Bad Lieutenant – Abel Ferrara (1992)

“Neredeydin? Hangi cehennemdeydin? Ben… ben… pişmanım. Öyle pişmanım ki! Pişmanım! O kadar çok kötü şey yaptım ki. Pişmanım. Doğru olanı… yapmaya çalıştım ama zayıfım, kahrolası zayıf bir adamım. Yardımına ihtiyacım var! Yardım et! Yardım et bana! Affet beni! Affet beni! Affet beni, lütfen! Affet beni, İsa!”

Her türlü pisliğe bulaşmış yoz bir polisin tecavüze uğrayan bir rahibe ile ilgili soruşturma sırasında yaşadıklarının hikâyesi.

ABD’li yönetmen Abel Ferrara’nın muhtemelen en bilinen ve tartışılan filmi. Harvey Keitel’in tanımlanırken “cesaret” ve “canavar” kelimelerinin mutlaka kullanılması gereken güçlü ve sert oyunu, hikâye boyunca defalarca karşımıza getirilen uyuşturucu sahneleri, kimi cüretkâr seks kareleri ve seyircide filmden sonra da etkisini sürdürecek bir huzursuzluk yaratmasının yanısıra filmi tartışmalı kılan belki de asıl yanı İngilizce’de redemption olarak ifade edilen ve “günahtan arınarak kurtuluşa erme” olarak çevirebileceğimiz kavramla özetlenebilecek hikâyesi. Hani şu beğenseniz de beğenmeseniz de ilgi göstermekten kendinizi alıkoyamayacağınız filmlerden.

Ferrara’nın filmini Harvey Keitel’ın oyununa değinmeden, hatta onunla başlamadan anlatmak kesinlikle mümkün değil. Keitel nerede ise her anında göründüğü filmde benim canavarca dediğim güçte bir oyunculuk sergiliyor. Hikâye boyunca öfkeleniyor, bağırıyor, çalıyor, uyuşturucudan ve alkolden başını alamıyor, ağlıyor, taciz ediyor; kısacası kelimenin tam anlamı ile kötü olan karakterinin fiziksel ve duygusal tüm yanlarını kendisini –kelimenin her iki anlamı ile- çırılçıplak ortaya koyarak gösteriyor bize. Oyuncunun filmdeki performansının birden fazla zirve noktası var filmde ama öncelikle artık elbette sinema tarihine geçmiş olan kilisede İsa ile yüzleşme sahnesi anılmalı. Uzun monoloğu sırasında İsa’ya öfkelenen, açıklama isteyen, yalvaran, af dileyen karakterini somut kelimesinin bile yeterli olmayacağı bir gerçekçilikle canlandırıyor sanatçı; bu sahneyi muhtemelen pek çok sinemasever nefesini tutarak seyretmiştir. Keitel hikâye boyunca nefret duyarak seyredilecek karakterine hayat verirken epey bir risk almış aslında; bu risk sadece karakterinin yozlaşmanın en alt noktasında yaşıyor olmasından kaynaklanmıyor. Keitel karakterinin özelliklerini o denli gerçekçi kılmış ki finalde yaptığı “iyilik” bile kendisi için sempati uyandırmaya yetmiyor ve seyirci ona olan nefretini belki ancak son sahnede onun başına gelenle ve o da sadece bir parça unutabiliyor.

Oynadığı bahislerde sürekli kaybederek başını mafya ile derde sokan, karakola götürmemek karşılığında suçlulara cinsel taciz uygulayan, suç mahallinden uyuşturucu ve para çalmaktan çekinmeyen ve sürekli uyuşturucu ve alkol alan bir ahlâksız polisin hikayesini anlatan ve Ferrara’nın da yazımına katıldığı senaryo kahramanının doğru yolu bulmasını rahibenin kendisini en korkunç trajedilerden birine maruz bırakan suçluları affetmesi karşısında duyduğu şaşkınlık üzerinden sağlıyor. Kötülüğün en uç noktasındaki bir karakterin bağışlayıcılığın en yüksek noktasındaki bir diğerinden etkilenerek kişisel kurtuluşuna ulaşması, kısacası bu “redemption” filmin dinsel yanlarının en belirgin olanı. Keitel’ın karakterinin tecavüzü ilk duyduğunda kendisi de katolik olmasına rağmen diğer polis arkadaşlarını kızdıracak kadar ahlâksız yorumlar yaparken filmin sonunda geldiği nokta elbette şaşırtıcı. Bu dönüşümü gerçekçi bulmayıp filmin yaratıcılarının alaycılığı diye de bakabilirsiniz olan bitene veya rahibenin yüce bağışlayıcılığından yola çıkıp din taraftarı bir yoruma ulaşıp dinin insanların hayatındaki varlığı ve yokluğunun yarattığı farkın örneği olarak da değerlendirebilirsiniz. Kişisel olarak ilk tarafta duruyorum çünkü senaryo örneğin evlerinin her tarafı katolikliğin simgeleri ile dolu bir aileyi bu kötü polisimizle uyuşturucu ve para ticareti içinde göstererek tek başına dinin olumlu bir sonuç vermeyeceğini ve hatta insanların tüm kötülüklerini dinsel duygularını –kendilerine göre- yitirmeden yapabildiklerini açıkça gösteriyor.

Görüntü yönetmeni Ken Kelsch’in özellikle dış mekanlardaki başarılı kareleri ile de dikkat çeken filmde Ferrara’nın rahatsız etmekten hiç kaçınmaması bir eleştiri konusu olmalı ama. Başka filmlerde çok daha fazlasını göreceğiniz uyuşturucu, seks veya şiddet sahnelerinden söz etmiyorum; kastettiğim aslında merak uyandıracak bir öğe içermeyen hikâyenin bu rahatsız ediciliğinin keyfini sürdüğü algısını yaratacak bir düzeyde ilerlemesi sürekli olarak. Zaman zaman tüm kontrol Keitel’a bırakılmış ve tek bir nefes anı bırakmayacak şekilde tüm kötülükler peş peşe dizilmiş gibi hissediyorsunuz. Elbette bir de Keitel’ın performansından etkilenmeyeceklerin filmden sıkılmışlık duygusu ile ayrılma ihtimalinin yüksekliği söz konusu. Çünkü hikâye polisiye yanına rağmen çözülecek herhangi bir sır içermiyor ve rahibeye tecavüz edenlerin yakalanması veya nasıl yakalanacakları örneğin, kesinlikle hikâyenin odağında değil. Özetle, şeytanın cisimleşmiş halini içeren bir karakterin günahları ve bir mucize ile bu günahlarından arınmaya çalışmasını Harvey Keitel şovu eşliğinde izleyeceğiniz bir film karşınızdaki. Çok sevmeniz de, nefret etmeniz de mümkün.

(“Kötü Polis”)

(Visited 126 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir