabın emperyalist gücün kendisini dahi –en azından kendisine ait olmayan topraklar üzerindeki varlığını- yok edecek denli zalim tavrını eleştirmesi, hiç görünmeyen “Barbarların” gelmesini beklerken duyulan korkuyu başarılı bir biçimde aktarması ve hümanist ve adil idealistlerin zalimlerin içinde yaşayıp onların kurduğu düzenin parçası oldukları sürece vicdanlarının kirlenmekten kaçınamayacağını göstermesi hayli etkileyici. Nobel ödüllü yazar Coetzee’nin yazarın ağzından anlattığı hikâyesinin baş kahramanı yargıcın, yaşlanan ve her anlamda “iktidarını” kaybeden (veya kaybetmeye çalışan) karakteri de kitabı çekici kılan öğelerden biri. Adını Kavafis’in aynı adlı şiirinden alan kitabın anlatmak istediği de aslında yine bu şiir ile hayli örtüşüyor:

“Çünkü hava karardı, barbarlar gelmedi
ve sınır boyundan dönen habercilere göre,
barbarlar diye kimseler yokmuş artık.

Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.”

(“Waiting for the Barbarians”)