Film Ekimi 2012

Savaşın Gölgesinde (Lore) – Cate Shortland : Alman sinemasından bir İkinci Dünya Savaşı filmi. Savaşın kaybedildiğinin kesinleştiği günlerde bir Nazi subayının çocuklarının ülke içinde yaptıkları ve sonunda bir parça kolaya kaçılmış olsa da toplumdaki faşizmin kaynağı ile karşılaştıkları bu film, iyi çekilmiş ve oynanmış, etkileyici görüntülerle dolu bir çalışma. Toplumdaki “gerçeğin inkârının” sadece bize özgü olmadığını göstermesi açısından da ilginç olan film çok önemli olmayan ama popüler sinema kalıpları içinde başarılı bir eser.

Tepelerin Ardında (Dupa Dealuri – Beyond the Hills) – Cristian Mungiu : “4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün” filminin yönetmeni Mungiu’dan yine etkileyici bir eser. Kötülüklerin her zaman kötü niyetlerden değil bazen sevgi ve inançlardan da kaynaklanabileceğini gösteren film hayli uzun süresi içinde telaş etmeden ve tekrardan kaçınmayarak anlatıyor derdini. İki baş kadın oyuncusunun muhteşem oyunları eşliğinde aktarılan hikâye zaman zaman boğucu derecede karamsar olabiliyor ama Mungiu’nun yeni Romanya’da çökmüş durumdaki devlet ve toplumsal düzenin yerini inanç sistemlerinin almış olmasını da kıyasıya eleştiren filmi görülmeli.
(“Tepelerin Ardında”)

Kara Oyun (Svartur á Leik – Black’s Game) – Óskar Thór Axelsson : İzlanda sinemasından çıkan ama benzeri bir Amerikan örneğinden hiçbir farkı olmayan bir film. Sert sahneler, sert ve hareketli müzikler, hareketli bir kurgu, gösterişli oyunculuklar ile bu filmin İzlanda sinemasından çıkmış olması dışında farklı bir yanı yok. Bu türden hoşlanan filmlerden hoşlananlar bu hızlı aksiyondan da keyif alacaklar şüphesiz ama sinemasal bir keyif vermekten çok uzak bir uyuşturucu, mafya ve seks filmi bu.

Çocuklar (Djeca – Children of Sarajevo) – Aida Begic : Saraybosna’da savaş sonrası hayata tutunmaya çalışan karakterlerin hikâyesi. Ani ve inandırıcılıktan yoksun bir finalle sonlanan film ile yönetmen iyimser bir bakışla umut vermek istemiş belki ama sinemasal açıdan kendi eserini hayli zayıflatmış bu tercihi ile. Keşke film böyle bir yola sapmayıp finale kadar başarı ile götürdüğü gerçekçi ve gözlemci bakışını koruyabilseymiş. Hayatın zorlukları ile baş etmeye ve bu arada onurlarını da korumaya çalışan küçük karakterlerin samimi hikâyesi zaman zaman Aida Begic’in kendi türbanını savunmak için de yazılmış havası yaratmıyor da değil.

Yol Ayrımı – Kemal Tahir

“Esir Şehir” Üçlemesinin bu üçüncü kitabı, ilk iki kitaptaki karakterlere yeni karakterlerin eklendiği ve 1930’daki Serbest Fırka denemesi sırasında gelişen olayları anlatıyor. Kemal Tahir “devrimden” sonra süratle yorulmaya ve yozlaşmaya başlayan bir ülkeyi, Mustafa Kemal’in ve halkın arayışını ve genel olarak ülkenin yolunu bulmaya çalışmasını anlatırken yine hayli zengin bir dil kullanımı ile onlarca farklı karakter ve onların yan hikâyelerini getiriyor karşımıza. Tahir Serbest Fırka denemesi ve genel olarak ülkenin içinde bulunduğu koşulları geçmiş ve gelecekle de bağlantısını kurarak anlatırken kendi görüşlerini de özellikle finalde Doktor Münir karakteri üzerinden dile getiriyor ve kitaptaki Cumhuriyet uygulamaları eleştirisini özellikle bu bölümde hayli açık biçimde dile getiriyor. Kuva-yi Milliye’ye katılmayanların Serbest Fırka’ya yamanmak için gösterdikleri telaş ve üçlemenin diğer kitaplarında olduğu gibi ahlâksızlık vurgusunun yine kadınlar üzerinden yapılması kitapta dikkat çeken unsurlardan bazıları.

Demokrasinin hem çok basit hem de çok kompleks bir kavram olduğunu bir kez daha hatırlamak, resmi tarih söylemlerine alternatif düşünsel süreçler geliştirmek ve insanların her dönemde kişisel çıkarları uğruna nasıl zavallılıkların, yalanların ve kötülüklerin peşinde koşabileceğini görmek için de okunması gereken bu kitapta, devrimi yapmanın değil onu korumanın, zenginleştirmenin ve sürekli kılmanın önemli olduğunu söylüyor Kemal Tahir. Onun deyimi ile “tarih yapan ama yaptıkları tarihe sahip çıkmasını pek de bilmeyen” Kuva-yi Milliyeciler’in hikâyesi var bu kitapta.

Asalto al Cine – Iria Gómez Concheiro (2011)

“Benim payım nerede? Her şeyi gören kör adamın payı”

Dört Meksikalı gencin bir sinemayı soymaya karar vermeleri ile başlayan olayların hikâyesi.

Meksikalı yönetmen Iria Gómez Concheiro’nun ilk uzun metrajlı filmi olan çalışma belgesele yakın bir tarzda aktarılan bir sosyal dram hikâyesini getiriyor karşımıza. Festivallerin favorisi olan türden bir film bu ve asıl başarısını soygun hikâyesinden çok onun öncesindeki gerçekçi gözlemlere dayalı bölümleri ve finalinde seyirciyi baş başa bıraktığı soru ile gösteriyor. Film belki bir parça sarkan hikâyesine rağmen karakterlere ısındıkça daha da ilgilenmeye başlayacağınız ve yönetmenin sonraki çalışmaları için beklentileri yükselten bir eser.

Karakterlerden birinin mahallesi içindeki yürüyüşü ile başlayan film, bu yürüyüş sırasında hikâyenin yaşandığı coğrafyanın ve bu coğrafyada yaşayan gençlerin karakteristik özelliklerini yalın ve başarılı bir biçimde getiriyor karşımıza. Rap yapanlardan kaykaycılara, arsada futbol oynayanlardan duvar üzerinde sohbet edenlere, biralarını içenlerden graffiti düşkünlerine çevrenin gençlerinin alçak gönüllü bir panoramasını getiriyor karşımıza yönetmen bu açılış sahnesinde. Küçük hırsızlıklardan yine küçük uyuşturucu işlerine kadar yasadışılığa da bulaşmış bu gençler bir yandan da serseriliklerle ve arabaların egzoslarına küçük taşlar yerleştirmek gibi çocuksu oyunlarla da uğraşıyorlar. Dört temel karakterinin kendileri ve birbirleri ile olan ilişkileri ile yetinmeyen senaryo, karakterlerini zenginleştirmek adına yan hikâyeler de katmış asıl hikâyesine ama bu yan hikâyeler aslında çekici olsalar da genel olarak filme ek bir derinlik katmış görünmüyorlar. Filmin bir başka eleştirilebilecek yanı da yönetmen Gomez Conchiero’nun iyi ki çok kısıtlı tuttuğu stil denemeleri. Örneğin açılış sahnesini kapatan ve alttan çekim ile heybetleri artırılmış bir şekilde karakterlerimize doğru yaklaşan polis görüntüleri veya kimi yavaşlatılmış görüntüler filmin genel gözlemci havasına uymuyor ve açıkçası gereksiz de duruyor. Bu küçük problemler ve aslında sadece 107 dakika olmasına rağmen kimi tekrarlar nedeni ile gereğinden uzun görünmesi bir kenara bırakılırsa, film başarılı gerçekçi sosyal dramların arasına katmayı beceriyor kendisini. Bir kısmı ilk sinema deneyimini yaşayan genç oyuncuların doğal performanslarına yaslanan film yönetmen Gómez Concheiro ve birlikte çalıştığı Juan Pablo Gómez’in elinden çıkan gerçekçi diyalogları ile de göz dolduruyor.

Finalde tüm olan bitenlerden sonra karakterlerinin hayatında onların beklentilerinin aksine değişen bir şey olmaması, filmin gözlemle yetinen ve sosyolojik analizlere yüklenmeyen anlatımını destekleyen bir seçim. Burada karakterlerine soygun için bir gerekçe sağlayan yan hikâyelerin gereksizliği kendisini iyice gösteriyor. Müzik dinleyen, duvarlara graffiti çizen, sinemaya kaçak giren, tüm hayatları bir duvar üzerinde sohbet ile geçecek gibi görünen bu gençlerin filmin de öne sürdüğü gibi “sıkılmaktan” kaynaklanan girişimlerini senaryonun daha sonra daha “somut” nedenlere bağlama telaşının içine girmesi film adına doğru bir seçim olmamış gibi. Latin hip-hop müzikleri eşliğinde anlatılan hikâye yapay ışıklandırmadan kaçınan ve bu bağlamda filmin doğallığı ve gerçekçiliğini destekleyen başarılı görüntü çalışması ile de dikkat çekiyor. Filmin sinema soygunu gibi bir yetişkin eylemine girişen gençlerin henüz çocukluklarını tümü ile geride bırakmadıklarını göstererek eylem ile karakterler arasındaki çelişkiyi sergilemesi de vurgulanması gereken artılarından biri bu çalışmanın. Karakterlerin ikisi arasındaki aşkın masumiyeti, soygun sırasında gülme krizine kapılmaları veya soygundan sonraki yemek ısmarlama yarışı gibi sahneler bu çelişkiyi ve bazen de keyifli bir biçimde aktarıyor seyircisine.

Hiç değişmeyecek gibi akan sıkıcı hayatlarına bir renk katacak olan soygunun heyecanına kapılan gençlerin bu hikâyesi günümüz toplumlarının içinde bulunduğu sosyal sistemlerin dağılmışlığı üzerine belki yeni şeyler söylemeyen ama konuyu bir kez daha ve hayli çekici biçimde karşımıza getiren bir çalışma. İlk bölümleri ile benzer konuları işleyen örneklerden bir farkı yok gibi ilerleyen film zamanla farkını ve gücünü gösteriyor ve kesinlikle ilgiyi hak ediyor.

(“The Cinema Hold Up” – “Sinema Soygunu”)