Patterns – Fielder Cook (1956)

“Namus ve vicdan üzerinden üretilen düşünceler sadece şirketimizi batırmaya yarar”

Başarısının sonucu olarak çalıştığı şirketin yönetim kuruluna atanan genç bir yöneticinin vicdanı ile kariyeri için yapması gerekenler arasında kalması sonucu gelişen olayların hikâyesi.

Sinemadan çok televizyon için çalışmış olan Fielder Cook’un ilk sinema filmi. Rod Serling’in 1955’de Emmy ödülü almış televizyon filminden yine onun sinemaya uyarladığı film yazarın neden Hollywood ile sürekli çatışma halinde olduğunu da çok iyi anlatıyor. Kariyeri boyunca başta sansüre karşı çıkışı olmak üzere savaş ve ırkçılık karşıtı düşünceleri de yazarın televizyon ve sinema endüstrisi ile sık sık kavga etmesine neden olmuş. Bu film de büyük şirketlerin yönetim odalarına giriyor ve kapitalizmin mabetleri olarak adlandırılabilecek gökdelenlerde kararların nasıl alındığı ve etik, vicdan ve adalet gibi kavramların yönetim odalarının nasıl kolayca dışında bırakıldığını basit ama etkileyici bir hikâye üzerinden anlatmayı başarıyor. Üç baş oyuncusunun da döktürdüğü film elbette düzenin temel dinamiklerini sorgulamayıp, şirketin eski ve yeni sahibi üzerinden vicdanlı kapitalist ile vahşi kapitalisti karşı karşıya getiriyor sadece ama yine de düzene sıkı bir eleştiri getiriyor kendi çapında da olsa.

Yönetmen Fielder Cook sinemanın yaratıcı ustalarından biri olarak hatırlanan bir isim değil ve bu film de yönetmenin görsel dil açısından yeteneklerini sergilediği bir eser değil açıkçası. Karşımızdaki daha çok küçük bir hikâyenin derli toplu anlatıldığında ve gereksiz süslerden kaçınılıp hikâyenin kendisine odaklanıldığında nasıl etkileyici bir filme kaynaklık edebileceğini kanıtlayan bir sinema filmi. Cook Serling’in senaryosunu görsel oyunları dozunda tutarak, yalın ve doğru bir tempoda anlatıyor. Açılıştaki ve hikâye boyunca zaman zaman gösterilen gökdelenler veya patronun artık eskimiş ve işe yaramaz gözü ile bakılan bir yöneticiyi azarlamasından hemen sonra yeni yöneticiye övgüler dizdiği sahnede “eskinin” yüzünü kameraya yakın tutarken patronu ve “yeniyi” arka planda göstermesi ve böylece sahnenin etkisini artırması gibi küçük ama sağlam buluşlar filme yeterli görsel gücü kazandırmış görünüyor. Cook’un ve elbette senaryonun başarılarından biri hikâyesinde gereksiz hemen hiçbir unsurun yer almaması ve sadece asıl ve tek derdine odaklanması. Açılış sahnesinde gökdelen girişinden başlayarak, asansör ve iş yerinin koridorlarına, oradan sekreterlerin sabah kahvesindeki dedikodularına ve son olarak yönetici odalarına uzanıyor kamera ve kısa bir süre içinde hem karakterleri ve aralarındaki hiyerarşik ilişkileri sergilemeyi hem de tüm o beyaz yakalı ortamının nasıl da güç, çekişme ve acımasızlık ile dolu olduğunu anlatmayı başarıyor. Bu acımasız dünyada adalete ve vicdana yer olmadığını özellikle de vurucu finali ile yapan film, basit bir hikâyenin bazen sinemaya nasıl güçlü bir biçimde yansıtılabileceğinin başarılı bir örneği oluyor.

