Köprüdekiler – Aslı Özge (2009)

“Her şeyin başı paraya dayanıyor; o da bizde yok”

Hayatları Boğaz Köprüsü etrafında şekillenen üç kişinin belgesele yakın hikâyesi.

Yönetmen Aslı Özge’nin İstanbul ve Ankara film festivallerinde en iyi film ödülü alan ve sanatçının ilk filmi olan bu çalışma belgesele çok yakın havası, amatör oyuncuları, “hikâyesizliği” ve minimal yapısı ile öncelikle ve belki de sadece festival müdavimlerinin ilgisini çekecek bir eser. İstanbul’dan üç sıradan insanı ve etraflarındaki birkaç kişiyi odağına alan film bu sıradan insanları tam bir gerçekçilik içinde ve seyircinin de kendi hayatında ya sahibi ya da muhatabı olduğu doğal diyaloglar ile anlatıyor ama sıradan bir sinema seyircisinin perdede kendisini değil başkalarının “çekici” hayatlarını görmeyi tercih ettiği düşünülürse filmin kısıtlı sayıda beğeneni olacağı da açık.

Hikâyenin üç karakteri (gün boyu defalarca köprüden geçen ve geçim sıkıntısı içindeki evli bir dolmuş şöförü, zaman zaman köprüde görev yapan ve internetteki sohbet odalarında kendisine bir kadın arkadaş bulmaya çalışan bir polis ve bulabildiği ve yapabildiği tek iş köprünün sıkışan trafiğinde çiçek satmak olan bir genç) film boyunca nadiren bir araya geliyor ve hayatları hemen hiç çakışmıyor bu anlamda. Zaten köprünün hayatlarındaki ortak yeri dışında hiçbir zaman da çakışmayacak hayatlara sahip bu karakterler. Filmin bu mekan ortaklığını filme yeterince başarı ile yedirdiğini veya mekanın kendisini filmin adının aksine bir karakter yapmayı başardığı (daha doğrusu denediği) söylenemez ama İstanbul’da yaşayıp bu köprüden geçen milyonlarca insanın içinden öylesine seçilmiş görünen ve bu anlamda şehir halkının da temsilcisi olan karakterlerin gerçekçiliği ağır basıyor ve bu kusuru unutturuyor. Filmin ortak mekan olarak köprüyü seçmesi belki de her biri yaşadığı hayattan başka bir hayata geçiş yapmak isteyen ama bunun için gerekli olan araçtan (köprüden) yoksun olan ve hayatın (boğazın) hep tercih etmedikleri tarafında kalacak olan insanların durumunun simgesidir, kim bilir.

Karakterlerinin hayatlarındaki sıkışmışlıklarını, yalnızlıklarını ve kabullenmişliklerini elle tutulur bir şekilde sergileyebilmesi filmin en kuvvetli yönlerinden biri ve burada da elbette en büyük pay diyaloglar ve doğal oyunculuklarda. Amatör oyuncuların zaman zaman aksadığı bir gerçek ama arada durarak konuşmalarına kendinizi alıştırırsanız, bir süre sonra bu insanların gerçek hayatlarına girmiş gibi rahatsız olacağınız kadar bir gerçekçilik söz konusu filmde. Dolmuş şöförünün karısı ile ev arayışları ya da para nedeni ile aralarında çıkan huzursuzluk, polisin internetten tanıştığı kadınlarla buluşmasındaki zorlama sohbet konuları veya çiçekçi gencin arkadaşları ile yaptığı ergen muhabbetleri örneğin, bu diyalogların karakterlere ait olduğunu ve onların da her zamanki hayatlarını bu kez sadece kamera önünde (ama kamera yokmuş gibi) yaşadıklarını göstermeyi başarıyor. Sosyal gerçekçilik olarak da adlandırabileceğimiz tarzı ile film işte tüm bu özellikleri ile hemen hemen tam bir belgesel de oluyor. Yönetmen Özge’nin bir belgesel niyeti ile başladığı ama kanun gereği gerçek bir polisi oynatamayacağı için vazgeçerek bu haline çevirdiği filmde dolmuş şöförü ve çiçek satıcısı gerçekten kendilerini oynarken polisi ve bekar evindeki kendisi gibi polis olan arkadaşını yine amatör oyuncular canlandırmış.

