Mad City – Costa Gavras (1997)

“Keşke seni dinleseydim. Fakat bu iş artık bizi aştı. Seni ters bir şey yapmaya zorluyorlar. Seni korkutmak istemiyorum ama… seni öldürmeye hazırlar”

İşten çıkarıldığı için, çalıştığı müzenin yöneticisini ve ziyaretçileri rehin alan bir güvenlik görevlisinin ve tesadüfen orada bulunan bir televizyoncunun hikâyesi.

Costa Gavras’tan medya üzerine bir film. Tom Matthews ve Eric Williams’ın hikâyesinden Matthews’ın senaryosunu yazdığı film (ki kendisinin de sinema dünyasındaki tek senaryo çalışması bu) “saf” ve sıradan bir adamın işten çıkarılmasından duyguğu öfke ve gelecek korkusu nedeni ile kalkıştığı bir işin medyanın da karışması nedeni ile nasıl büyüdüğünü anlatıyor. Dustin Hoffman, John Travolta ve Alan Alda gibi ünlü isimlerin rol aldığı film yeni bir şeyler söylemeyen ve üstelik daha önce söylenmiş olanları da farklı bir biçimde söyleyemeyen bir çalışma ama Hoffman’ın oyunu, Travolta’nın en azından aksamayarak oynamayı başardığı karakterinin ilginçliği, medyanın tehlikeleri ve dünyayı onun filtresinden algılayanlar üzerine düşündürdükleri ile ilgi çekebilecek bir eser.

Hikâyemizin temel olarak beş kahramanı var: Ekonomik sıkıntı nedeni ile küçük müzedeki işinden çıkarılan ve iyi niyetli ama bir parça saf olan güvenlik görevlisi (Travolta), ana haber sunucusu ile canlı yayında takıştığı için merkezden küçük bir şehire atanan televizyon muhabiri (Hoffman), havalı ana haber sunucusu (Alda), muhabirimizin asistanlığını yapan ve hikâyede filmin temasına uygun bir dönüşüm yaşayan genç muhabir (Mia Kirshner) ve müzenin yöneticisi olan kadın (Blythe Danner). Bu karakterler üzerinden anlatılan hikâye ise bir olgunun, bir olayın medyanın eline düştükten sonra nasıl biçim ve içerik değiştirebileceğini, gerçeğin kaybolup hayatı televizyon ekranında gördükleri üzerinden algılayan yığınların gördüklerinin/görmeleri istenenlerin asıl “gerçeğe” dönüştüğünü ve günümüz dünyasında tüm bu düzen içinde insanın değil onun “görsel değerinin” önemli olduğunu söylemeye çalışıyor. Film bunu anlatmaya çalışırken en büyük dayanağını senaryodan çok senaryodaki güvenlik görevlisi karakterinden alıyor. Travolta’nın belki çok parlak değil ama onun ölçüleri ile düşünüldüğünde aksamaması nedeni ile övgüye değer olduğu söylenebilecek bir performans ile canlandırdığı karakter öncelikle iyi niyeti ve saflığı ile dikkat çekiyor. Tek amacı iki çocuğunun ve saflığı nedeni ile hayatının idaresini eline bıraktığı karısının geçimini sağlayabilmek ve bunun için işine geri dönebilmek. Bu anti-kahramanın farklılığı filme en büyük çekiciliği katan öğe temel olarak; yoksa hikâyenin herhangi bir rehin alma filminden veya anti-kahramanın halkın gözünde kahramanlık ile kötü adam arasında gidip geldiği benzer filmlerden çok da bir farkı yok. Senaryo bu çekici karakterine bir şeyi daha ekliyor ve olayın içine kattığı muhabir aracılığı ile medya üzerine olan düşüncelerinin görsel karşılığını da üretmeyi başarıyor.