Şirketin başarısının tek amaç olduğu bir dünyada bu başarının nasıl kutsal bir kisveye büründürüldüğünü ve sistemin kendisini aksattığını düşündüğü bireyleri filmdeki “mobbing” örneğinde olduğu gibi nasıl sistemin dışına atılana kadar taciz edebileceğini başarı ile anlatabilen filmin hikâyesinin çarpıcı yanlarından biri de “insani” her türlü duygunun bu ortamlarda nasıl bir çıbanbaşı gibi görülebileceğini sergilemeyi başarması. Ed Begley’nin nefis bir portresini oluşturduğu eski yöneticinin güven duygusunun nasıl nasıl adım yok edildiğini, işe yaramaz ve başarısız hissettirildiğini o kadar net bir biçimde anlatıyor ki filmi seyrederken etkilenmemeniz mümkün değil. Zayıf düşenin dışarı atılması prensibi kişisel bir anıyı da canlandırdı bende. Şirketin genel müdürü tarafından Rus (kitabın yazıldığı tarih düşünülürse Sovyet demek daha doğru aslında) yazar Aleksandr Bek’in “Moskova Önlerinde” kitabını okumak ve işimizi yönetirken bu kitaptan almamız gereken dersleri belirlemek görevi verilmişti benim de aralarında olduğum yöneticilere. Kitap Moskova’ya girmeye çalışan Nazi ordusuna karşı savaşan Kızıl Ordu’nun kahramanca direnişini anlatır temel olarak. Çıkarmamız gereken ders ise Kızıl Ordu’daki askerlerin şiddetli bir çarpışma sırasında yaralı arkadaşlarını savaşı kazanmak ve dolayısı ile ülkelerinin başarısını sağlamak için ölüme terk etmek zorunda kalmaları örneğinde olduğu gibi yönettiğimiz birimlerdeki “zayıf” halkaları bir çırpıda işten atma inisiyatifini gösterebilmenin gerekli olduğu idi. Faşizme karşı ve ülkelerinin geleceği için savaşan bir ordunun gösterdiği bir refleksin bir beyaz yakalı ortamında tekrarlanmasını beklemek, bir başka deyiş ile “kutsal” bir mücadeyi ne pahasına olursa olsun daha fazla kâr etmeye odaklanmış bir kurumun yaptıklarına benzetmek işte bu filmde olduğu gibi kapitalist bir zihnin “başarılı olmayı” nasıl da doğal bir şekilde kutsal bir misyon olarak görebileceğinin kanıtı olmuştu benim için.

Ed Begley’nin müthiş oyununa yeni yönetici rolündeki Van Heflin ve patron rolündeki Everett Sloane’un da başarılı bir biçimde eşlik ettiği film daha önce bahsettiklerim dışında finaldeki patron ile yeni yönetici arasındaki pazarlık sahnesi (dünyaya nasıl baktığınıza bağlı olarak mutlu son veya hüzünlü bir yenilgi olarak görebilirsiniz bu sahneyi) ve kalp krizi ile sonuçlanan son toplantıda gittikçe yükselen ve hızlanan daktilo sesinin aniden kesilivermesi gibi etkili anları da olan film belki sinemasal açıdan yenilikler taşıyan bir film değil ama özellikle de beyaz yakalıların kendileri ile yüzleşeceği türden ve görülmesi gerekli bir çalışma. Yukarıda yazdığım gibi ne olursa olsun bir Amerikan filmi ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüp finalin bir mutlu son olarak çekildiğini düşünmek mümkün ama kişisel olarak bu sonun tam tersine iyilerin ayakta kalmak için kötü gördüklerinden daha kötü olmayı başarmaları gerektiğini vurguladığına inanmayı tercih ediyorum.

(“Güç Dengesi”)

The Brother from Another Planet – John Sayles (1984)

“Buraya her geldiğimde bu kahrolası dosyayı da getiriyorum yanımda. Doğum sertifikası, ölüm sertifikası, doktor sertifikası, iş sertifikası, ev sahibinin sertifikası, vergi formu, fişler, faturalar. Ve her geldiğimde, yanımda getirmediğim başka bir kağıt parçasını soruyorsunuz”

Peşindekilerden kaçarken dünyaya düşen ve siyah bir adam görünümündeki uzaylının hikâyesi.

ABD’li bağımsız ve sistemi sorgulayan filmleri ile tanınan John Sayles’in ilk dönem çalışmalarından biri. Peşindeki “beyaz” görünümlü iki kelle avcısı uzaylıdan kaçan “siyah” uzaylının dünyada düştüğü yerin New York’un Harlem bölgesi olması senaryoyu da yazan Sayles’in derdini anlatabilmesi için doğru bir seçim olmuş. Sayles bu uzaylı adam metaforu üzerinden ABD’deki göçmenlerin ve özellikle de siyahların durumunu anlatırken eğlenceli olmaya çalışan ve bunu genelde başaran ama zaman zaman garipliklerin hikâyenin önüne geçtiği bir çalışma çıkarmış ortaya.

