IF 2013 – 1

Kara Göl (Black Pond) – Tom Kingsley / Will Sharpe : Sadece İngiliz sinemasından çıkabilecek türde bir trajikomik film. Tuhaf karakterleri, belgeseli andıran girişi, zaman zaman kameraya röportaj verir gibi konuşan karakterleri ve başarılı diyalogları ile hem komik hem melankolik olmayı başaran film, çok tanıdık gelecek olsa da kesinlikle komik olmayı beceren terapi sahneleri ile de dikkat çekiyor. Normalin arkasında gizli olan anormali sergilemesi ile de ilginç olan çalışmada tüm kadro rollerinin hakkını veriyor. Çok düşük bir bütçe ile çekilen (rüya sahnelerinde kendisini belli eden bir durum bu açıkçası) filmin belki de temel başarısı, karakterleri tuhaf olunca kendisi de sinemasal özelliklerini yitirecek şekilde tuhaflaşan filmlerin aksine seyrettiğimizin bir sinema eseri olduğunu unutturmaması. Kimi sahneleri bir parça sarkmış olsa da ve her anında yeterince komik olamasa da ilginç olmayı başaran bir film. Aile içi ilişkiler ve söylenenler ile söylenmeyenlerin yarattığı gerilimle ilgili tespitleri de hayli eğlenceli. Hikâyede ön planda olmasa da Tim karakterinin filmin gizli yıldızı olduğunu da eklemek gerek.

Vahşiler (Los Salvajes) – Alejandro Fadel : Arjantin sinemasından sert bir film. Sertliği görselliğinden çok, karanlık atmosferinden kaynaklanıyor. Cinayet de işledikleri bir soygundan sonra bulundukları hapishaneden kaçan ergenlik çağındaki beş gencin Arjantin’in dağlık bir bölgesindeki yolculuklarını anlatan film başlangıçta gençler arasında var gibi görünen bağlılığın yolculuk ilerledikçe yavaş yavaş çözülmesini görselliği yüksek bir dil ile anlatıyor. Julián Apezteguia’nın görüntülerinin zenginleştirdiği filmin aksayan yanı senaryosunun akışı olan bir hikâye içermemesi ve bunu çok da önemsemiş görünmemesi; hikâye daha çok geçmişteki suçlarının vurguladığı gibi “vahşi” birer doğaları olan ama bu doğalarını insanların bulunduğu ortamda gösteren gençlerin yabani ve nerede ise insandan arınmış bir ortamda birer vahşi gibi yaşadıklarında olanları göstermeyi hedeflemiş görünüyor. Hemen tamamı ilk filmlerinde oynayan genç oyuncular aksamıyor ama sıkı bir oyunculuk da sergilemiyorlar açıkçası. Başarılı müzikleri, mekanları çarpıcı biçimde karşımıza getiren geniş plan çekimleri ve vahşiliğin doğasını birebir yansıtan yakın plan çekimleri ile ilgiye değer bir film.
(“The Savages”)

Antiviral – Brandon Cronenberg : David Cronenberg’in oğlu olan yönetmenin ilk uzun metrajlı çalışması. Yakın bir gelecekte geçen film, ünlülere olan hayranlıkların ne kadar ileri boyutlara taşınabileceği fantezisi üzerine kurmuş hikâyesini. Bu hayranlıklar bugün hayal etmesi bile güç seviyelerde; ünlü insanlar hayranları için örneğin uçuk virüslerini satışa çıkarıyorlar, ünlülerin hücrelerinden üretilen biftekler restoranlarda yüksek fiyatlara alıcı buluyor. Ünlülerin bir “parçasına” sahip olmak arzusunun taşındığı noktaları sergileyen film oldukça stilize bir çalışma. Beyaz ağırlıklı soğuk renkli mekanlar filme ihtiyacı olan “hijyenliği” sağlamış görünüyor. Film boyunca insan derisine sokulan iğne görüntülerinden ağızlardan sızan kanlara kimilerini hayli rahatsız edecek görüntülerin mevcut olduğunu da söyleyelim. Başroldeki Caleb Landry Jones’in erken dönem Bowie’yi çağrıştıran cinsiyetsiz yüzü hikâye boyunca acı (maddi ve manevi her türlü acıdan söz ediyorum burada) çeken yüzünü sergilediği film hikâyesinde kimi aksamalar da yaşıyor ve gereğinden fazla uzamış görünen akışı ile zaman zaman aksıyor. Anlaşılan Cronenberg senaryosundaki kimi öğeleri ayıklamaya kıyamamış ve filmin genel olarak bir fazlalık hissi vermesine engel olamamış. Yine de ilginç teması ile ilgiyi hak ediyor.