Hem televizyon muhabiri hem de haber sunucusunun hikâyeyi kendi kurguları ile kamuoyuna sunma çabaları her ne kadar sürpriz şeyler söylüyor olmasa da medyanın bize yansıttıklarının ne kadar “gerçek” olduğunu düşünmemize neden olacak unsurlar. İlki kahramanımızı da korumaya çalışır ve onu kamuoyuna iyi niyetlerle “pazarlarken” öte yandan kendi başarı hikâyesini de yaratmaya çalışıyor. İkincisi ise ilkinin aksine hikâyedeki insana değil o insanın haber değerine odaklanıyor sadece. Gavras bunları karşımıza getirirken de hem medyanın hem de halkın ikiyüzlü davranışlarını sergiliyor ama bu sergilemedeki hafif mizah dozu gösterdiklerinin etkisini de bir parça azaltıyor. Olayı nasıl yansıtacaklarını anlık seyredilme oranları ile belirleyen medyadan, kocasının hayatını riske atttığını bilerek para karşılığı medya ile görüştüren kadına veya medyanın röportajlarda söylenenleri kesip biçerek nasıl bambaşka ifadelere dönüştürdüğü üzerine eğlenceli örnekler var filmde ama işte tam da bu “eğlence” havası doğru olmamış gibi görünüyor. Film halktan da esirgemiyor eleştirilerini ve olay yerinin bir panayır alanına dönüştüğünü ve televizyona çıkıp “şöhret” olmak için bilmediklerini bilir davranan insanları getiriyor karşımıza.

Dustin Hoffman’ın sakin ama güçlü bir oyun sergilediği filmde Alan Alda ve Mia Kirshner senaryonun karakterlerini fazla tanıdık çizmiş olması nedeni ile pek öne çıkamamış görünüyorlar. Gavras finale doğru, açılan müzenin kapısından çıkanlara leş kargaları gibi saldıran televizyoncuları gösterdiği sahne dışında mizansen olarak çok fazla öne çıkmamayı tercih etmiş gibi görünüyor. Medyanın “gerçeği” üzerine ille de bir Amerikan filmi izlenecekse Sidney Lumet’in 1976 yapımı “Network” filmi ya da bir rehin alma ve kamuoyunun suçluya olan sempatisi üzerine bir sinema eseri merak ediliyorsa yine Lumet’in 1975 yapımı “Dog Day Afternoon” adlı çalışması önerilir açıkçası. “Mad City” ise senaryosunun fazla tanıdık gelmesi ve kimi şematik görünümlerden kaçınamamış olması nedeni ile yeterince çarpıcı olamayan ve zaman zaman temposunu da gereksiz düşüren film ama yine de Hoffman ve medya üzerine sergiledikleri ile ilgi çekebilir. Asistan muhabirin finalde dönüştüğü kişi ve içinde bulunduğu sektörün gerçeklerine gösterdiği hızlı uyum ise medyanın “kötücüllüğü” konusunda kötümser ama gerçekçi bir tespit olarak seyirci üzerinde etki yaratacaktır mutlaka.

(“Çılgın Şehir”)

De Bon Matin – Jean-Marc Moutout (2011)

“Tüm hayatımı işime adadım. Varımı yoğumu işime verdim. Tüm zekâmı, enerjimi, zamanımı… tüm şansımı, her şeyi, her şeyi feda ettim. Sonra bir anda tüm başarı koca bir başarısızlığa dönüştü. Bir sabah uyandım ve artık işlerine yaramıyordum”

Bir sabah işyerine gelip iki çalışma arkadaşını öldüren elli yaşındaki bir bankacının hikâyesi.

Fransız yönetmen Jean-Marc Moutout’nun Fransa – Belçika ortak yapımı olarak çektiği bir film. Kapitalizmin her gün daha da vahşileştiği günümüzde bu sistemin kendi çarkının dönmesini sağlayanları da işi bittiğinde nasıl harcadığını anlatmaya odaklanan film bu açıdan öncelikle tüm beyaz yakalıların, özellikle de kariyerlerinde yeterince tecrübe kazanmış olanların, görmesi gereken bir sinema eseri. Düzenin sadece sahiplerine hizmetkârlık yaptığını basit ama çarpıcı hikâyesi ile anlatan film Moutout’nun yalın anlatımı ve Jean-Pierre Darroussin’in oyunculuğu ile de değer kazanan bir çalışma.