ABD’de yeni sağ iktidarın Ronald Reagan ile tam gaz ilerlediği günlerde, 1984’te çekilen film bu iktidarın uygulamalarına ve dünya görüşüne taban tabana zıt görüşleri olan yönetmenin saygın kariyerinin önemli örneklerinden biri politik açıdan bakıldığında. Metrodaki “bak şimdi bütün beyazlar” yok olacak esprisinden film boyunca konuşulan aksanlı Harlem İngilizcesine, kaçanın “iyi” bir siyah kovalayanın “kötü” beyazlar olmasından hikâye boyunca sergilenen marjinal karakterlere film dönemin Hollywood sinemasından oldukça farklı bir yerde duruyor kuşku yok ki. Sosyal yardım kurumundaki yoksul siyah kadının söylenmelerini ve metronun yanlış çıkışını kullandıkları için kendilerini Harlem’de bulan iki beyaz adamın şaşkınlık ve korkusunu da buna eklerseniz Sayles’in kimlerin yanında durduğu açık bu film ile. Senaryo yoksulluktan ırklar arası eşitsizliklere pek çok konuya değinirken uzaylı adam metaforunu da genellikle başarı ile kullanıyor aslında ama zaman zaman odak noktasından saptığı da oluyor hikâyenin. Joe Morton’ın filmin hemen her sahnesinde görünerek keyifli bir biçimde canlandırdığı dilsiz kaçak uzaylının ünlü şarkıcı Dee Dee Bridgewater’ın canlandırdığı gece kulübü şarkıcısı ile olan sahneleri veya uyuşturucu satıcısını cezalandırması gibi bölümler filmin genel havasının bir parça dışında kalmış görünüyorlar örneğin.

Sayles’in kendisinin ve günümüzün parlak oyuncularından David Strathairn’in canlandırdıkları “Men in Black” karakterleri kimi anlarda fazla uzatılmış olsa da filmin en komik anlarının da kaynağı hikâye boyunca. Ağırlıklı olarak UFO’larla ilgili komplo teorilerine inananlar tarafından UFO’ları görenleri tehdit etmek veya ortadan kaldırmak için uğraşan ve uzaylı oldukları da düşünülen gizli ajanlara verilen isim olsa da popüler kültürde gizli organizasyonlar için çalışanlar için de kullanılan isimle “Men in Black” karakterlerinin sinemada ilk göründüğü film olması ile de önemli olan çalışmanın senaryosunda kimi aksamalar da var açıkçası. Hikâye o yönde ilerlemezken baş karakterimizin birdenbire erotik kadın imajlarının etkisinde kalması ve bu imajlardan yola çıkıp kendisini gece kulübünde bulması veya uyuşturucu satıcısını cezalandırmasına onu sürükleyen olayın yeterince güçlü hissettirilmemiş olması örneğin, filmin gücünü zayıflatıyor. Sayles’in bardaki eğlenceli ama öte yandan biraz basit kalmış kavga sahnesi gibi mizansenleri de yeterince başarılı değil. Buna karşılık kimi akıllı buluşlar, örneğin iki kelle avcısının stilize bir şekilde yürüme ve koşmaları ve hemen tüm diyalogları oldukça eğlenceli anların yaratıcısı oluyor.

“Dünyaya düşen siyah adamın” etrafında gördüklerini anlamaya çalışması üzerinden de Sayles içinde yaşadığımız ekonomik ve sosyal düzenin kimi temel taşlarına dokundurmalarda bulunuyor. Parçası olduğumuz için için sorgulamayı bile unuttuğumuz şeyleri bu uzaylı karakterin yadırgayarak gözlemesi Sayles’in de etrafımıza kabullenmişlik ile değil ret eden bakışlar ile bakmamız gerektiği konusunda mesaj vermesi için aracılık ediyor örneğin. İnsan görünümündeki ama kopan uzuvlarının bir süresonra tekrar oluşması, dokunarak elektronik aletleri tamir edebilmesi veya bir gözünü çıkarıp geçici olarak akıllı bir gizli kamera olarak kullanabilme becerisi ile tam bir uzaylı olan karakterimizin bu hikâyesi toplumun kimi sosyal yaralarına dokunmayı beceren ama bunu yeterince güçlü bir sinemasal dil ile yapamayan ve eleştirilerini bütünsel hale getiremeyen ilginç bir film özet olarak.

