Sokaktaki Adam – Philip Roth

ABD’li yazar Philip Roth’un kitabı adını bir ortaçağ oyunundan alıyor. Kitap ile aynı adı (“Everyman”) taşıyan oyunda kendisine öleceği bildirilen bir günahkârın önce ailesi ve arkadaşları daha sonra ise gücü, zenginliği, bilgeliği ve güzelliği tarafından terk edilişi anlatılır. Geriye kalan ve onu cehennemden korumaya yetip yetmeyeceği tartışmalı olan ise yaşadığı sürece yaptığı iyilikler. Yazarın kendi hayatının başta hastalıkları olmak üzere kimi yanlarını yansıttığı baş karakterin cenaze töreni ile açılan kitap bir sıradan adamın hayatının farklı dönemlerinden bölümleri kolay okunan ama hissettirdikleri ile hayli çarpıcı bir biçimde anlatıyor.

Kitabın adının altını çizdiği gibi sıradan bir adam karakterimiz ve yazarın “Ama zaten hayatta en üzücü şey, sıradanlıktır; her şeyi alt eden ölüm gerçeğini bize bir kez daha hatırlatır”” cümlesi ile belirttiği gibi roman bu sıradan adamın yaşlanarak yavaş yavaş ölüme doğru ilerlerken bu kaçınılmaz gerçek ile yüzleşmesini çocukluğundaki hastalıklarından itibaren başlayarak anlatıyor. Yaşadığı sürece yaptığı hataları ve bunlardan doğan pişmanlıklarını, kıskançlıklarını ve kaçırdığı fırsatları sorgulayan adamın hayata son tutunma çabalarını da karşımıza getiriyor. Tüm bunlar tıpkı bugünlerde gündemde olan Haneke’nin “Amour” filmi gibi ölümün karşısında durulamayacak olmanın neden oldukları üzerine de bir şeyler söylemesine aracılık ediyor kitabın ve ölüme karşı hissedilenleri elle tutulur bir güçte ama sadelikle anlatmayı başararak okunmayı hak ediyor. “Bizden önce yaşamış ve ölmüş bedenler tarafından konmuş kurallara uygun biçimde yaşamak ve ölmek üzere programlanmış olan bedenlerimiz” benzeri ifadeler evet roman boyunca sıkı bir karamsar hava yaratmıyor değil ama gerçekle de yüzleşmek gerek!

(“Everyman”)

The Big Night – Joseph Losey (1951)

“İşçi sınıfının adına gözünün üzerine çaktın yumruğu, değil mi?”

Dövülen babasının intikamını almaya çalışan bir gencin hikâyesi.

Hollywood’un komünizm paranoyası zamanlarında kara listeye alındığı için ülkesini terk etmek zorunda kalan Joseph Losey’nin ABD’de çektiği son filmi. Stanley Ellin’in “Dreadful Summit” adlı romanından uyarlanan film “kara film” havası taşımakla birlikte çoğunlukla melodrama kayan ve zaman zaman tiyatro havası taşıması ile Losey standartlarının altında kalan bir çalışma. Yine de melodramına ısınılırsa, baş roldeki John Drew Barrymore’un belki parlak denemeyecek ama dikkat çekmeyi başaran oyunu ve üzeri örtülü olsa da sosyal duyarlılığı olan yaklaşımı ile ilgi toplayabilir.