Le Manège – Stanislas (2007)

Fransız şarkıcı Stanislas (Louis Stanislas Renoult) klasik şansonlardan esintiler taşıyan ve bir Amerikan müzikaline de hayli yakışacak şarkısını söylüyor. Hayat bir dönme dolaptır diyor şarkıcı ve binmeye değer olup olmadığını sorguluyor. Şarkıya çok uygun sadelikte ve güçlü bir görselliğe sahip olan klip ayrıca dikkat çekiyor bu yalınlığı ile. Fransız şarkı listelerindeki Amerikan hegemonyasını delebilen nadir şarkılardan.

The Facts of Life – Melvin Frank (1960)

“Bunu gerçekten ben mi yapıyorum, Pasadena’lı ev kadını, okul aile birliğinin sekreteri, yavrukurtların oymak anası olan ben? Gerçekten hafta sonunu en iyi arkadaşımın kocası ile mi geçireceğim?”

İkisi de evli olan bir kadın ve bir adamın birbirlerine aşık olması ile gelişen olayların hikâyesi.

Yönetmen Melvin Frank, senaristler Frank ve Norman Panama ikilisi ve oyuncular Bob Hope ve Lucille Ball olunca film de komedisi olan bir romantik film oluyor doğal olarak. İşin ilginç tarafı senaryonun önce Olivia de Havilland ve James Stewart düşünülerek ve kaynaklara göre David Lean’ın ölümsüz filmi “Brief Encounter” benzeri bir çalışma hedeflenerek yazılmış olması. Bu proje gerçekleşmeyince hikâyenin dramı komediye bırakmış yerini ve ortaya bu zaman zaman eğlendiren, yeni bir şey söylemese de evlilik kurumunu ve getirdiği kısıtlamaları düşündürten orta karar bir film çıkmış.

İşinin ustası Saul Bass’in başarılı ve animasyonlarla oluşturulmuş açılış jeneriği ve bu jeneriğe eşlik eden keyifli ve film ile aynı ismi taşıyan şarkı ile başlayan eserin, bu eğlenceli halini tüm hikâyesine yayamadığını söyleyelim öncelikle. Ball ve Hope’un diğer filmlerinin aksine komedinin sulu yanına pek uğramamaları ve dizginlenmiş bir performans sergilemeleri filme ciddi bir katkı sağlamış açıkçası ve senaryonun anlık espriler yerine durumun kendisine dramı ihmal etmeden odaklanması Frank ve Panama ikilisinin de doğru bir tercihi olmuş görünüyor. Konvansiyonel finaline ve bu finali doğuran sondaki tutarsızlıklara rağmen hikâyenin genel olarak rahat akan, eğlendiren ve düşündüren bir yapısı olduğunu da söylemek gerek. Tutarsızlık ile kastettiğim ise aşkın oluşumunu hem “gerekçeleri” hem de süreci ile inandırıcı kılan senaryonun, aşkın bir kenara bırakılmasını aynı gerçekçilik içinde karşımıza getirememesi. 1960’da çekilen bir Hollywood filmden “sıradışı” bir son beklenemez elbette ve sonuçta “Brief Encounter” filmi de sinemasal açıdan güçlü (tren istasyonundaki ayrılış sahnesini unutmak mümkün mü?) olsa da muhafazakâr finali ile sıradan seyirciyi rahatlatmayı tercih etmişti. Yine de senaryonun sonunu daha iyi bağlaması gerekirdi diye düşünüyorum, en azından inandırıcılık açısından.