Karakterlerinin yaşadığı mekanların gerçekçiliğinin de ön plana çıktığı film (zaten olmayan) hikâyesinin parçası yapmadan kimi gözlemlere de getiriyor karşımıza. Burada özellikle öne çıkan gerek televizyon kanallarındaki görüntüler gerekse polisin ev arkadaşı ile konuşmaları ve dolmuş şöförünün mesai arkadaşları ile birlikte katıldığı “şehitler ölmez” eylemi üzerinden PKK ve Kürt sorunu oluyor ve bu sorunun toplumun günlük hayatının ayrılmaz bir parçası olduğunu gösteriyor bize. Film boyunca sık sık karşımıza çıkan Türk bayrağı da yine bu gözlemin bir sonucu olsa gerek. Tıpkı sıkışan köprü trafiğinde olduğu gibi küçük hayatlarının içinde sıkışmış olan bu üç karakterin hayatlarının değişmezliğini sade ama çarpıcı bir son ile de vurgulayan filmin kısa süresine rağmen zaman zaman sarkmış göründüğünü ve hikâyesinin yeterince akmadığını da söylemek gerek. Belki karakterlerin hayatlarını birbirine bir şekilde daha ilgi çekecek şekilde bağlayabilse ve temposunu örneğin polisin hikâyesindeki küçük mizah anlarını da artırarak bir parça yükseltebilse daha çekici olabilecek bir film “Köprüdekiler”.

(“The Men on the Bridge”)

Bad Lieutenant – Abel Ferrara (1992)

“Neredeydin? Hangi cehennemdeydin? Ben… ben… pişmanım. Öyle pişmanım ki! Pişmanım! O kadar çok kötü şey yaptım ki. Pişmanım. Doğru olanı… yapmaya çalıştım ama zayıfım, kahrolası zayıf bir adamım. Yardımına ihtiyacım var! Yardım et! Yardım et bana! Affet beni! Affet beni! Affet beni, lütfen! Affet beni, İsa!”

Her türlü pisliğe bulaşmış yoz bir polisin tecavüze uğrayan bir rahibe ile ilgili soruşturma sırasında yaşadıklarının hikâyesi.

ABD’li yönetmen Abel Ferrara’nın muhtemelen en bilinen ve tartışılan filmi. Harvey Keitel’in tanımlanırken “cesaret” ve “canavar” kelimelerinin mutlaka kullanılması gereken güçlü ve sert oyunu, hikâye boyunca defalarca karşımıza getirilen uyuşturucu sahneleri, kimi cüretkâr seks kareleri ve seyircide filmden sonra da etkisini sürdürecek bir huzursuzluk yaratmasının yanısıra filmi tartışmalı kılan belki de asıl yanı İngilizce’de redemption olarak ifade edilen ve “günahtan arınarak kurtuluşa erme” olarak çevirebileceğimiz kavramla özetlenebilecek hikâyesi. Hani şu beğenseniz de beğenmeseniz de ilgi göstermekten kendinizi alıkoyamayacağınız filmlerden.