Losey filmin senaryosunu romanın yazarı Ellin ile birlikte yazmış ama jenerikte isimleri yer almasa da iki isim daha katkıda bulunmuş senaryoya. Hugo Butler ve Ring Lardner Jr. tıpkı Losey gibi Hollywood’dan dışlanan isimler ve bu üç ismin varlığı filmin –doğal olarak- pek üzerine git(de)mediği kimi sosyal unsurlarını da açıklıyor. Gencimizin dinlediği ve şarkı söylemesine hayran olduğu siyah şarkıcıya söylediği hayranlık dolu sözlerin arkasından gelen ve ağzından öylesine çıkıveren “Çok güzelsiniz, bir (zenci) olsanız bile” cümlesinden sonra duyduğu dehşetli mahcubiyet, polisin çıkarları gereği, sıradan insanların ise korkularından dolayı güçlü olana boyun eğmesi veya işçi sınıfı ile ilgili gerisi gelmeyen cümle bu sorumlu sanatçıların ellerinden geldiğince ve elbette hem sansür hem de dönemin Hollywood’undaki korku atmosferi nedeni ile daha ileriye taşıyamadıkları duyarlılıklarının göstergesi oluyor filmde. Losey yılar sonra verdiği röportajda iki önemli konunun altını çizmiş. İlki, filmde baş rolde oynayan ve kendisinin de yakın arkadaşı olan Barrymore’a FBI tarafından kendisini izlemesi ve faaliyetlerini raporlaması için para ödenmiş olduğu iddiası. Diğeri ise yapımcıların filmin kurgusuna müdahele edip bazı sahneleri çıkararak ve geriye dönüşle anlatılan hikâyenin akışını kronolojik bir anlatıma çevirerek filmine ciddi zarar verdiği düşüncesi. Bu müdaheleler olmasaydı ortaya ne kadar bilinmez ama elbette farklı ve kesinlikle daha iyi bir film çıkardı kuşkusuz; sonuçta kameranın arkasındaki isim Joseph Losey.

Bir gencin büyüyüp bir “erkek” olmasının da hikayesi olarak okunabilecek film babasının düştüğü durumdan utanan ve bu durumun sorumlusuna öfke duyan gencin bir gecede geçen hikayesini anlatırken özellikle ikinci yarısında hayli melodramatik bir hal alıyor. Açığa çıkan sırlar, oluşan veya biten ilişkiler, yanlış anlamalar vs. filme hayli zarar veriyor ve Losey’nin de nedense bir tiyatro havasında çektiği film yeterince ilginç olamıyor. Genç Barrymore’un sürüklediği film büyüdüğünü intikamını gerçekleştirerek kanıtlama yoluna giden gencin hikâyesine seyircisini ortak etmeyi başarıyor ama sinemasl bir tadı çok fazla barındırmıyor bu macera. Çocuğun sevecenliğini (bebeklerle arasının iyi olmasından bar çıkışında gördüğü bir köpeği sevmesine) ve “zayıflığını” (açılışta arkadaşları tarafından itilip kakılması) vurgulayan senaryo böylece onun kişiliğini bulmasını intikam hikâyesi ile örtüştürmeyi başararak akıllı bir iş yapıyor. Senaryonun bir başka başarısı da hemen açılıştaki birkaç dakika içinde kahramanının, babasını, aralarındaki ilişkiyi vs. seyirciye aktarabilmesi ve bunu bol diyalogla yapmasına rağmen seyirciyi rahatsız etmemeyi başarması. Hikâyedeki karakterlerin kimi sembolik yanları da var. Örneğin soyadı “Judge-Yargıç” olan kötü karakter kendi adalet anlayışı olan ve yargısız infazla işlerini halleden bir gücü simgelerken, gencin boks maçında tanıştığı felsefe doktoru entelektüellerin pasifliğinin, özellikle de kaba güç karşısındaki pasiflik söz konusu burada, örneği oluyor.