Şaşırtıcı bir girişle başlayan ve bilindiği/tahmin edildiği halde şok eden bir anla finalini başlatan film bu iki şok anının arasında ise çoğunlukla geriye dönüşle anlatıyor hikâyesini ve kahramanımızı eylemine götürenlerin neler olduğunu yalın bir sinema dili ile getiriyor seyircinin karşısına. Schumann, Handel ve Beethoven’dan seçilmiş eserlerle hikâyesinin atmosferini hak ettiği ciddiyete, kırılganlığa ve hüzne kavuşturmuş Moutout ve açılış/kapanış jenerikleri sırasında ve hikâye içinde de sadece ortam sesi olarak karşımıza gelen bu eserler dışında ayrıca bir müzik kullanmamış. Bu tercihin ve hikâyenin kimi anlarında karşımıza gelen sessiz görüntülerin filme ihtiyacı olan yalınlığı verdiğini söyleyebiliriz. Her ne kadar hikâye bir bireye odaklanmış olsa da aslında film sistemin “zamanı geldiğinde” çarkın dışına atmaktan, bir başka deyişle sonuna kadar tükettikten sonra uzaklaştırmaktan çekinmediği herhangi tüm beyaz yakalıları anlatıyor. Ekonomik kriz döneminde geçen hikâye bir bankada kurumsal hesaplardan sorumlu “account manager” olarak çalışan bir adamın başarılı ve özgüveni yüksek bir profilden performansı düşen, hor görülmeye başlanan, çok yerinde bir tanımlama ile “iktidarını kaybeden” bir kişiye dönüşmesini anlatan hikâyenin sonunu baştan biliyor olmamız filmin yaratıcılarının seyirciden merak değil düşünme eylemi beklemelerinin doğal bir sonucu gibi görünüyor. Senaryo bu bireye ne olacağını değil, benzer tüm bireylere bunun neden olduğunu düşünmemizi ve bu bağlamda da sistemi sorgulamamızı bekliyor çünkü.

Evet, bu film beyaz yakalılar için öncelikle. Gerçekte, yapanın yapılana kendi kafasındakileri empoze etmekten başka amacı olmayan performans görüşmesinden tümü koyu renk giyinmiş çalışanlarla yapılan ekip toplantılarına, yöneticilerin üzerinde çalışılmış görünen “profesyonel samimiyet” gösterilerinden toplantı odalarına konulan “motive edici” isimlere (Burada adı Mozart olan toplantı odası özellikle sürekli çalışmanın kutsal bir emir ve işteki başarının hayatın tek amacı olduğu şirketlerde genellikle tatil yörelerinin adını taşır!) tanıdık gelecek pek çok unsur var filmde. Beyaz yakalının hayatında bir şeylerin sarpa sardığının en temel göstergelerinden biri olan onunla ilgili e-postanın ona artık gelmiyor olması veya toplantının iptal edildiğini en son onun öğrenmesi gibi, pek çok kişinin işte bu diyeceği gözlemleri hikâyeye başarı ile yedirmiş filmin yaratıcıları. Bu örnekler filmin “içeriden” bir gözün eseri olduğunu gösteriyor ki bu içerden bakabilme filmin gerçekçi görünmesini sağlayan en temel unsurlardan biri. Bu gerçekçiliğin mimarlarından biri de başroldeki Jean-Pierre Darroussin’in performansı. Psikolojisi yavaş yavaş bozulan ve hayatının en anlamlı parçası olarak gördüğü işinde yaşadıkları ile kafası karışan karakterini “oynamadan” getiriyor karşımıza. Konuştuğu anlarda da sustuğu anlarda da aynı derecede kalbi ve beyni etkileyen bir performansı var sanatçının: 26 yıldır görmediği arkadaşını arayarak birlikte tekne ile dünya turuna çıkmayı teklif ettiği sahnedeki “uğruna bir hayatı feda ettiği işinde başına gelenden” duyduğu derin pişmanlık gösterisinin kalbi olan bir insanı etkilememesi mümkün değil. Sanatçı kendisine atfedilen önem ile değer kazandığını düşünen, daha doğrusu bu önemi hayatının tek anlamı yapan, bu önemi hissetmez olduğunda düştüğü/düşeceği boşluğun boyutu korkunç olan bir beyaz yakalıyı karşımıza getirirken incelikli oyunu ile beyinlerimize de hitap ediyor ve düşünmemizi istiyor.

Filmin başardıkları yanında kimi kusurları da var. Geçmişe dönüşlerde parçalı bir anlatımı benimsemesi ve burada da zaman zaman kronolojik bir anlatımın dışına çıkması filmin gittikçe artması hedeflenen psikolojik gerilimine zarar veriyor bazen. Ailenin iki oğlundan biri gibi duran Afrika’lı öğrenci genç karakteri hikâyeye bir şey katmıyor ve açıkçası kahramanımızın fotoğraflar üzerinden anlatılan Afrika’daki “idealist” günlerinin gereksiz bir sembolü gibi duruyor. Hikâyenin sonunun baştan biliniyor olması ise anlaşılır ve takdir edilir bir tercih olsa da güçlü olan şokun etkisinin çok daha yüksek bir düzeye çıkmasına engel oluyor.

