Bring You Home – Jimmy Gnecco (2010)

“And I Really Want To Bring You Home” cümlesini tüyler ürperten bir güzellikte söylüyor Gnecco ve içten, yalın ve güçlü bir şarkıya kırılgan ama kararlı bir yorum getiriyor. “Ours” grubunun solisti de olan sanatçının bu solo çalışmasındaki “eve çağırdığı” her kimse, karşı koyması mümkün değil bu davetin cazibesine.

Monument Ave. – Ted Demme (1998)

“Sana iş vermeyi kesersem, kablo fabrikasındaki o berbat işe geri dönersin ve sonun baban gibi olur”

Küçük bir çetenin üyesi olan bir adamın bir yakınını kaybettikten sonra çeteye olan bağlılığını sorgulaması ile gelişen olayların hikâyesi.

Mike Armstrong’un orijinal hikâyesinden, genç yaşta ölen Ted Demme’in çektiği bir film. Jonathan Demme’in yeğeni olan ve bugün daha çok “Beautiful Girls – Harika Kızlar” ve özellikle son konulu filmi olan “Blow – Beyaz Şeytan” ile hatırlanan Ted Demme’in bu filmi alışıldık suç filmlerinden ayrı bir yerde durmayı tercih eden ve aksiyondan çok baş kahramanının ruh haline ve yaşadığı ikilemine odaklanan yapısı ile dikkat çekiyor. Denis Leary’nin oyunu ile öne çıktığı film kadın karakterlere yer verse de öncelikle bir erkek filmi olarak gösteriyor kendisini ama filme bu nitelemeyi getiren aksiyonu değil karakterlerinin erkeklik değerleri üzerinden süren yaşamlarının hikâyeye damgasını basmış olması. Hikâyesinin gerektiği kadar güçlü olmaması ve Demme’in bu hikâyenin görsel karşılığını yeterince etkileyici üretememiş olması filmi zayıflatıyor ama yine de ilgi gösterilebilecek bir film karşımızdaki.

Ted Demme’in sinemadaki kısa kariyerinde sadece altı adet konulu sinema filmi var ve yönetmen bunların üçünde burada da baş rolü üstlenen Denis Leary ile çalışmış. Boston’da İrlandalılar’ın yaşadığı mahallelerde geçen hikâyede Leary küçük bir çete adına araba hırsızlığı yapan bir adamı canlandırıyor. Yakın arkadaşları ve kuzeninden oluşan çevresini tanıtarak başlıyor film. Gereğinden uzun tutulmuş açılıştaki sohbet sahnesinde gösterildiği gibi kadınlar, içki ve uyuşturucu odaklı küçük hayatlarını sürdüren bu erkek karakterlerin yaşadıkları ortamda suça bulaşmaktan başka seçenekleri yok gibi görünüyor. Bu hayatlarını sorgulamıyorlar bile ta ki baş kahramanımızı bir seçim yapmak zorunda bırakan cinayete kadar. Baştaki bu sohbet sahnesi filmin maço havasının en iyi göstergesi sanırım. Uzunluğu bir yana bu sahne Tarantino filmlerindekine benzer şekilde bol konuşmalı ve aslında hikâye ile doğrudan bir bağlantıya da sahip değil. Tarantino’nun kaleminden çıkanlardan farklı olarak buradaki konuşmalar süsten uzak ve çok daha gerçekçi ama tam da bu nedenle kimilerine sıradan görünebilir. Etnik kökenlerine bağlılıklarını sıkı sıkıya koruyor görünen ve daha çok orta sınıf ve işçi sınıfından olan karakterlerin sıkışmışlığını seyirciye aktarmak için doğru bir seçim olan bu diyalogların bir parça daha çekici olmasının filme katkı sağlayacağını da söylemek gerek ama filme değer kattıkları da bir gerçek.

Filmin en etkileyici sahnelerinden birinde İrlandalı karakterlerimizin siyahlara karşı olan ve kendileri bu tanımlamayı reddetse de açıkça ırkçı olan davranışları sergileniyor. Bu sahnenin ayrıca kahramanımızın kendisini kıstırılmış ve umutsuz hissetmesinin sembolü olması gibi bir önemi de var hikâyenin içinde. Ne var ki film bu sahnenin etkileyiciliğini sürekli kılamıyor ve zaman zaman sıradan bir görünüme bürünüyor. Bir cinayetten sonra insanların tanıklık etmemek için perdelerini çekip görünmemeyi tercih ettikleri sahne de filmin hem görsel hem de anlatmaya çalıştığı ile önemli bir başka sahnesi örneğin ama yeterli değil bu sahneler ne yazık ki. Yönetmen Demme’in mizanseni de bu sıradanlığı aşmaya pek yardımcı olmuyor ve örneğin sokaktaki merdivenlerin tepesinden yapılan bir çekim dışında kamera nerede ise hiç şaşırtmıyor görüntüyü bize yansıtırken. Zaman zaman bürünülen bu sıradanlığı dengeleyen ise Denis Leary oluyor. Oyuncu adeta kendi hayatını sergilercesine rahat ve onun bu doğal performansı karakterinin neşesini, korkusunu ve öfkesini onun kadar hissetmemizi sağlıyor. Filmdeki diğer performansların da aksamadığını ama kimilerinin senaryonun karakterlerini yeterince işlememiş olması nedeni ile bir parça silik kaldıklarını da belirtelim. Senaryonun bu kusuruna karşılık başardığı bir başka şey var ama: Özellikle, yeterince işlediği karakterlerini doğru yazılmış diyalogların da aracılığı ile tüm “kötücül” yanlarına rağmen seyirciye yakın kılmayı başarabiliyor ki bu da bir suç filmi için hayli önemli bir başarı olsa gerek.

Kusurlarına rağmen başta yukarıda bahsettiğim siyah adama eziyet ettikleri ırkçılık sahnesi olmak üzere filmin kapalı toplumlardaki (yine yukarıda sözünü ettiğim gibi etnik kökenlere bağlılık ve yabancıları uzak tutma ile kendisini gösteren bir kapalılık bu) bireylerin nerelere savrulabileceğini göstermeyi beceren bir film karşımızdaki. Bunu yaparken gereksiz süslerden uzak durması ve karakterlerin ruhuna –keşke tümü için yapabilseymiş dedirtecek kadar başarılı bir biçimde- işleyebilmesi filmi ilgiye değer kılıyor diyebiliriz rahatlıkla.

(“Noose” – “Snitch” – “Fitne”)