Barrymore bir şekilde işini yapıyor ama yan roller için bunu söylemek pek mümkün değil. Hollywood’un genelde B sınıfı filmlerinden gelen oyuncular ve özellikle hayli durgun bir performans sergileyen baba rolündeki Preston Foster hikâye boyunca sık sık aksıyorlar. Melodramı ağır basıp kara film özellikleri ikinci plan düşen hikâye yine de içerdiği suç öğeleri, karanlık dış mekanlardaki gölgeleri ve alçak gönüllü yapım özelliklerine rağmen baş karakteri üzerinden ruhsal bir karanlığın içine yaptığı yolculuk ile bu türün de kimi güzelliklerini perdeye taşımayı başarıyor. Baba ile oğul arasındaki ilişkinin bilinçsiz bir hayranlıktan nefrete ve sonra finalde akıl dolu bir sevgiye dönüşmesini anlatması ile de ilgiyi hak eden film Losey’nin en önemli eserleri arasında olmasa da 50’lerin Hollywood’undan farklı olmaya çalışan ve bunu her anında olmasa da başaran bir film olarak ilgi çekebilir. Aslında siyah şarkıcının gencin “sıradan ırkçı” cümlesinden sonraki yüz ifadesi ve Losey ve diğer isimlerin bu sahnedeki cesur yaklaşımları bile filmi görmek için bir neden olabilir.

(“Büyük Gece”)

Schemer – Hanro Smitsman (2010)

“Niçin onu öldürmüyoruz?”

Arkadaşları tarafından öldürülen on beş yaşındaki bir kızın ve işlenen cinayetin hikâyesi.

Hollanda’da 2003 yılında işlenen ve belgeseli de çekilen benzer bir cinayetten yola çıkan bir film. Yönetmen Hanro Smitsman cinayetin arkasındaki nedenleri ve eylemin anlamını/anlamsızlığını sergilemeye çalışan filminde belgesele yakın bir dil tuttururken objektif bir tavır takınan ve cinayetin korkunçluğundan daha fazla anlamsızlığı üzerine düşünmeye yönelten senaryosunu hak ettiği bir mesafeli bir duruşla sinemalaştırmış gibi görünüyor. Filmin aksayan noktası ise “anlamsızlığın” seyirci üzerine yaratabileceği gerçek dışılığa yeterince karşı duramamış olması. Benzer bir hikâyenin gerçekten yaşandığı Hollanda’da yaşayan ve olayı takip edenler için bir sorun oluşturmayacaktır bu durum ama diğerleri için filmin içine yeterince girememeye neden olma ihtimali yüksek görünüyor.

Geriye dönüşlerle anlattığı filmde Smitsman kimi sahneleri farklı karakterler açısından tekrarlayarak gerçeği ve özellikle karakterlerin davranışlarının arkasındaki güdüleri keşfetmemizi ve bazen de gereğinden çabuk oluşan yargılarımızı sorgulamamızı bekliyor. Sahnelerin tekrarlanması ve kameranın farklı bir açıdan yaşananları göstermesi “Rashomon” tarzı bir yaklaşımı hatırlatabilir ama burada daha çok kameranın yer değiştirmesi veya daha önce gösterdiğinin öncesini/sonrasını sergileyerek olayın farklı boyutlarını seyirci ile paylaşma denemesi söz konusu. Bu durum filme bir ilginçlik katmış açıkçası ama sadece iki sahnede seyirciyi gerçekten etkiliyor bu yaklaşım. İlkinde öldürülen genç kızın önce bir arkadaşını öpmesi ama hemen ardından ona tepki göstermesinin nedenini anlıyoruz ve böylece sahnenin ilk gösterildiği anda onun hakkında oluşan yargımızın değişmesine neden oluyor bu durum. Diğerinde ise hapın yutulması/yutulmaması tanık olduğumuz cinayet anının algılanmasını ve gücünü hayli ciddi ölçüde artırıyor. Senaryo cinayete karışan gençlerin bu hareketlerine gerekçe olabilecek kimi nedenler de gösteriyor ama bu nedenleri asıl belirleyici etken olarak vurgulamaktan da kaçınıyor. Bu vurgulamayan ama gösteren anlatım tercihi bir yandan doğru olmakla birlikte öte yandan fiilin anlamsızlığını ve dolayısı ile ürkütücülüğünü de azaltma riski taşıyor.