Serin Mavi – Behçet Necatigil

Şair, çevirmen ve radyo oyunu yazarı Behçet Necatigil’in eşine mektupları. Yazarın Kör Baykuş çevirisini okuyup Türkçe’sinin tadına varınca el attığım ve uzun süredir okunmayı bekleyen bir kitaptı. Sanatçının veya eşinin evden uzak olduğu zamanlarda ve 1955’den 1977’e kadar olan bir zaman dilinde yazılan kimi mektupları içeren kitap günlük hayatın “sıradan” konuları etrafında dolaşan, samimi ve galiba gizli ve hayata karşı sitemkâr bir mizah da içeren bir eser. Şairin kitabın sonunda yer verilen bazı şiirlerine de dolaylı ve doğrudan referans veren mektuplar, eşine ve ailesine özlemden geçim sıkıntısına çeşitli günlük konuları dile getirirken, sanatçının kimi ünlü isimler ile ortak anlarına da kısaca değiniyor. Oktay Akbal’dan Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya ve Tahir Alangu’ya ünlü edebiyatçıların isimleri mektuplarda kendilerine yer bulmuşlar örneğin. Necatigil’in Doğan Hızlan ile eğlenceli bir diyaloğuna da yer veren mektupların benim için en önemli yanlarından biri de yazarın da pek çok ünlü edebiyatçı ile birlikte katıldığı Türk Dil Kurumu toplantılarından söz edilmesi. Bugün böyle toplantılar yapılıyorsa, kim katılır bilmem ama herhalde bozuk cümleleri ile meşhur Orhan Pamuk veya adını bulunduğu yere (daha doğru bir deyişle pazarlama hedef bölgesine) göre değiştiren Elif Şafak/Shafak olmaz o isimler umarım.

Özel hayatla ilgili detaylar içerdiği için değil ki zaten bu tür içerikleri yok mektupların birkaç samimi ifade dışında, şairin şiirlerindeki gibi aile, yalnızlık, ölüm, hastalık gibi sıradan konulardan bahsettiği için önemli olan kitapta ne güzel demiş Behçet Necatigil: “Yalnızlık gururu besler”

Medianeras – Gustavo Taretto (2011)

“Tüm binaların işe yaramaz bir yüzleri vardır. Bahsettiğim ne ön ne de arka yüzü binaların; yan duvarlarından (Medianeras) söz ediyorum. Bizi ayıran, bize zamanın geçişini, isi ve kiri hatırlatan büyük yüzeyler. “Medianeras” bize en kötü yanlarımızı gösterir; güvenilmezliği, defoları, geçici çözümleri ve halının altına süpürdüğümüz pisliği yansıtır”

Buenos Aires’teki iki yalnız ve yaralı insanın romantik komedi türünden hikâyeleri.
Sinemaya kısa filmler ile başlayan Arjantinli yönetmen Gustavo Taretto’nun senaryosunu da yazdığı ilk uzun metrajlı filmi. “Hafif” havasından finaline romantik komedi kalıplarında ilerlese de modern dünyadaki aşklar ve büyük şehirde yaşanan hayatlar üzerine söylemleri ile bu kalıpların dışına çıkmayı başaran ve sevimli olmayı ve üstelik bunu doğal kılmayı da beceren bir film Taretto’nun çalışması. Internet dünyasına uygun olarak sanal ortamda başlayan ama olması gerektiği gibi gerçek dünyada sona eren hikâye Hollywood tarzından çok Avrupa sinemasına yakınlığı ile de dikkat çekiyor.

