Kongen av Bastøy – Marius Holst (2010)

“Bizim hedefimiz… ve sizin hedefiniz içinizdeki onurlu, alçak gönüllü ve topluma yararlı Hristiyan çocuğu bulmak ve onu şekillendirip parlatmak. Eğer bulamazsak, buradan çıkamazsınız. Anlıyor musunuz?”

1915’de Norveç’in Bastøy adasındaki bir ıslahevinde acımasız koşullar altında “eğitilen” çocukların yaşadıklarının hikâyesi.

Norveçli sinemacı Marius Holst’tan gerçek olaylara dayanan bir film. 1915 yılında geçen hikâye 1900 – 1953 arasında açık olan ve bugün başarısı ile örnek bir cezaevine dönüşen Bastøy’daki kötü koşullara ve başlarındaki yöneticilere isyan eden gençleri konu alıyor. Mekanın vahşi güzelliğini başarılı görüntüleri ile hikâyesinin parçası yapan film yönetmenin hikâyenin sertliği ile ters düşüyor gibi görünen “çekici” bir yumuşak anlatımı tercih etmesi ile dikkat çekiyor. Sinema tarihindeki hapishane filmleri arasında – yeni bir şey söylemiyor olmasının da sonucu olarak- belki en kalıcı olanlarından biri olmayacak olsa da, film genç oyuncularının ve onlara eşlik eden iki usta oyuncunun performansları ile zenginleşen, ilgiye değer bir çalışma.

Norveç tarihindeki trajik olaylardan birini anlatan film suç işlemiş asi çocukların tutulduğu ıslahevi ve okul karışımı yerdeki o döneme özgü eğitim anlayışını tüm çıplaklığı ile karşımıza getirmesi ile ilgi çekiyor öncelikle. Eğitim adına şiddet kullanmaktan ağır koşullar altında çalıştırmaya ve cinsel tacize kadar uzanan bu yerdeki koşullar, hikâyesi bu film aracılığı ile karşımıza getirilen 1915 tarihli isyandan sonra da 1953’de devletin duruma el koymasına kadar devam etmiş ve okul ancak 1970’de tamamen kapatılmış. 1982’de büyükler için bir cezaevine dönüştürülen ada bugün tenis kortları ve saunası olan, mahkumların çiftlik işlerinde çalıştığı örnek bir ceza kurumu olarak tüm dünyada ilgi toplayan bir yer. Kilise kumbarasından para çalan 11 yaşındaki bir çocuğu buraya göndermeyi uygun bulan bir cezalandırma anlayışının elinde hayatları darmadağın olan ve buradan çıkıp evlerine dönebilmek için olmadık muamelelere sessiz kalmak durumunda kalan çocukların trajedisi hikâyeye sinemasal açıdan bir çekicilik kazandırıyor ve Holst bu çekiciliği derli toplu bir sinema dili ile bize yansıtıyor açıkçası. Senaryo özellikle iki çocuğa, okulun yöneticisine ve öğretmenlerden birine odaklanıyor ve hikâye genel olarak bu karakterler arasındaki ilişkiler ve çekişmeler üzerinden ilerliyor.

Kameranın anlatılanların sertliğinin aksine zaman zaman sakin bir şekilde kayan hareketlerle seyirciyi hikâyenin içine alması filmin başarılarından biri. Karlı kış günlerinde geçen hikâye mekanın vahşi güzelliğini ve çocukları zorlayıcı koşullarını karşımıza getiren kameranın başarılı görüntülerinden ciddi bir destek alıyor ve görüntü yönetmeni John Andreas Andersen sertliğin örtemediği güzelliği etkileyici biçimde yakalamayı beceriyor. Evet, sertliğin örtemediği bir güzelliği anlatıyor bir yandan da hikâyemiz: Özellikle iki genç arasında başta didişme ile başlayan dostluğun ve dayanışmanın final kareleri unutulacak gibi değil. Bu sahnede “Titanic” filmini hatırlayanlar olacaktır ama orada altı kalın çizgilerle ve seyirciden göz yaşı gelene kadar ısrarla çizilen şey burada dozunda ve zarif bir şekilde sergileniyor ve Amerikan sineması ile Avrupa sinemasının farkını gösteriyor bariz bir şekilde. Karakterlerinin yaşı itibarı ile bir büyüme hikâyesi seyrettiğimiz bir yandan da. “Suçlu” geçmişlerine rağmen bu çocuklar fedakârlığı, dayanışmayı ve adaletsizliğe isyan etmeyi de öğreniyorlar ve öne çıkan iki karakter bu dönüşümün sembolü oluyor. Benjamin Helstad’ın canlandırdığı Erling ve Trond Nilssen’in Olav karakterleri iki oyuncunun çarpıcı performansları ile ve senaryonun hemen tüm karakterler için yapmayı başardığı gibi onları da derinlikli bir şekilde işleyebilmesi ile hikâyeyi sürüklüyorlar. Helstad’ın başarısına ve filmde daha ağırlıklı bir rolü olmasına rağmen, Nilssen’in bir adım öne çıktığını da söylemek gerek. Oradan kurtulabilmek için katlandıklarının içinde yarattığı öfkenin birikimi ile yaşadıklarını ustalıklı bir şekilde anlatıyor genç oyuncu. Bu iki oyuncuya eşlik eden usta oyuncu Stellan Skarsgård ve bizde pek tanınmasa da iskandinav ülkelerinde popüler bir isim olan Kristoffer Joner de üstlerine düşeni layıkı ile yerine getiriyorlar.

Senaryonun dikkat çeken zayıf yanı ise erkekler arasında geçen bu hikâyeye müdürün yaptığını seyirciye açıklayabilmek için eklenmiş gibi duran müdürün eşi karakteri. Bu karakter kendisine ayrılan kısa süre içinde bir varlık gösteremediği gibi hikâyeye de oldukça eğreti bir şekilde eklenmiş gibi duruyor ne yazık ki. Gerçek bir olayı ele alan senaryonun konuyu öğrendiğinizde aklınıza gelenlerden farklı bir şey anlatmıyor olmasını, daha doğrusu seyredende yeni bir bakış açısı yaratamıyor olmasını da bu zayıflığa eklemek gerek. Yine de ayrıntılara verdiği önem ile senaryonun genel olararak başarılı olduğu açık. Bir kıza yazılan mektuplar aracılığı ile dile getirilen ve gemicilerin attığı zıpkınlara rağmen ölüme direnen balinanın hikâyesini adadaki gençlerin durumu için mükemmel bir metafor olarak kullanmasının yanısıra yukarıda da belirttiğim gibi karakterlerinin ruhlarını bizlere açabilmesi ile örneklendirilebilecek bir başarı bu. Buna senaryonun karakterleri, mekanları ve yaşananları gemi, balina ve denizci metaforları üzerinden etkileyici biçimde kurgulamasını da ekleyelim. Hemen tüm final sahnesi (isyan ve sonrası) çekici bir biçim ve içerikle anlatılan film aslında sadece bu bölümü ile bile ilgiyi kesinlikle hak ediyor. Baskı altındaki birey ve grupların, eninde sonunda ve şu ya da bu şekilde ayağa kalkıp özgürlük ve adalet için savaşacağını vurgulaması ile bile önemli bir film bu ve #direngezi ruhunu hatırlamak için de güzel bir fırsat.

(“King of Devil’s Island” -“Şeytan Adasının Kralı”)

(Visited 255 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir