Kongen av Bastøy – Marius Holst (2010)

“Bizim hedefimiz… ve sizin hedefiniz içinizdeki onurlu, alçak gönüllü ve topluma yararlı Hristiyan çocuğu bulmak ve onu şekillendirip parlatmak. Eğer bulamazsak, buradan çıkamazsınız. Anlıyor musunuz?”

1915’de Norveç’in Bastøy adasındaki bir ıslahevinde acımasız koşullar altında “eğitilen” çocukların yaşadıklarının hikâyesi.

Norveçli sinemacı Marius Holst’tan gerçek olaylara dayanan bir film. 1915 yılında geçen hikâye 1900 – 1953 arasında açık olan ve bugün başarısı ile örnek bir cezaevine dönüşen Bastøy’daki kötü koşullara ve başlarındaki yöneticilere isyan eden gençleri konu alıyor. Mekanın vahşi güzelliğini başarılı görüntüleri ile hikâyesinin parçası yapan film yönetmenin hikâyenin sertliği ile ters düşüyor gibi görünen “çekici” bir yumuşak anlatımı tercih etmesi ile dikkat çekiyor. Sinema tarihindeki hapishane filmleri arasında – yeni bir şey söylemiyor olmasının da sonucu olarak- belki en kalıcı olanlarından biri olmayacak olsa da, film genç oyuncularının ve onlara eşlik eden iki usta oyuncunun performansları ile zenginleşen, ilgiye değer bir çalışma.

Norveç tarihindeki trajik olaylardan birini anlatan film suç işlemiş asi çocukların tutulduğu ıslahevi ve okul karışımı yerdeki o döneme özgü eğitim anlayışını tüm çıplaklığı ile karşımıza getirmesi ile ilgi çekiyor öncelikle. Eğitim adına şiddet kullanmaktan ağır koşullar altında çalıştırmaya ve cinsel tacize kadar uzanan bu yerdeki koşullar, hikâyesi bu film aracılığı ile karşımıza getirilen 1915 tarihli isyandan sonra da 1953’de devletin duruma el koymasına kadar devam etmiş ve okul ancak 1970’de tamamen kapatılmış. 1982’de büyükler için bir cezaevine dönüştürülen ada bugün tenis kortları ve saunası olan, mahkumların çiftlik işlerinde çalıştığı örnek bir ceza kurumu olarak tüm dünyada ilgi toplayan bir yer. Kilise kumbarasından para çalan 11 yaşındaki bir çocuğu buraya göndermeyi uygun bulan bir cezalandırma anlayışının elinde hayatları darmadağın olan ve buradan çıkıp evlerine dönebilmek için olmadık muamelelere sessiz kalmak durumunda kalan çocukların trajedisi hikâyeye sinemasal açıdan bir çekicilik kazandırıyor ve Holst bu çekiciliği derli toplu bir sinema dili ile bize yansıtıyor açıkçası. Senaryo özellikle iki çocuğa, okulun yöneticisine ve öğretmenlerden birine odaklanıyor ve hikâye genel olarak bu karakterler arasındaki ilişkiler ve çekişmeler üzerinden ilerliyor.

Kameranın anlatılanların sertliğinin aksine zaman zaman sakin bir şekilde kayan hareketlerle seyirciyi hikâyenin içine alması filmin başarılarından biri. Karlı kış günlerinde geçen hikâye mekanın vahşi güzelliğini ve çocukları zorlayıcı koşullarını karşımıza getiren kameranın başarılı görüntülerinden ciddi bir destek alıyor ve görüntü yönetmeni John Andreas Andersen sertliğin örtemediği güzelliği etkileyici biçimde yakalamayı beceriyor. Evet, sertliğin örtemediği bir güzelliği anlatıyor bir yandan da hikâyemiz: Özellikle iki genç arasında başta didişme ile başlayan dostluğun ve dayanışmanın final kareleri unutulacak gibi değil. Bu sahnede “Titanic” filmini hatırlayanlar olacaktır ama orada altı kalın çizgilerle ve seyirciden göz yaşı gelene kadar ısrarla çizilen şey burada dozunda ve zarif bir şekilde sergileniyor ve Amerikan sineması ile Avrupa sinemasının farkını gösteriyor bariz bir şekilde. Karakterlerinin yaşı itibarı ile bir büyüme hikâyesi seyrettiğimiz bir yandan da. “Suçlu” geçmişlerine rağmen bu çocuklar fedakârlığı, dayanışmayı ve adaletsizliğe isyan etmeyi de öğreniyorlar ve öne çıkan iki karakter bu dönüşümün sembolü oluyor. Benjamin Helstad’ın canlandırdığı Erling ve Trond Nilssen’in Olav karakterleri iki oyuncunun çarpıcı performansları ile ve senaryonun hemen tüm karakterler için yapmayı başardığı gibi onları da derinlikli bir şekilde işleyebilmesi ile hikâyeyi sürüklüyorlar. Helstad’ın başarısına ve filmde daha ağırlıklı bir rolü olmasına rağmen, Nilssen’in bir adım öne çıktığını da söylemek gerek. Oradan kurtulabilmek için katlandıklarının içinde yarattığı öfkenin birikimi ile yaşadıklarını ustalıklı bir şekilde anlatıyor genç oyuncu. Bu iki oyuncuya eşlik eden usta oyuncu Stellan Skarsgård ve bizde pek tanınmasa da iskandinav ülkelerinde popüler bir isim olan Kristoffer Joner de üstlerine düşeni layıkı ile yerine getiriyorlar.

Senaryonun dikkat çeken zayıf yanı ise erkekler arasında geçen bu hikâyeye müdürün yaptığını seyirciye açıklayabilmek için eklenmiş gibi duran müdürün eşi karakteri. Bu karakter kendisine ayrılan kısa süre içinde bir varlık gösteremediği gibi hikâyeye de oldukça eğreti bir şekilde eklenmiş gibi duruyor ne yazık ki. Gerçek bir olayı ele alan senaryonun konuyu öğrendiğinizde aklınıza gelenlerden farklı bir şey anlatmıyor olmasını, daha doğrusu seyredende yeni bir bakış açısı yaratamıyor olmasını da bu zayıflığa eklemek gerek. Yine de ayrıntılara verdiği önem ile senaryonun genel olararak başarılı olduğu açık. Bir kıza yazılan mektuplar aracılığı ile dile getirilen ve gemicilerin attığı zıpkınlara rağmen ölüme direnen balinanın hikâyesini adadaki gençlerin durumu için mükemmel bir metafor olarak kullanmasının yanısıra yukarıda da belirttiğim gibi karakterlerinin ruhlarını bizlere açabilmesi ile örneklendirilebilecek bir başarı bu. Buna senaryonun karakterleri, mekanları ve yaşananları gemi, balina ve denizci metaforları üzerinden etkileyici biçimde kurgulamasını da ekleyelim. Hemen tüm final sahnesi (isyan ve sonrası) çekici bir biçim ve içerikle anlatılan film aslında sadece bu bölümü ile bile ilgiyi kesinlikle hak ediyor. Baskı altındaki birey ve grupların, eninde sonunda ve şu ya da bu şekilde ayağa kalkıp özgürlük ve adalet için savaşacağını vurgulaması ile bile önemli bir film bu ve #direngezi ruhunu hatırlamak için de güzel bir fırsat.

(“King of Devil’s Island” -“Şeytan Adasının Kralı”)

He Ran All the Way – John Berry (1951)

“Sevmek için güvenebilmek gerekir. O kimseye güvenmiyor!”

Arkadaşının öldüğü soygunda çaldığı para ile kaçan bir adamın bu kaçışının bir paranoyaya dönüşmesinin ve bu sırada aşık olduğu bir kadınla olan ilişkisinin hikâyesi.