Büyük şehirlerin yalnızlıkları da büyük oluyor anlaşılan. İki karakterimizin ikisi de yaralı; erkek olan evden çok az çıkıyor ve web tasarımı ile sürdürdüğü hayatı şehir korkusu, psikolojik problemleri ve fobileri ile dolu. Baştaki kimi sahneler ile zaman zaman Jacques Tati’nin modern hayatla başı dertte olan “Mösyö Hulot” karakterini çağrıştıran adamı Javier Drolas gerekli ve yeterli bir sevimlilik ile canlandırıyor. Mimar olsa da vitrin tasarımcısı olarak çalışan, kalabalıktan korkan ve asansör fobisi olan kadın ise yeni bitirdiği (ve erkeğin aksine terk edilen değil terk eden taraf olduğu) bir ilişkinin taze acısını yaşıyor ve bol ödüllü oyuncu Pilar López de Ayala’nın modern dünyanın yalnız kadınının havasını perdeye getirmeyi başardığı oyunculuğu ile pek çok kadın seyircinin de özdeşleşebileceği bir karaktere sahip. Kadının Miranda July filmlerindeki tiplemeleri hayli hatırlattığını da söyleyelim bu arada. Hikâye filmin son anlarına kadar bu iki karakteri sadece hayli başarılı tek bir sahne dışında hiç bir araya getirmiyor ve bu anlamda klasik romantik komedilerden de farklılaşıyor. Bu tek sahne filmi seyrederken sık sık kendini hatırlatan bir şarkıyı da net bir şekilde öne çıkardı benim için; Bülent Ortaçgil’in “Eylül Akşamı” şarkısının adeta sinema karşılığı bu hikâye. “Aynı anda aynı sessiz geceye doğru içim sıkılıyor diyen, onca yıl biri burada onca yıl diğeri burada ama yolları hiç kesişmeyen, aynı anda başka insanlara seni seviyorum diyen” bu karakterler pek çok seyirciyi kendisine çekecektir kuşkusuz.

Bir büyük şehrin, Buenos Aires’in çirkin ve güzel, yüksek ve alçak binalarının görüntüsü ile başlayan film insan ruhuna aykırı modern şehirlerin ruhumuzda yarattığı tahribata değinerek açılıyor ve jeneriksiz girişi ile seyirciyi doğrudan hikâyenin içine sokuveriyor. Sevimli animasyonların da arada eşlik ettiği ve hoş bir küçük mizahı olan film karakterlerinin monoton ve keyifsiz hayatlarına “yan duvarlarında bir pencere” açmalarını seyircinin ilgisini ayakta tutmayı başararak anlatıyor. Kapatıldığı balkondan sıkılarak aşağı atlayan köpek veya daracık balkonda bisiklet kullanmaya çalışan küçük çocuk gibi yan hikâyeleri ile film baştan sona ruhumuzu daraltan modern şehirleri en büyük problemlerimizin kaynağı olarak işaret etmekten kaçınmıyor. Karakterlerin sık sık yorum yapması, tespitlerde bulunması filmin keyifli anlarına kaynaklık ederken zaman zaman uzayan bu yorumlar bir parça monotonluk da yaratmıyor değil ama bu konuşmaların onların yalnızlığının uzantısı olduğu gerçeği anlaşılır ve kabullenilir kılıyor bu durumu açıkçası.

Taretto’nun senaryosunun temel başarısı hem anlatımını taze bir bakışla süsleyerek daha önce benzerini pek çok kez seyretmiş olduğunuz hikâyeyi “yeni” kılabilmesi hem de Buenos Aires’de geçse de bu hikayeyi evrensel bir içeriğe büründürebilmesinde yatıyor. Birbirine bu kadar yakın olup birbirlerini tanı(ya)mayanların yaşadığı büyük şehirlerin insanlarına binaların genelde en anlamsız görünen parçası olan yan duvarlarına pencere açmak metaforu üzerinden hep alıştıkları yerlere (binanın ön ve arka cepheleri) değil farklı yerlere (yan duvarlarına) bakmayı öğütleyen bu romantik komedi, büyük şehirlerin ruhsuzluğuna yine ancak insanın kendisinin ve aşktan aldığı destekle karşı koyabileceğini söylemesi ile de ilgiyi hak eden bir çalışma. Kapanış jeneriğinde iki baş oyuncu birlikte ilk kez 1966 yılında Marvin Gaye and Tammi Terrell tarafından düet olarak seslendirilen “Ain’t No Mountain High Enough” şarkısına keyifli bir biçimde eşlik ederken modern dünyayı kurtaracak, daha doğrusu dayanılır kılacak olan sadece aşk diyorlar adeta.

(“Sidewalls” – “Yan Pencere”)