En Terrains Connus – Stéphane Lafleur (2011)

“Belki de aile olmak için artık çok geç”

Bir erkek ve bir kız kardeşin gelecekten geldiğini iddia eden bir adamın söylediklerinden sonra değişen sıradan ve keyifsiz hayatlarının hikâyesi.

Kanadalı yönetmen Stéphane Lafleur’ün ikinci uzun metrajlı filmi sıradan iki karakteri ele alan ve “gelecekten gelen adam” gibi fantastik bir öğeye sahip olmasına rağmen gerçekçi anlatımı ile dikkat çeken bir çalışma. Kimilerine fazlası ile minimalist gelebilecek eser, iki baş oyuncusunun ekonomik ve sıcak oyunu ve özellikle çok başarılı finali ile ilgiyi hak eden bir film.

Francis La Haye’in oynadığı Benoit ve Fanny Mallette’in canlandırdığı Maryse karakterleri biri erkek ve hâlâ babası ile yaşayan, diğeri ise kadın ve evli olan iki kişi. Her ikisi de hayatlarından pek memnun görünmeseler de filmimiz özel herhangi bir neden belirtmiyor bunun için. Hikâye ilerledikçe anneleri beş yıl önce ölmüş iki kardeşin sıradan hayatlarına girmeye başlıyoruz ve girdikçe de “çekiciliği olmayan” bu karakterlere farkında olmadan aslında ne kadar ısındığımızı farkediyoruz. Yönetmenin bu becerisi finalin o çarpıcı duygusallığa sahip olmasını da mümkün kılıyor. Üstelik bu duygusallığı ne yapay öğelere başvurarak ne de filmin o ana kadar sakin ilerleyen anlatım tarzında bir değişiklik yaparak elde ediyor Lafleur. Finalde erkeğin kız kardeşine o son cümleyi söylediği ve onun da gülümsediği anda bu karakterleri ne kadar benimsediğinizi belki de ilk kez farkediyorsunuz. Benoit ilerleyen yaşına rağmen hâlâ babasına muhtaç görünen ergenlik çağındaki bir genç gibi. Kendisinden yaşça büyük ve ondan nefret eden küçük bir çocuğu olan kadınla yaşadığı ve pek yolunda gidiyor gibi görünmeyen ilişkisi adamın hayatında pek de mutluluk verici bir şey olmadığının bir göstergesi ama onun bu gri hayatının ve beceriksizliğinin asıl sembolü sık sık bozulan ve her defasında babasından yardım istemek durumunda kaldığı kızağı. Yönetmen Lafleur’e ait olan ve Valérie Beaugrand-Champagne’in katkıda bulunduğu senaryo benzeri bir gri hayatı kız kardeş için de getiriyor karşımıza. Onun da beceriksiz ve muhtaç bir yanı (erkek kardeşi gibi babasına değil kocasına) var diyor hikâyemiz ve kocası ile arası pek de sıcak görünmeyen karakterimizi çalıştığı fabrikadaki bir iş kazasından sonra takıntı yaptığı bir konu nedeni ile iyice depresif bir hayat içinde getiriyor karşımıza.

Kar altındaki bir yerde geçen filmin bu doğal “soğukluğu” ve kahramanlarımızın gri hayatları normal olarak hemen ısınabileceğiniz bir hava sağlamıyor hikâyeye. İki oyuncunun başarılı performanslarına rağmen finale yakın bir ana kadar muhtemelen hâlâ karakterlerin sizde yarattığı izlenim tam anlamı ile oturmamış olacaktır. Lafleur’ün hikâyeye kattığı küçük mizah anları belki sayıca bir parça daha fazla ve daha çarpıcı olsa film çok daha etkileyici olabilirmiş. Bu eksikliğin de etkisi ile film dinamizm açısından da her zaman yeterli bir düzeye ulaşamıyor. Tüm o sessiz sahneleri de düşününce sanki orta metrajlı bir film zorlama pahasına uzun metrajlıya dönüştürülmüş gibi görünüyor. Sagor & Swing adlı İsveçli bir ikiliye ait olan müzikler başta pek çekici görünmese de hikâye ilerledikçe filmin amosferi için doğru bir seçim olarak gösteriyor kendini. Bu eksikliklerine rağmen filmi değerli kılan başka unsurlar var. Öncelikle yukarıda da vurguladığım gibi tüm final bölümü gerçekçilikten ve doğallıktan sapmadan, bağırıp çağırmadan sessiz ve etkileyici bir duygusallığın nasıl elde edilebileceği konusunda değme tecrübeli yönetmene örnek gösterilebilecek anlar içeriyor. Tezgahın çekmecesinde bıçak arama bölümü ile doruğuna çıkan tüm o aile yemeği sahnesini, erkeğin gelecekten gelen adamla yaptığı ve “o kadar uzak gelecekten gelmiyorum” esprisi ile keyiflenen sohbeti ve bizde de bir ara çok moda olan balon adam görüntüsünü de ekleyeim bunlara. Verilen hava ile şekilden şekile giren dev bir adam boyutundaki bu balonun bir süre sonra sınırlı kombinasyonlar içinde gidip gelmesi ve tüm o canlı görünümüne rağmen aslında hep olduğu yerde kalmaya mahkum olması karakterlerimizin hayatının da bir sembolü olarak başarı ile kullanılmış. Keşke daha fazla olsaydı dediğimiz küçük mizah anları ise hem beklenmedik bir anda karşımıza çıktıkları hem de hikâyenin akışını ve havasını bozmayan bir doğallık ile oluşturuldukları için ek bir çekiciliğe sahip olmuşlar.