Başta ve sonda tanık olduğumuz otobüste ağlayan küçük kız görüntüsündeki hüzünden finale doğru karşımıza gelen o kısa şok sahnesine (bekleniyor olmasına rağmen bir kısa sahnenin nasıl bu kadar etkileyici olabileceğini anlatmak mümkün değil) bu film, çaba gösteren türden bir seyirciyi onca yalın havasına rağmen kolayca çekim alanına alabilecek bir çalışma. Hayatlarımızın bir sistemin çarklarının daha hızlı dönmesi uğruna nasıl kolayca harcandığı üzerine ilgiyi kesinlikle hak eden bir film bu.

(“Early One Morning” – “Günaydın”)

Reversal of Fortune – Barbet Schroeder (1990)

“Lehinize olan tek bir şey var: Kimse sizi sevmiyor”

Karısını öldürmeye teşebbüs etmekle suçlanan ve ilk duruşmada suçlu bulunan bir adamın temyiz savunmasını üstlenen bir avukatın hikâyesi.

Gerçek bir olayı anlatan senaryo suçlanan adamın savunmasını üstlenen avukat Alan M. Dershowitz’in kitabından bu çalışması ile Oscar ve Altın Küre ödüllerine aday gösterilen Nicholas Kazan tarafından yazılmış. Sinemaya Eric Rohmer, Godard ve Jacques Rivette’in yapımcılığı ile başlasa da özellikle 1990’lı yıllarda çektiği büyük bütçeli Hollywood filmleri ile tanınan Barbet Schroeder filmin yönetmenliğini üstlenmiş. Başroldeki Jeremy Irons’ın Oscar dahil pek çok ödül ile süslenen müthiş performansı ile zenginleşen film kimi çekici yanlarına karşın tam bir başarıya sahip olamayan ve bunda da filmin soğuk bir havadan kurtulamamış olmasının payının yüksek olduğu ama yine de görülmeyi hak eden bir çalışma.

Hollywood zenginleri anlatmayı sever; yoksullar ise ABD bağımsız sinemasının ilgi alanındadır. İşte bu hikâye de hem gerçek olması ile hem de açılış jeneriğinde karşımıza gelen müthiş malikânelerle vurgulandığı gibi zenginlere odaklı olması ile tam Hollywood’un ağız tadına uygun bir eser. Davanın avukatlığını üstlenen Dershowitz’in “Reversal of Fortune: Inside the von Bülow Case” adlı kitabından uyarlanan film doğal olarak avukat üzerinden anlatıyor hikâyeyi. Harvard’da hukuk profesörü de olan avukatımız gerçek hayatta da ünlülerin davalarını üstlenmesi ve kazanması ile biliniyor. Hikâye boyunca da onun savunma becerisinden öğrencilerinden kurduğu savunma ekibini etkin koordinasyonuna kadar pek çok başarısına tanık oluyoruz. Elbette araya bir de avukatımızın hümanizmine ikna olmamız için eklenmiş görünen, ölüme mahkum edilen iki siyah genci kurtarma çabası eklenmiş ki asıl hikâyemiz ile ilgisi olmayan ve boşlukta bırakılan bu yan hikâye avukatın reklamını yapmaktan başka bir işe yaramıyor. 1984 yılının değerleri ile saati 300 Dolar’a zengin adamın savunmasını üstlenen bir avukatın hümanizmasının vurgulanması da tam Hollywood usulü bir numara kuşkusuz.

Bitkisel hayattaki kadının (gerçek hayatta da 28 yıl süren bitkisel hayattan sonra ölmüş) konuşarak başlattığı hikaye kadının zaman zaman kısa yorumları ile sürüyor ve temel olarak avukatın kendisi dahil herkesin suçlu olduğuna inandığı adamın (karısının büyük servetinin kendisine kalması için öldürmeye çalıştığına inanılıyor) savunmasını üstlendikten sonra fikrinin (ve elbette seyircinin fikrinin) yavaş yavaş değişmesini anlatıyor. Jeremy Irons’ın müthiş inceliklerle canlandırdığı ve neden modern sinemanın en büyük oyuncularından biri olduğunu bir kez daha kanıtları ile gösterdiği karakterinin snopluğu, zaman zaman duygusuz denecek derecedeki soğukluğu ve hikâyenin bir mozaik olarak nitelendirebileceğimiz “kompleks” yapısı filmin hem lehine hem aleyhine işliyor açıkçası. Klasik bir Hollywood yaklaşımının altını ısrarla çizeceği, dramını seyircinin gözüne sokacağı ve daha düz bir anlatım ile aktaracağı hikâyeyi karşımıza getirirken, Schroeder tıpkı baş karakteri gibi “soğuk” bir tavrı benimsiyor. Bir başka deyişle Irons’ın performansının biçimi filmin de tarzını belirliyor. Filme ihtiyaç duyduğu ciddiyeti kazandıran bu yaklaşım öte yandan seyircinin filme yaklaşabilmesi için ihtiyacı olan sıcaklığı da dışarıda bırakıyor. Kadını başarı ile canlandıran Glenn Close’un Irons’ın aksine daha “sıcak” bir performans biçimi benimsemiş olması ise rolünün nispeten küçüklüğü nedeni ile filmi yeterince ısıtamamış.

Zenginlerin hayat biçimlerine, duygularına ve tavırlarına yansıyan yapaylığın eleştirisini yapmaya hayli müsait olan hikâyenin bu yanına çok az dokunuyor senaryomuz. Oysa iki siyah gencin davası avukatın hümanistliğinin göstergesinin sembolü olarak ve garnitür niyetine değil de paralelde anlatılan bir hikâye olarak kullanılsaymış, film zengin ve yoksul hayatların eleştirel bir karşılaştırması olarak da değer kazanabilirmiş. Ne var ki film böyle bir karşılaştırmayı hiç hedeflemiyor ve bunun yerine gerçeğin ne olduğu veya gerçeğin gerçekten bilinip bilenemeyeceği üzerine ilerlemeyi tercih ediyor ve bunu da sinemasal açıdan bakılırsa iyi yapıyor açıkçası. Senaryo yavaş yavaş ve birer birer gerçekleri (veya gerçeklerin farklı versiyonlarını) ortaya sererken gizem meraklılarını hayli tatmin edecek bir düzey tutturmayı başarıyor. Keşke hikâye zengin Amerikan sınıfının para ve hırs bağlantılı davranışlarını aktarırken bir parça daha “politik” bir tutum takınabilse ve seyirciden de bu tutumu daha açık talep etseymiş.

Amerikan sinemasının favorilerinden biridir mahkeme salonunda geçen filmler. Karşımızdaki ise duruşma salonuna –neyse ki- pek az uğruyor ve bizi bir tane daha avukat ile savcının zeka yarışını seyretmekten kurtarıyor. Bunun yerine sık sık başvurduğu geriye dönüşler ile davanın analizi üzerinden kuruyor yapısını ve burada da en büyük desteği Jeremy Irons’tan alıyor. Irons oyuncuyu büyük yapanın neler olduğunu adeta oyunculuk dersi verircesine tek tek sergiliyor. Vücut dili, yüzünün hiçbir mimiğe sahip değilken bile çok şey anlatmayı beceren ifadesi ve hatta kimi küçük mizah anlarına kaynaklık eden söz oyunları ile seyredeni büyülüyor. Yardımcı oyuncuların da başarılı olduğu filmde avukatı oynayan Ron Silver ise filmin tek enerji kaynağı olma rolünü başarı ile üstlenmiş görünüyor performansı ile. Keşke sorularını daha açık sorsa (aslında keşke soruları olsa demek daha doğru sanırım) ve sordurtsa dedirten film yine de başta Irons’ın oyunu ve oluşturmayı başardığı gizemi ile ilgiyi hak eden bir çalışma özetle.

(“Talihin Dönüşü”)

Bütün Öyküleri – Samet Ağaoğlu

Siyasetçi ve yazar Samet Ağaoğlu’nun 1944 – 1965 arasında yayınlanan öykülerinin toplandığı kitap klasik öykü anlayışı ile yazılanların yanısıra hatıralarını da içeren bir çalışma. Hemen tüm öykülerde hastalıklı veya başta kendisi ile olmak üzere etrafındaki her şey ile çatışma halinde olan karakterlerle dolu olan öykülerde ağır basan da mutsuzluk, karamsarlık ve acı gibi görünüyor. Öyle ki yazarın kitap boyunca en çok kullandığı kelimelerden biri ızdırap (daha doğrusu yazarın kullandığı hali ile ısdırap).