Ferrara’nın filmini Harvey Keitel’ın oyununa değinmeden, hatta onunla başlamadan anlatmak kesinlikle mümkün değil. Keitel nerede ise her anında göründüğü filmde benim canavarca dediğim güçte bir oyunculuk sergiliyor. Hikâye boyunca öfkeleniyor, bağırıyor, çalıyor, uyuşturucudan ve alkolden başını alamıyor, ağlıyor, taciz ediyor; kısacası kelimenin tam anlamı ile kötü olan karakterinin fiziksel ve duygusal tüm yanlarını kendisini –kelimenin her iki anlamı ile- çırılçıplak ortaya koyarak gösteriyor bize. Oyuncunun filmdeki performansının birden fazla zirve noktası var filmde ama öncelikle artık elbette sinema tarihine geçmiş olan kilisede İsa ile yüzleşme sahnesi anılmalı. Uzun monoloğu sırasında İsa’ya öfkelenen, açıklama isteyen, yalvaran, af dileyen karakterini somut kelimesinin bile yeterli olmayacağı bir gerçekçilikle canlandırıyor sanatçı; bu sahneyi muhtemelen pek çok sinemasever nefesini tutarak seyretmiştir. Keitel hikâye boyunca nefret duyarak seyredilecek karakterine hayat verirken epey bir risk almış aslında; bu risk sadece karakterinin yozlaşmanın en alt noktasında yaşıyor olmasından kaynaklanmıyor. Keitel karakterinin özelliklerini o denli gerçekçi kılmış ki finalde yaptığı “iyilik” bile kendisi için sempati uyandırmaya yetmiyor ve seyirci ona olan nefretini belki ancak son sahnede onun başına gelenle ve o da sadece bir parça unutabiliyor.

Oynadığı bahislerde sürekli kaybederek başını mafya ile derde sokan, karakola götürmemek karşılığında suçlulara cinsel taciz uygulayan, suç mahallinden uyuşturucu ve para çalmaktan çekinmeyen ve sürekli uyuşturucu ve alkol alan bir ahlâksız polisin hikayesini anlatan ve Ferrara’nın da yazımına katıldığı senaryo kahramanının doğru yolu bulmasını rahibenin kendisini en korkunç trajedilerden birine maruz bırakan suçluları affetmesi karşısında duyduğu şaşkınlık üzerinden sağlıyor. Kötülüğün en uç noktasındaki bir karakterin bağışlayıcılığın en yüksek noktasındaki bir diğerinden etkilenerek kişisel kurtuluşuna ulaşması, kısacası bu “redemption” filmin dinsel yanlarının en belirgin olanı. Keitel’ın karakterinin tecavüzü ilk duyduğunda kendisi de katolik olmasına rağmen diğer polis arkadaşlarını kızdıracak kadar ahlâksız yorumlar yaparken filmin sonunda geldiği nokta elbette şaşırtıcı. Bu dönüşümü gerçekçi bulmayıp filmin yaratıcılarının alaycılığı diye de bakabilirsiniz olan bitene veya rahibenin yüce bağışlayıcılığından yola çıkıp din taraftarı bir yoruma ulaşıp dinin insanların hayatındaki varlığı ve yokluğunun yarattığı farkın örneği olarak da değerlendirebilirsiniz. Kişisel olarak ilk tarafta duruyorum çünkü senaryo örneğin evlerinin her tarafı katolikliğin simgeleri ile dolu bir aileyi bu kötü polisimizle uyuşturucu ve para ticareti içinde göstererek tek başına dinin olumlu bir sonuç vermeyeceğini ve hatta insanların tüm kötülüklerini dinsel duygularını –kendilerine göre- yitirmeden yapabildiklerini açıkça gösteriyor.

Görüntü yönetmeni Ken Kelsch’in özellikle dış mekanlardaki başarılı kareleri ile de dikkat çeken filmde Ferrara’nın rahatsız etmekten hiç kaçınmaması bir eleştiri konusu olmalı ama. Başka filmlerde çok daha fazlasını göreceğiniz uyuşturucu, seks veya şiddet sahnelerinden söz etmiyorum; kastettiğim aslında merak uyandıracak bir öğe içermeyen hikâyenin bu rahatsız ediciliğinin keyfini sürdüğü algısını yaratacak bir düzeyde ilerlemesi sürekli olarak. Zaman zaman tüm kontrol Keitel’a bırakılmış ve tek bir nefes anı bırakmayacak şekilde tüm kötülükler peş peşe dizilmiş gibi hissediyorsunuz. Elbette bir de Keitel’ın performansından etkilenmeyeceklerin filmden sıkılmışlık duygusu ile ayrılma ihtimalinin yüksekliği söz konusu. Çünkü hikâye polisiye yanına rağmen çözülecek herhangi bir sır içermiyor ve rahibeye tecavüz edenlerin yakalanması veya nasıl yakalanacakları örneğin, kesinlikle hikâyenin odağında değil. Özetle, şeytanın cisimleşmiş halini içeren bir karakterin günahları ve bir mucize ile bu günahlarından arınmaya çalışmasını Harvey Keitel şovu eşliğinde izleyeceğiniz bir film karşınızdaki. Çok sevmeniz de, nefret etmeniz de mümkün.

(“Kötü Polis”)

Fallen – Gregory Hoblit (1998)

“Polis bilir. Polis görür. En sıradan şeyi bile kaydeder beyni. Doğru an gelene kadar hatırlamaz… ama sonra… geriye döner ve anlarsın ki… biliyordun”

Kendisinin yakaladığı ve elektrikli sandalyede idam edilen bir seri katilin cinayetlerinin benzerlerinin tekrarlanması ile gelişen gizemli olaylarla mücadele eden bir dedektifin hikâyesi.

Gregory Hoblit’in yönettiği ve Elia Kazan’ın oğlu olan Nicholas Kazan’ın senaryosunu yazdığı film Denzel Washington’u şeytani bir kötü ruh ile karşı karşıya kakan ve aynı ruh ile yıllar önce karşı karşıya kalıp intihar eden bir dedektifin izinden giden bir polis rolünde getiriyor karşımıza. Kimi anlarında çekici ve ürkütücü olmayı başaran film, genel olarak bakıldığında atmosferini tam anlamı ile olgunlaştıramamış görünen ve kimi klişelerden de kaçınamamış bir çalışma. Washington çok iyi değil ama sağlam kalitesinin izini taşıyan oyunu ile hikâyeyi taşıyor ve Hoblit de filmini seyredilir kılmayı başarıyor.

Uzun bir geriye dönüşle başlayan ve finalinde başladığı noktaya geriye dönen hikâye sonunu da türün ruhuna uygun olarak şeytanların kolay kolay ölmeyeceği ve iyilik ile kötülüğün mücadelesinin ezeli ve ebedi olduğu mesajı ile bağlıyor. Arada seyrettiğimiz ise evet seyredilir ve kimi anlarında da heyecanlandıran ama yeni bir şey seyrettiğiniz algısını bir türlü yeterince yaratamayan bir hikâye olabiliyor sadece. Dürüstlüğünü baştaki diyaloglardan anladığımız (anlamamız için biraz zoraki yaratılmış görünen diyaloglar bunlar) başarılı ve zeki polisimiz arada kiliseye gitse de bilimsel yöntemlere inanan bir profil ile getiriliyor karşımıza ama karşılaştığı olayların doğaüstülüğüne benzer filmlerdekinin aksine biraz fazla çabuk inanıyor. Aslında hikâyenin dinsel boyutları göz ardı edilmeyecek kadar belirgin. Polisimize yardım eden ve babası aynı olayı araştırırken intihar eden kadının teoloji öğretiyor olması ve kahramanımızla karşılaştığında ilk cümlelerinden birinin “Tanrı’ya inanıyor musun” olması bu durumun iki örneği sadece. Neyse ki senaryo otobüsteki sevimli rahibe dışında kilise vs. den uzak duruyor. Bu dinsel motifler bir yana film türünün pek çok klişesine uğramaktan da geri kalmıyor. Terkedilmiş bir evin bodrumunda örümcek ağları ile kaplı, toz içindeki büyük boy ve şeytanların resimlerini içeren bir kitap, polisiye filmlerin olmazsa olmazı başarılı polisimiz ile tepedeki yöneticilerin ona tepkisi arasında kalan “orta kademe” yönetici (Donald Sutherland senaryonun pek de üzerinde uğraşmamış göründüğü bir rolde epey silik kalmış) veya şeytanın kötülüğün ezeli karakterini vurgulayacak şekilde elbette uygarlığın beşiği Mezopotamya’dan eski bir dili (bu örnekte Aramice) konuşuyor olması seyirciyi şaşırtmayan, aksine daha önce seyredilmişlik duygusu yaratan tercihler. Öyle ki yeğeni kahramanımıza “böyle bir şeyi bir dizide görmüştüm” dediğinde seyircinin de “evet, biz de görmüştük” duygusuna kapılması çok yüksek bir olasılık.