1950’lerin ABD sinemasından bir kara film. Yönetmeni, baş oyuncusu ve senaristlerinin tümünün Hollywood’un “komünistlerinin” peşine düşen soruşturmalar nedeni ile büyük stüdyolar tarafından sonradan kara listeye alındığı film küçük ölçekli ve yaratıcılarının toplumsal sorumluluk duygularının kendisini hissettirdiği ilgi çekici bir eser. Siyah-beyaz film hikâyesinde kimi boşlukları da olan ama bunlara takılınmadan seyredilirse keyif verecek bir çalışma.

Filmin yönetmeni John Berry, ünlü sinemacı ve bugün sinema yeteneği ile olduğu kadar muhbirliği ile de hatırlanan Edward Dmytryk tarafından ihbar edilip kara listeye alınan ve bunun sonucunda gönüllü olarak Fransa’ya sürgüne giden bir isim. Senaristleri ise yine bu cadı avının kurbanları olan iki ünlü isim, Hugo Butler ve Dalton Trumbo. Kahramanımızı canlandıran John Garfield ise kendisini solcu olmaktan çok liberal olarak tanımlayan ama soruşturma komitesine arkadaşlarının isimlerini vermeyi ret ettiği için kara listeye alınan bir oyuncu ve bu film onun bir yıl sonraki ölümünden önceki son çalışması olmuş. Bu ünlü isimlere bir de kariyerinin başındaki ve sonraları ünlü bir yıldız olan Shelley Winters’ı, her ikisi de Oscar ödüllü olan görüntü yönetmeni James Wong Howe ve besteci Franz Waxman’i de eklersek filmin ana yaratıcı kadrosunun hayli sağlam olduğu tartışılmaz bir gerçek. Bu kadronun ortaya koyduğu sonuç ise bir başyapıt olmasa da kendi mütevazi ölçüleri içinde oldukça ilginç bir çalışma olarak nitelendirilmeyi hak ediyor.

Yetmiş yedi dakika uzunluğundaki film bir parça paldır küldür ilerliyor ve kimisi önemli olan boşluklar da barındırıyor açıkçası. Kadının kahramanımıza aşkının bu kadar çabuk oluşuvermesi veya hikâyenin önemli bir kısmını kapsayan ve evin içinde geçen rehin alma sahnelerinin ciddi boşluklar içermesi zaman zaman filme zarar veriyor açıkçası. Waxman’ın müziği de bugünün ölçülerine göre bu küçük hikâye için bir parça fazla çığırtkan bir tona sahip ama yine de atmosfere ciddi kakıda bulunuyor. Yine de film bir bütün olarak bakıldığında ilgiyi kesinlikle hak ediyor. Kahramanımızın sevmeyi ve sevilmeyi beceremeyen yapısı ve bu yeteneksizliğinin arkasındaki neden olan kimseye güvenemiyor olması hikâyeyi ilginç kılan öğelerden biri olarak öne çıkıyor öncelikle. Bir yandan sürekli içinde taşıdığı korku, öte yandan sık sık kendisini gösteren pişmanlık adamı nerede ise paranoyaya sürüklerken, karakterindeki yabanilik de onun kendisine aşık olan kadına bir türlü doğru yaklaşamamasına neden oluyor. John Garfield rolü için biraz yaşlı dursa da karakterinin gelgitli psikolojisini başarı ile seyirciye yansıtıyor ve filme ciddi katkıda bulunuyor. Trumbo ve Butler’ın senaryosu sadece baş karakteri değil diğer karakterleri ve bu karakterlerin birbirleri ile çatışmalarından ortaya çıkan gerilimi de psikolojik incelemesinin malzemesi yapmayı denemiş ve kimi zaman fazla derin görünmese de bu incelemeyi filmi zenginleştirecek şekilde kullanmayı başarmış. Başta adam ile kadın arasındaki güven, korku ve kuşku gibi kavramlarla kuvvetlenen veya zayıflayan aşk olmak üzere, adamın rehin aldığı aile ile ilişkileri veya baş karakterimizin kendi içindeki çatışmaları bu incelemenin malzemeleri olarak gösterilebilir. Evdeki çocuğun adamın sertliği ve kararlılığından etkilenip kendi babasını korkaklıkla suçlaması veya aile ile birlikte yenen yemekte “hindi” üzerinden ilerleyen otorite çatışması ve sevginin sert bir biçimde talebi senaristlerin yarattığı çarpıcı anların örnekleri olarak dikkat çekiyor. Yönetmen Berry de bu psikolojik çatışma anlarını dozunda tuttuğu yakın plan kullanımı ile daha da çekici kılıyor ve filmin ortalamanın altındaki süresinin de desteklediği bir yoğunluğu filmin lehine çeviriyor.