Öykülerin kimi başka ortak özellikleri de var: Örneğin hemen hep bir anlatıcı var öykülerde. Karakterlerden biri diğer(ler)ine başından geçenleri anlatıyor sürekli. Zaman zaman her biri ayrı birer öykü olacak bu küçük öyküler “Ridilemet Nüklüm Telada” adlı çalışmada olduğu gibi ortak özellikler taşır veya belli bir kavram üzerinde dolanırken, pek çoğunda herhangi bir ortaklıkları olmadan bir araya toplanmışlar gibi görünüyor. Öyle ki yazarın bazı taslaklarını küçük öyküler halinde bir büyük öykünün içine atıverdiğini düşündürtüyor. Öykülerin bir kısmında neden yazarın dışında bir anlatıcıya başvurulduğu da sorgulanabilir aslında. Doğrudan yazarın yerine çoğunlukla “hastalıklı” bir karakterin hatıralarını anlatmasının esere ne kattığı tartışmaya oldukça açık göründü bana. Bir başka eleştiri konusu da kimi hikâyelerin, örneğin “Hücredeki Adam”, tıpkı bir sinema filminin kurgusunda atmaya kıyılamayan ama hikâyenin sarkmasına neden olan fazlalıkları barındırması gibi gereksiz bölümlerle uzamış görünmesi. Son olarak yazarın siyasi olarak Türk sağında yer alması nedeni ile o dönem için “normal” kabul edilebilecek kimi yaklaşımlarını da vurgulayalım. “Babam” hikâyesindeki zalim ağanın Ermeni olduğunun vurgulanmasının ve özellikle “Ridilemet Nüklüm Telada” adlı hikâyedeki “… ilk bakışta eskici Yahudilere benziyor, insana çekinme ve güvensizlik hisleri veriyordu” ifadesinin tipik bir muhafazakâr bakışın örneği olduğunu söylemek mümkün.

Ağaoğlu’nun sık sık başvurduğu temalardan biri baba ve çocuk (özelikle oğul) ilişkileri. Çocuk sahibi olma duygusunun bir paranoyaya neden olmasını anlatan “Oğlum” veya yazarın babasını anlattığı “Babam” adlı öyküler bu ortak temanın en yoğun kullanıldığı hikâyeler. Bunlardan ikincisinde yazarın daha çok anı formatında hareket ederek ortaya müthiş dokunaklı bir iş çıkardığını söylemek gerek. Özellikle hikâyenin sonlarındaki duygu yoğunluğundan etkilenmemek imkânsız. Adalet de sık sık uğradığı bir tema yazarın. Adaletin yokluğunu (daha doğrusu eşitliğin yokluğunu) kabul eden ama bunu nerede ise değiştirilemez gören karakterlerin isyana çağırmaktan çok boyun eğmeye eğiilim göstermesi de ilginç aslında. “Bir Hastanın Rüyaları” adlı öyküdeki “Orada işittiğin iniltiler burada neş’e ve kahkahaya bedeldir” cümlesi veya “Katırın Ölümü” öyküsündeki “İnsanlar ve hayvanların bir kısmı zavallı kalacaktır, öteki kısmının zavallı olmaması için” ifadesi bu kabullenmenin örnekleri olarak gösterilebilir.

Demokrat Parti iktidarında bakanlık da yapmış olan ve 27 Mayıs 1960 darbesi ile ömür boyu hapis cezasına çarptırılan, 1964’deki afla cezaevinden çıkabilen Ağaoğlu’nun çoğunluğu “dengesiz” olan karakterlerini hayli yoğun ve etkileyici şekilde anlattığı karakterler, yukarıdaki eleştirilerim bir yana, aslında okuyucuyu hayli derinden etkileyecek profillere sahipler ve drama dayanıklı olanları (“Büyük Aile” hikâyesi çok karakterli yapısı ve dram yoğunluğu ile birkaç sezonluk bir televizyon dizisine kaynaklık edebilir örneğin) kesinlikle avuçlarının içine alacaklardır. Yazarın üslupçu denebilecek yaklaşımından çıkan hikâyeler kitabın arka kapaktaki tanıtımında söylendiği gibi “insan ruhunun derinliklerine sızan ve inceliklerini yakalayan” eserler ve kesinlikle okunmayı hak ediyorlar. “Katırın Ölümü” öyküsünde katır karakteri üzerinden anlatılan “bahtiyarlığa dayanamama” duygusu veya baba ile oğul ilişkilerindeki çatışma, beklenti, korku ve özgürlük kavramları üzerinde dönüp duran incelemelere sahip olan tüm hikâyeler bu okuma gerekliliğini doğrulamaya yeter zaten.