Orijinali Kai Winding’e ait olan “Time is on My Side” adlı şarkının Rolling Stones’a ait 1964 tarihli yorumunu bir leitmotif olarak kullanıyor filmimiz ki bu da Amerikan sinemasının korku filmlerinde hikâyenin geçtiği dönemden bağımsız olarak 50’li veya 60’lı yılların şarkılarından birini seçme alışkanlığının tekrarı olarak gösteriyor kendisini. Neyse ki, aslında terk eden bir sevgiliye söylenen “Remember, I’ll Always Be Around – Unutma, Ben Hep Buralarda Olacağım” veya “Time is on My Side – Zaman Benim Tarafımda” gibi sözler içeren şarkı hikâye ile uyum içinde. Yönetmen Hoblit başta dokunma yolu ile bir bedenden diğerine geçen kötü ruhun kalabalık bir caddede kadını bu şekilde “dokunmalarla” takip ettiği sahne olmak üzere kimi etkili anlar yaratmayı başarıyor. Yine de film şöyle sıkı bir nefes kesen sahneden yoksun olmanın izlerini taşıyor ne yazık ki. Washington’ın dış ses ile zaman zaman hikâyeyi ve duygularını anlatması ise bu monoloğun her zaman çarpıcı olamaması ile hedeflenen etkiyi yeterince yaratamıyor. Kadın profesörün sözleri ile “tıpkı Mafya gibi bilmememiz ve görmememiz gereken” kötü ruhlarla zeki, cesur ve fedakâr dedektifimizin mücadelesini anlatan film kusurlarına rağmen ilgi çekmeye aday yine de. Aksiyon yanını abartmayıp derinliği yeterli olmasa da entelektüel sularda gezinmesi ve kolaya kaçmayan finali ile başarılı öncelikle. Hemen hiçbir anında seyircisini şiddetli bir sekilde sarsamasa da sürekli kılmayı hemen hemen başardığı gerilimli atmosferini de buna eklerseniz seyri keyifli bir film özet olarak.

(“Cani Ruh”)

God Bless America – Bobcat Goldthwait (2011)

“Amerika… zalim ve merhametsiz bir yere dönüştü. En sığ, en aptal, en kötü ve en gürültülü olanı ödüllendiriyoruz. Ne ortak bir edep ne de utanç duygumuz var. Doğru ve yanlış diye bir şey kalmadı. İnsanlardaki en kötü özellikler özenilir ve takdir edilir oldu. Yalan söylemek, korku yaymak; bunları yaparak para kazandığın sürece sorun yok”

Yaşadığı toplumun yozlaşmasından ve her türlü değerin yitirilmesinden dehşete kapılan bir adamın tanıştığı bir kızla birlikte toplumdaki kötü örnekleri birer birer ortadan kaldırmaya girişmesinin hikâyesi.