Monoton evliliklerinin neden olduğu monoton hayatlarına yeni bir sayfayı ancak aşkın açabileceğinin farkında olmadan birbirlerine aşık olan iki insanın hikâyesi açılış sahnesinden sonra uzun bir geriye dönüş ile anlatılıyor ve daha sonra tekrar günümüze gelerek kapanışını yapıyor. Tüm bu olaylar boyunca da başta arabalı açık hava sinemasındaki basılma ve kaçma sahnesi olmak üzere kimi hayli eğlenceli anlara da tanık ediyor bizi filmimiz. Stüdyoda çekildiği çok belli olan dış sahneler bu bol konuşmalı filmin rahat nefes almasını da sağlıyor ve masum birkaç öpücük (sinemadaki hayli uzun süren ama bu uzunluğu zorunluluktan kaynaklanan sahneyi hariç tutmalı, sonuçta orada kahramanlarımızın bilinçli bir tercihi söz konusu değil), el ele tutuşmalar ve bakışmalar ile geçen aldatma hikâyesini çekici kılıyor bir seyirlik olarak. Senaryonun eleştirilmesi gereken bir yönü olan, kadının geriye dönüşle anlatılan olaylara zaman zaman duygu ve düşüncelerini kattığı yorumlarda bulunması hikâyeye bir zenginlik getirmiyor açıkçası. Kurulu düzenlerinin bozulması endişesinin ön plana ve yetersiz bir biçimde çıkarıldığı film her ne kadar Hamilton karakteri üzerinden evliliklerin hangi yollarla katlanılır kılındığını hatırlatarak bu kuruma küçük bir fiske vursa da finalini en azından bir parça daha fazla hüzünlü kılmaması ile ciddi bir fırsatı kaçırıyor. Yine de artık yakın gözlüksüz yaşamaları hayli güç olan yaşlara gelmiş iki karakterin mahzun bir utangaçlık ile dolu duygularını seyircisini yormadan ve eğlendirmeyi de ihmal etmeden anlatan film ilgi çekebilir. Filmin güzel başlayan bir aşkın, tarafların birbirini daha yakından tanıması ile (aslında düzenlerinin bozulmasından korkmaları ile) solmaya başlamasını tüm zorlamasına rağmen gerçekçi kılamamasını ise belki de aşkın zaferi olarak görüp mutlu olmak lâzım.

(“Cilveli Hayat”)

Sabrina – Billy Wilder (1954)

“Hayat bir limuzin gibi bence. Aynı arabanın içinde olsak da, herkesin yerini bilmesi gerekir. Bir ön koltuk, bir arka koltuk ve ikisinin arasında da bir cam var”

Babasının yanlarında şöför olarak çalıştığı zengin bir ailenin oğluna aşık olan genç kızın hikâyesi.

Billy Wilder’dan bir romantik komedi. Audrey Hepburn’ün kimbilir kaçıncı kez kendisinden yaşça hayli büyük bir erkeğe aşık olduğu film Samuel Taylor’ın tiyatro oyunundan Taylor, yönetmen Wilder ve ünlü senarist Ernest Lehman tarafından beyaz perdeye uyarlanmış. Hepburn’ün zarifliği, Wilder’ın anlatımının ve senaryonun su gibi akıp gitmesi ve hafif komedisi ile Amerikan sinemasının klasiklerinden biri olmayı başaran film zengin ile yoksul arasındaki aşkı elbette sınıfsal değinmelere hiç uğramadan, daha doğrusu sınıf farkını bir peri masalı sonu ile yok ederken sadece yumuşak esprilerin malzemesi yaparak işliyor konusunu.

Girişteki tanıtımın akıllıca özetlediği gibi “büyük bir malikânede yaşayan küçük bir kızın hikâyesi” seyrettiğimiz. Çocukluğundan beri karşılıksız bir aşk ile bağlandığı evin küçük oğluna olan bu duygularını unutması ve ait olduğu sınıfa uygun bir meslek edinmesi için aşçılık okuluna (ama Paris’e) gönderilen kızın oradan büyüyerek (Hepburn’ün saçlarının kısalarak dönmesi ile de vurgulanan bir büyüme bu) geri dönmesi ile gelişen olayların hikâyesi kendisini rahatça seyrettirenlerden. Zengin ailenin büyük oğlu kendisini iş hayatına adamış, hayatında kadınlara yer vermeyen (en azından duygusal anlamda) ve hırslı bir kişi. Küçük oğul ise tam tersine, gittiği üniversiteleri ve üç kez denediği evlilikleri yarıda bırakmış, aklı fikri kadınlarda ve eğlencede olan bir playboy. Film finalinde herkesin mutlu olduğu bir sona ulaşacak elbette; dolayısı ile önemli olan bu mutlu sona gidişin nasıl anlatıldığı. Bu alanda da aksayan bir durum yok. Audrey Hepburn’ün zarifliğini de emrine verdiği başarılı oyunu ve küçük komedisi ile eğlenceli bir film Billy Wilder’ın bu çalışması. Amerikan sinemasının Fransa ve özellikle Paris ile ilgili tüm klişelerini (aşçılık okulundaki Fransız hoca oldukça zorlama durmuş açıkçası, diğer aksamayan klişelerin yanında) kullanmaktan çekinmeyen senaryo zengin aile ile çalışanları arasındaki ilişkiler üzerinden aslında “yukarıdakiler ve aşağıdakiler” konusunda epey malzeme biriktiriyor ama sınıf incelemesi gibi bir derdi olmadığından bunları ham hali ile bırakıyor ve sınıflar arasındaki duvarın (veya filmdeki sembol üzerinden yola çıkarsak, limuzinde ön ve arka koltuğu ayıran camın) ancak iki sınıf arasındaki bir aşk ile aşılmasının makul olabileceğini iddia ediyor. Üstelik Hepburn’ün Paris’ten sadece büyümüş olarak değil aynı zamanda nerede ise sınıf atlamış olarak döndüğünü (başta eskiden ağaç üzerinden izlerken şimdi davetlisi olduğu zengin evindeki ilk partisindeki muhteşem kıyafeti olmak üzere tavır ve görünüş değişikliklerini düşünün) farkederseniz, aşkın taraflarının çok da farfklı sınıflara ait olmadığını görmeniz de mümkün olacak.

Sabrina’nın ait olduğu sınıfı nerede ise ret eden kararlı ve arsız aşkını duyarlı ve hüzünlü bir şekilde aktaran Audrey Hepburn’ün oyunu filmin en büyük artılarından. Aşkını yaşarken, sorgularken, “La Vie en Rose” şarkısına eşlik ederken ve tüm zarifliği ile ayrı ayrı Humphrey Bogart ve William Holden ile dans ederken tek kelime ile muhteşem. Bogart ise filmin başta sekreterlere yeni plastik malzemeyi test ettirdiği sahne olmak üzere kimi esprili anlarının içinde yer alsa da genellikle yorgun bir görüntü veriyor. Hovarda küçük oğul rolündeki William Holden ise filmin romantik komedi havasına uygun bir sevimlilik ile üzerine düşeni yapıyor. Senaryonun kimi esprileri, başta pantolonun arka cebine koyulan şampanya kadehlerinin nereye varacağı olmak üzere, önceden sezilebilir olsa da gerek oyuncuların performansı gerekse kurgunun başarısı ile rahatsız etmiyor ve bu romantik komedinin komedisinin de yeterince eğlendirici olmasını sağlıyor.

Bu külkedisi masalını andıran film tıpkı masallar gibi eşitsizliklere veya bunların kaynaklarına değil naif yollarla bu eşitsizliklerin nasıl aşılabilir olduğuna odaklanan tipik ve klasik bir Amerikan komedisi. Zengin ailenin başı rolündeki Walter Hampden ve Sabrina’nın babası rolündeki John Wiiliams’ın başarılı yardımcı oyunculuklarının da ilgi çektiği film ilgiyi hak eden bir çalışma; sinema her zaman böyle sağlam romantik komediler yapamıyor çünkü.