Ergenlik dönemindeki karakterlerin kıskançlık, bir gruba ait olma çabası ve genel olarak “sıkıntı” kaynaklı problemlerinin bir dışavurumu gibi görünen eylemlerini, işledikleri cinayeti,” gerçek zamanlı gösteren cinayet sahnesi rahatsız ediciliği ile filmin en çarpıcı anlarından birine kaynaklık ediyor. Ölen dahil altı gençten oluşan grubun hasta ve huysuz bir annenin kararttığı bir hayat, dile getirilemeyen ve belki de hiç getirilemeyecek olan bir aşkın yarattığı baskı ve kendini arkadaşlarına ispatlama gibi bir cinayetin doğrudan gerekçesi veya o cinayet için gerekli öfke birikiminin kaynağı olamayacak durumların yanında cinayet evet hayli sert duruyor; ne var ki senarist Anjet Daanje ve yönetmen Smitsman’ın özellikle yakalamak istediği de tam buymuş sanırım: bu anlamsız cinayetin duygusuzca işlenmesi.

Genç kadronun işini yeterli düzeyde yapmış göründüğü filmde öne çıkan isimler gruptaki arkadaşlarında biriken tüm olumsuz duyguların cinayete dönüşmesini sağlayan Caesar rolündeki Matthijs van de Sande Bakhuyzen ve Smitsman’ın bir önceki filminde (“Skin”) parlak bir performans sergileyen Robert de Hoog olmuş. Sahnelerin tekrarı ile uyumlu bir şekilde film boyunca tekrarlanan gitar ile çalınan melodinin de atmosferini desteklediği film, ergenlik çağının korkunç günlerini de akla getiren seyre değer bir film özet olarak. Smitsman kronolojik anlatımın dışına çıkan tercihlerini sürekli ve daha güçlü kılabilseymiş muhtemelen daha etkileyici bir sonucu olurdu filmin diye de ekleyelim.

(“Dusk” -“Şafak”)

La Fille du Puisatier – Daniel Auteuil (2011)

“Seni buraya getiren aşk mı vicdan azabı mı?”

Çok sevdiği kızının bir adamla ilişkiye girip hamile kalması üzerine kendi onuru ile kızına duyduğu sevgi arasında kalan bir adamın hikâyesi.

Fransız yazar ve sinemacı Marcel Pagnol’ün 1940 yılında yazdığı ve yönettiği aynı isimli filmin bu çalışma ile yönetmenliğe de adım atan Fransız oyuncu Daniel Auteuil tarafından çekilen yeni versiyonu. Auteuil senaryoyu güncellerken kimi kritik anları göstermeyip bu anların karakterlerin ruh halleri ve davranışları üzerindeki etkisi üzerinden anlatmayı tercih etmiş hikâyeyi ama göstermeyi tercih ettikleri ile birlikte düşünülünce bu tercihi çok da doğru değil gibi duruyor. Müzik ve görüntü çalışması oldukça başarılı olan filmde Auteuil klasik bir sinema dili ile anlatıyor Birinci Dünya Savaşı sıralarında geçen hikâyesini ve toplumun değerlerine ters düşmenin ne tür bedelleri olabileceğini her anında yeterince etkili olamasa da hissettirmeyi başarıyor.