“Normal” bir hayatın parçası ol(a)mayan kahramanımızın bu durumun kendisinde yarattığı güvensizliği toplumun normal kabul ettiklerine (aşk, aile vs.) nerede ise anarşist bir bakışa dönüştürmesini de ele alan film hem açılış hem de kapanışı ile sinemasever için ayrı bir önem taşıyor bir yandan da. Açılıştaki tipik bir kara film sahnesinde, bir kabustan uyanan kahramanımızı, karakterini, sevgisizliğinin de nedeni gibi görünen annesini ve onunla ilişkisini kısa bir süre içinde hayli etkileyici bir sinema dili ile anlatıyor filmimiz. Final ise “kötünün” cezalandığı, iyinin namusunun korunduğu ve aşkın da kanıtlandığı içeriği ile genel geçer normlara taviz vermesi ile dikkat çekse de Howe’un görüntülerinin de katkısı ile gerçekten etkileyici. Büyük bir kısmı kapalı mekanlarda geçen bu film yine Howe’un etkileyici kamera açıları ile seyirciye klostrofobik duygular geçirmeyi de başarması ile ilginç bir sinema eseri ama Howe’un ve yönetmenin doğru tercihleri filmin dış sahnelerine de kesinlikle bir çekicilik katmış görünüyor. Özetle bu küçük film görülmeyi hak eden ve eğer aksaklıkları göz ardı edilirse keyif alınacak bir eser.

(“Sevgilim Bir Katildi”)

What Ever Happened to Baby Jane? – Robert Aldrich (1962)

“Bunu bana neden yapıyorsun? NEDEN?”

Biri çocukluğunda ünlü bir vodvil yıldızı diğeri gençliğinde ünlü bir bir sinema yıldızı olan ve birlikte yaşayan iki yaşlı kızkardeşin hikâyesi.

Bir sinema klasiği. İki ünlü Hollywood yıldızı, Bette Davis ve Joan Crawford’un varlıkları ve gerilimli hikâyesi ile ilgi görmüş ve sonradan pek çok benzerinin çekilmesine neden olacak kadar popüler olmuş bir film bu. Robert Aldrich’in yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği film sondaki sürprizi ile daha da renklenen, gösterişli oyunculuklarla dolu, yaşlanıp sönmekte olan yıldızların trajedisini çarpıcı bir biçimde sergilemesi ile dikkat çeken bir çalışma. Üzerinden geçen 51 yıldan sonra filmin bu özellikleri hala taşıması ilginç ama öte yandan yönetmen Aldrich’in filmi gidebileceği derin psikolojik sulara taşımaması ve gotik/grotesk unsurların dozunu bir parça fazla tutması bugün bu klasiği bir parça zayıf da gösteriyor açıkçası.

Henry Farrell’in aynı adlı romanından Lukas Heller tarafından sinemaya uyarlanan eser o dönem gördüğü ilgi ile psikolojileri bozuk yaşlı kadınları konu alan benzerlerinin de çekilmesine neden olmuştu. Aldrich’in yine yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği “Hush… Hush, Sweet Charlotte – Sus, Sevgilim” ve sadece yapımcısı olduğu “What Ever Happened to Aunt Alice?” bu benzerler arasında öne çıkan filmler. Filmimizin yıldızlarından biri olan Bette Davis bu filmlerin ilkinde de başrollerden birini üstlenmiş üstelik. Peki hikâyeyi ve filmi böyle cazip kılan ne olmuş? Sanırım öncelikle filmin iki kadın yıldızından söz etmek gerekiyor. Gerçek hayatta birbirlerinden nefret eden iki yıldız burada rollerine tüm güçleri ile asılmışlar. Davis çocuk vodvil yıldızlığından sonra sinemada ancak ablasının katkısı ile rol bulabilen ve pek de yetenekli bulunmayan bir kadına dönüşen karakteri oynuyor. Ablası rolündeki Crawford ise küçükken kardeşinin gördüğü ilginin ve babasının küçük kardeşinin tüm kapris ve şımarıklıklarına katlanırken kendisini görmemezliğe gelmesinin acısını çeken ama sonradan büyük bir sinema yıldızına dönüşen kadını oynuyor. Bir kaza sonucu kötürüm kalıyor abla ve filmimiz baştaki kısa girişinde tüm bunları aktardıktan sonra bugüne geliyor. Artık karşımızda iki yaşlı kadın var: Bette Davis filme adını veren Baby Jane olduğu günlerin özlemi ve kazaya neden olduğuna inanmasının sonucu olarak dengesini yitirmiş ve ablasına olmadık tacizlerde bulunan ve hatta şiddet uygulayan bir kadın artık. Crawford ise tekerlekli iskemlede geçen bir ömürün acısını çeken, kardeşinin şirretliği altında ezilen ama yine de ruhsal durumu kardeşine göre daha sağlıklı görünen bir kadın. Davis ve Crawford Hollywood seyircisinin alışık olmadığı bir şekilde ve elbette sinema kariyerleri için bu filmi belki son bir parlama fırsatı olarak görerek, “yıldızlara” uygun olmayan bu rolleri kabul etmişler. Uygun olmayan diyorum çünkü filmde şiddet ve işkence denebilecek tacizler var ve bu sahneler o dönemde Hollywood yıldızlarının görüneceği sahneler değil kesinlikle.

Her iki oyuncu da rollerini ete kemiğe büründürmüşler kesinlikle. Davis senaryo açısından daha avantajlı çünkü rolü büyük oynamaya ve göze çarpmaya çok daha uygun. Nitekim o yıl Oscar’a da aday olmuş bu rolü ile. Crawford ise içine kapanık ve fiziksel dezavantajı olan karakterini bu büyük oyundan uzak, daha klasik ve sıkı bir oyunculuk ile canlandırıyor. Davis’in avantajı olan durum Aldrich’in filmin genelindeki hatasının kurbanı oluyor bugünün gözü ile bakıldığında. Adına şarkı da yazılmış kocaman gözlerini zaman zaman hayli grotesk biçimde açıyor ve nerede ise dışavurumcu denecek bir oyun veriyor. Bu bir yandan filmin gerilimini artırmaya yarıyor ama diğer yandan zaman zaman abartılı denecek bir alanda da gezinmesine neden oluyor. Filmin diğer gotik veya grotesk unsurları da tıpkı Davis’in oyunculuğu gibi filmin hem lehine hem aleyhine çalışıyor. Usta isim Ernest Haller’in siyah-beyaz görüntüleri ve kamera kullanımı neyse ki bu groteskliğe çok az başvuruyor ve filme ciddi katkı sağlıyor. Filmin genel olarak oyunculuklar açısından çok parlak olduğunu da eklemek gerek. Rolü ile Oscar’a aday olan ve piyanist rolündeki Victor Bruno, annesi rolündeki Marjorie Bennett, komşu kadın rolündeki Anna Lee ve hizmetçi rolündeki Maidie Norman karakter oyunculuklarının parlak örneklerini sergiliyorlar bu hikâyede. Özellikle Bruno’yu izlemek ayrı bir keyif gerçekten.