ABD’li komedyen Bobcat Goldthwait’ten senaryosunu da kendisinin yazdığı bir kara komedi. Sanatçı adeta, Amerikan toplumunda “pop kültür” olarak adlandırılabilecek ne varsa tümüne olan nefretini sinemalaştırmış bu filmde. Reality şovlardan yetenek(sizlik) yarışmalarına, tüketim odaklı hayatlardan sığ (ve aslında sığ oldukları için bu konumlarına gelmiş) ünlülere, herkese nefretini kusuyor Goldthwait hikâye boyunca. Hemen tümüne kişisel olarak katıldığım bu duyguların sinemasal karşılıkları ise nefret duygusunun kendisi kadar güçlü değil ne yazık ki. Kimi sinemasal referansları ile sinefillerin de ilgisini çekebilecek film Acun’ların egemen olduğu bir dünyada yaşayan bizlere tuttuğu ayna ile ilgiyi hak ediyor yine de.

Goldthwait gerçekten de yaşanması mümkün olmayan bir toplumun resmini çiziyor filmde. Küçücük çocukların kendilerine iphone değil blackberry aldığı için ebeveynlerine dünyayı zindan ettiği, genç kızların doğum günü hediyesi olarak alınan arabayı beğenmediği için küstüğü, tüm toplumun sadece televizyonun berbat programlarını ve kahramanlarını konuştuğu, milliyetçilik ve homofobiden ırkçılığa her türlü ötekileştirmenin toplumun genlerine yerleştiği ve bedeli ne olursa olsun insanların on beş dakikalığına da olsa ünlü olmaya çalıştığı bir dünya bu. Çok tanıdık, değil mi? Kişisel olarak sık sık benim de fantezim olan bir hareketi önce düşleyen sonra de gerçekleştirmeye soyunan adam ve yanındaki kız katliamdan katliama ilerlerken film ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor. Başarıyor ama nefretin bu denli hâkim olduğu havası dışında da yeni bir şey sunmuyor seyircisine. Daha doğrusu tek odağını, toplumdaki yozlaşmaya olan tepkisini yeni açılımlara kavuşturmadan tekrarlayıp duruyor sadece. Bir süre sonra cinayetler, tıpkı kahramanlarımızın hayatında olduğu gibi rutinleşiyor ve etkisini yitirmeye başlıyor bir parça. Yönetmen ve senarist Goldthwait toplumda temizliğe girişen kahraman(lar)ı ile “Taxi Driver – Taksi Şöförü” filmine dolaylı bir göndermede bulunsa da asıl referansını filmde de açıkça vurgulandığı gibi “Bonnie and Clyde” filminden alıyor. Adam ve genç kız ismini de telaffuz ettikleri filmin kahramanlarının şapkalarını giyiyorlar ve filmin sonunda da onların kaderinin aynısına maruz kalırken, yönetmen tıpkı o film gibi kurşun yağmuru ile bitiriyor filmini.

Goldthwait’in filminin bir kusuru da çok konuşmalı olması ve sık sık yaratıcısının bir manifestosuna dönüşmesi. Goldthwait derdini hemen tüm diyaloglara dökmekle yetinmediği gibi finalde de kahramanına kameralar karşısında nutuk attırmaktan geri durmuyor. Böyle olunca da film aynı mesajın, yozlaşma veya daha doğru bir deyişle sığlaşmaya duyulan nefretin görüntülenmiş haline dönüşüyor sık sık. Sanatçı duygularının yaratıcılığının bu denli önüne geçmesine fırsat vererek çok akıllıca davranmamış sonuç olarak ama yine de hafif mizah içeren anlatımı, hareketli görüntüleri ve bolca katliamı ile ilgi çekebilir. Eğer sığlıktan onun kadar nefret ediyorsanız, işlenen her cinayetin yüreğinizin yağlarını eriteceği kesin ama. Kimileri için filmden geriye kalan en temel duygu bu olabilir ki benim için öyle oldu.

(“Tanrı Amerika’yı Korusun”)