İzlenimci bir ressamın elinden çıkmış bir tabloyu andıran gelincik tarlası görüntüsü ile açılan film tüm hikâye boyunca çekimlerin yapıldığı güney Fransa’daki Bouches-du-Rhône bölgesinin müthiş doğal güzelliklerini seyircinin karşısına getiriyor ve bu tercihi ile de anlattığı trajik hikâyenin karşısına nerede ise öyle bir doğal güzellik koyuyor ki seyredenin gözünde bu trajedi yumuşuyor ve hatta zaman zaman kayboluyor. Bu yumuşamayı artıran bir başka unsur da Auteuil tarafından canlandırılan babanın olaylar karşısında verdiği tepkiler; Auteuil’in her zamanki gibi güçlü bir oyunculuk ile canlandırdığı babanın öfke ile sevgi arasında gidip gelen tepkileri işin içine sık sık küçük bir mizahın da katılması ile hani nerede ise bir Yeşilçam filmindeki Hulusi Kentmen tiplemesinin kopyasına dönüşüyor. Böyle olunca da filmin başından sonunu da tahmin edebiliyorsunuz ve hikâye ne o dönemin ahlâk anlayışının eleştirisine ne bireysel bir çıkmazın sergilenmesine yeterince izin veriyor. Belki amaç zaten “yumuşak” bir hikâye anlatmaktı ama ortaya çıkan sonuç seyirciyi yanına çekmek açısından yeterince tatmin edici olamıyor.

Zengin erkek ile yoksul kız arasındaki aşkın ve sonuçlarının hikâyesi Auetuil’in oyunu kadar kızını canlandıran Astrid Bergès-Frisbey ve onun aşık olduğu erkeği canlandıran Nicolas Duvauchelle’in gençlik ve güzelliklerine de yaslanmış görünüyor. Bergès-Frisbey filmdeki karakterinin meleksi yanına gayet uygun duru ve saf bir güzelliğe sahip ve karşılığının olmadığını düşündüğü aşkının gerektirdiği fedakârlığı gerçekçi kılmayı başarıyor. Duvauchelle ise kendisinden beklenen rolü, kadınların peşinde koştuğu yakışıklı ve zengin genç rolünü inandırıcı bir şekilde oynamayı başarıyor. Zaman Zaman Guy de Maupassant’ı hatırlatan olay örgüsündeki zengin erkek-fakir kız temasından karşılıksız aşk(lar)a ve aileler arası çekişmelere filmin hikâyesi orijinal bir yan taşımıyor ve yönetmen de bu klasik hikâyeyi düz bir anlatım ile getiriyor karşımıza ve birkaç cümle ile ifade edilerek gerisi getirilmeyen kimi konuların da atlanmasına neden oluyor. Genç kızın ilk tanıştıkları anda erkeğe söylediği “Ne ödemiş olursanız olun, bu topraklar sizin değil. Çünkü onu işlemiyorsunuz” cümlesindeki sınıf kavramı ve babanın sorunun çözümü için gittiği zengin evindeki çaresiz kabullenmişliği örneğin, zengin açılımlara uygun ama hikâyede üzerine gidilmeyen öğeler. Zengin anneyi oynayan Sabine Azéma’nın özellikle bir parça abartılmış oyununun da aralarında olduğu kimi mizah anları ise filmin trajedi ile komedi arasında gidip gelmesine neden oluyor ve bu da filme zarar veriyor kuşkusuz.

Yukarıda belirttiğim eksikliklerine karşın görülmesi gerekli bir film karşımızdaki. Auteuil’in rutin ama aksamayan anlatımı, yeterince derinleştirilmemiş olsa da karakterlerinin cana yakınlığı, çarpıcı görüntüleri ve keyifli müziği ile film günümüz sinemasının unuttuğunu, insanlara insanları anlattığını bilen çalışmalardan biri. Bir şekilde nostalji duygusu yaratan atmosferi ve yine çağdaş sinemanın geride bırakmayı tercih ettiği sıkı bir romantizmi gündemine alması ile de önemli bir çalışma. Girişte belirttiğim gibi Auteuil kimi dramatik anları özellikle göstermemeyi tercih ederek bir eksiklik hissine neden olmuş ama sadece babanın zengin evindeki yüzleşme sahnesi bile bir filme yetecek dramı içeriyor denebilir. Bu hümanist filmin, bittiğinde kendinizi iyi (sadece bireysel olarak değil, insana inanmak açısından da) hissedeceğiniz türden bir eser olduğunu da unutmayın.

(“The Well Digger’s Daughter” – “Kuyucunun Kızı”)