Hikâyenin üzerine aslında yeterince gittiği (Davis’in çocukken oynadığı Baby Jane karakterini yaşlı bir kadın olarak canlandırmak için prova yaptığı etkileyici sahneyi bu bağlamda anmak gerek) ama gotik unsurların gölgesinde kalmış görünen bir yanı var ki filmi bugün de ilginç kılan öğelerden biri bu aslında: Billy Wilder’ın unutulmaz klasiği “Sunset Blvd. – Sunset Bulvarı” ününü yitirmiş bir Hollywod yıldızının genç bir sanatçının yazacağı senaryo ile hayata dönmeye çalışmasını anlatır bilindiği gibi. Burada da benzer bir “Holywood Holywood’a bakıyor” hikâyesi var aslında ama senaryo yaşlanan ve şöhretin zirvelerinden hatırlanmıyor olmanın çukuruna düşen karakterlerinin birbiri ile çatışmasının, psikolojik bozuklarının, kardeşlerden birinin karşısındakine eziyet etmeye dönüşen vicdan azabının (yine Davis’in “biz aslında dost olabilirmişiz” dediği sahnenin yürek parçalayıcılığını hatırlayalım) ve diğerinin sakladığı sırrı ile gördüğü şiddet dolu tacizin baskısı arasında kalmışlığının üzerine gitmeyi tercih ettiği için yeterince parlak işlenememiş bu yan hikâye açıkçası.

Film yukarıda bahsettiklerimin yanısıra başka pek çok klasikleşen bölüme de sahip: Crawford’un kardeşinin hazırladığı yemekte ne olduğunu keşfettiği sahne, çaresizlik içinde tekerlekli iskemlesinde dönüp durması vb. kimi sahneler Aldrich’in ustalığı ile öne çıkanlardan ikisi sadece. Bu sahnelerin yanında yine yukarıda vurguladığım gibi film Bette Davis karakterinin “cadılığını” bu kadar öne çıkararak nerede ise bir manyağı karşımıza koyması ve bu kadar gotik görünmeye çalışması ile kendisine zarar vermiş ne yazık ki. Aldrich’in zaman zaman Hitchcock’u hatırlatan tekniklere başvurması (kötürüm Crawford’un merdivenlerden inerek telefona ulaşmaya çalıştığı sahne örneğin, kesinlikle Hitchcock’un tarzını akla getiriyor), ses ve kurgunun başarısı ve elbette Davis ve Crawford ikilisinin varlığı bu filmi kesinlikle “görülmeli” kategorisine yerleştiriyor. Nefret, geçmişe özlem, vicdan azabı ve psikolojik dengesizliklerle dolu bir klasik bu ve görülmeli özetle.

(“Küçük Bebeğe Ne Oldu?”)

Film Ekimi 2013 – 3

Sefertası (Dabba – The Lunchbox) – Ritesh Batra : Hindistan’da “Dabbawala” olarak adlandırılan insanlarca yıllardır ve nerede ise sıfır hata ile yürütülen bir süreçte yapılan bir hatanın birbirini hiç görmemiş iki insanın hayatlarına açtığı yeni pencereleri anlatan sıcak, romantik, eğlenceli ve kesinlikle başarılı bir film. Ülkenin büyük şehirlerinde her gün binlerce sefertası evlerden ve lokantalardan toplanıp işyerlerindeki çalışanlara dağıtılıyor ve yemekten sonra da geri toplanıyor bu süreçte. İşte bu dağıtım sırasında yapılan bir yanlışlık emekli olmak üzere olan dul bir adam ile kocasının ilgisizliğinden muzdarip genç bir kadın arasında sefertası içine bırakılan küçük notlar üzerinden ilerleyen bir yakınlığın doğmasına fırsat sağlıyor. Yönetmen Batra bu ilk uzun metrajlı filminde tam anlamı ile hedefini tutturmayı başarmış. Büyük şehirlerde yaşayan milyonlarca sıradan insandan ikisini çekip alıyor, yalın ve doğal bir hikâyenin kahramanı yapıyor ve bu iki karakterin etrafına yerleştirdiği yine sıradan ama tümü ilginç karakterlerle sıkı bir romatik drama imza atıyor. Özellikle emekli memurumuzun yerini almak üzere yanına gelen genç Shaikh karakteri kendi başına sıkı bir duygusal komedinin konusu olabilecek kadar ilginç ama başta iki baş kahramanımız ve sadece sesini duyduğumuz üst kattaki komşu olmak üzere tüm karakterleri canlı, eğlenceli ve gerçekçi kılmayı başarmış yönetmen kendi yazdığı senaryosu aracılığı ile. Çekiciliğinde Batra’nın senaryosu ve bu senaryoya uygun basit ama dokunaklı anlatımının en büyük paya sahip olduğu filmin sıcak ve keyifli bir mizah duygusu da var. Nerede ise tamaman dijital olan bir dünyada yazılı küçük notlar üzerinden doğan ve büyüyen, arkadaşlıktan aşka dönüşen bir ilişkinin sıcaklığından uzak durmak ve büyük şehirlerin onca yalnız ve mutsuz karakterlerinden ikisinin hayatlarında yakaladıkları son bir fırsattan en az onlar kadar keyif almamak imkânsız açıkçası. Belki film ikinci yarısında bir parça sarkıyor ve karşımızda yeni bir sinema dili, muhteşem yönetmenlik gösterileri yok ama ne gam! Bu filmin seyredene insanı yani kendisini hatırlatacak aurasından kesinlikle uzak durmamalı. Üç baş oyuncusunun şahane performansları da var üstelik.

Ömer (Omar) – Hany Abu-Assad : Filistin yapımı film İsrail işgali/kuşatması altındaki topraklarda yaşanan trajik bir hikâyeyi anlatıyor. İsrail’in inşa ettiği Batı Şeria duvarının tüm azameti ve yapaylığı ile hikâyeye nerede ise ayrı bir karakter olarak katıldığı bir eser karşımızdaki. Sürekli olarak tedirginlik, korku ve aşağılanma duyguları ile yaşayan ve bunun doğal ve haklı sonucu olarak özgürlük direnişçilerine dönüşen insanları bir aşkın etrafında topluyor hikâyemiz ve gerek dozunda duygusallığı gerekse yönetmenin yalın ama gerektiğinde dinamizme de başvuran anlatımı ile ilgi çekmeyi başarıyor. İşgal altındaki topraklarda geçen hikâye aşkı ihanet, sadakat ve kuşku ile yoğurmayı da başarıyor ve insanın hangi koşullar altında yaşarsa yaşasın mutlu olmak için çaba harcamaktan geri durmayacağını da kanıtlıyor. Evet, tüm o baskı, tutsaklık ve dayanılmaz yaşam koşullarına rağmen sokaklardaki reklam panoları (mutlu bir uyku için ideal yatağın reklamı gibi) aracılığı ile de vurgulandığı gibi umut ve aşk bir şekilde hep filizlenmeyi başarıyor o topraklarda da. Her biri direnişçiye dönüşen ve aralarında trajedinin göbeğindeki kahramanımızı canlandıran Adam Bakri’nin de olduğu üç çocukluk arkadaşını canlandıran oyuncuların tümünün ilk sinema filmi bu ve doğallıkları ile görevlerini başarı ile yerine getiriyorlar. Filmin tek tecrübeli oyuncusu İsrailli polis şefini oynayan Waleed Zuaiter ve Bakri ile birlikte filme damgasını vurmayı başarıyor oyunu ile. Mekanların doğallığının ayrı bir gerçekçilik kattığı filmin belki önemli tek bir kusuru var: Karakterlerin içinde bulunduğu koşullar sürekli seçim yapmaya, ihanet ile direnme arasında bazen de kalıcı olamayan tercihlere zorlarken melodrama kadar uzanan içeriği ile aşkın da hikâyeye bu kadar baskın bir şekilde katılmış olması. Yönetmenin kendisine ait olan senaryonun bu tercihi bir yandan ihanet, sadakat ve mücadelenin toplumsal boyutta olanının küçük ölçekli bir karşılığını üretiyor ve böylece karakterlerin sıkılmışlıklarını iyice vurgulamış oluyor ama öte yandan da mekan ve zamandan bağımsız olabilecek pek çok melodramatik öğesi ile bu aşk hikâyesi filmin odağını bozma ve hatta filmi yorma tehlikesi de taşıyor. Bu kusuruna rağmen filme adını veren Ömer karakterinin mitoloji kahramanlarını hatırlatan hikâyesi ile görülmeyi hak eden bir film.