Yukarıda örneklediğim sembol kullanımı, hafif absürt mizahı ve finalin kahramanlarımızın yanında kendinizi üçüncü bir kardeş olarak hissetmenizi sağlayacak başarısı ile ilgiyi hak eden bir çalışma özet olarak. Evet, belki de sevgi ile ilgili hiçbir şey için asla geç değildir…

(“Familiar Grounds”)

Glengarry Glen Ross – James Foley (1992)

“Bu saati görüyor musun? Bu saati görüyor musun? Bu saat senin arabandan daha pahalı. Geçen yıl 970 Bin Dolarlık satış yaptım. Ya sen? Görüyorsun dostum, işte ben buyum ve sen bir hiçsin. İyi bir adam? Umurumda değil. İyi bir baba? Lanet olsun! Evine git ve çocuklarınla oyna.”

Bir emlak bürosunda çalışan ve ağır satış baskısının altında çileden çıkan çalışanların hikâyesi.

David Mamet’ın Pulitzer ödüllü tiyatro oyunundan sinemaya uyarlanan ve James Foley tarafından yönetilen bir film. Foley’in sinema yönetmenliği kariyerinin en parlak ve “At Close Range – Kapan” ile birlikte kayda değer iki filminden de biri. Muhteşem bir oyuncu kadrosunun tüm üyelerinin oyunculuk sanatının zirvelerinde dolaştığı film emlakçıların dünyasında geçse de aslında genel olarak tüm bir ekonomik ve sosyal sisteme (kapitalizme?) sert bir eleştiri getiren bir çalışma. Müziğinden görüntü çalışmasına pek çok alanda teknik üstünlükleri de olan film zaman zaman sinemadan çok televizyon için filme alınmış bir tiyatro oyunu havası vermiyor değil ama karşımızda o derece güçlü bir kadro var ki kendisini affettirdiği söylenebilir. Filmi seyrettikten sonra bu hikâyeyi bir tiyatro salonunda böyle büyük bir kadro ile ve canlı olarak seyretme arzusunu duyurması bile başlı başına takdir edilecek bir başarı.

Al Pacino, Jack Lemmon, Alec Baldwin, Alan Arkin, Ed Harris, Kevin Spacey ve Jonathan Pryce… Bir filmin kadrosu bu isimlerden oluşursa ve onların tümü de karşılıklı bir oyunculuk gösterisi içinde sizi avuçlarının içine alırlarsa, şikayet edeceğiniz tek bir konu olur herhalde sinemasever olarak: Filmin bitmesi. Her ne kadar ödüllerde veya adaylıklarda Pacino ve Lemmon’ın adı geçmiş olsa da tüm kadro kesinlikle çok başarılı ve Mamet’ın zaten kendisine ait olan sağlam bir malzemeden, tiyatro oyunundan, uyarladığı hikâyedeki muhteşem diyaloglarını birbiri ardına mükemmel bir performans ile dile getiriyorlar. Pek çok başka oyuncunun bu filmde rol almak için neden kulis yaptığını veya rol kapma fırsatı bulmuş oyuncuların neden standart ücretlerinin çok altındaki tutarları kabul ettiğini filmi seyredince anlamak çok kolay. Lemmon’ın “hayatımda birlikte film yaptığım en muhteşem kadro” dediği bu oyuncu grubunun karşısına çıkan fırsat hiçbir oyuncunun kaçırmak istemeyeceği türden çünkü. Sıkı diyaloglar, gerçek karakterler ve akıllıca kurgulanmış bir hikâye bir oyuncunun sık sık karşısına çıkmaz. Oyuncuları tek tek övmeye gerek yok ama rolü nispeten küçük olsa da ve çarpıcı diyaloglar gibi bir silahı olmasa da, canlandırdığı ezik erkek müşteri rolünde Pryce’ın karakterine kazandırdığı gerçekçiliğin ayrıca altını çizmek gerekiyor dikkatlerden kaçmaması için.

Juan Ruiz Anchía’nın oyuncuların dinamik performansını yakalayan ve hikâye ilerledikçe renk ve ışık değerlerini atmosferi doğru yansıtacak şekilde farklılaştıran görüntüleri ve bol Oscar’lı besteci James Newton Howard’ın caz ağırlıklı müziğinin de başarısına katkıda bulunduğu bir film karşımızdaki. Kapanış jenerikleri ile birlikte dinlediğimiz ve Al Jarreau’nun seslendirdiği “Blue Skies” benzeri şarkılar da filme ciddi katkı sağlıyorlar. Peki tüm bu unsurların desteklediği hikâye ne anlatıyor? Paranın ve “başarının” tek değer olduğu bir sistemi tüm çıplaklığı ile bir mikro hikâye üzerinden getiriyor karşımıza film. Şirket yöneticilerinin başarısız gördüğü veya yeterince başarılı görmediği çalışanları aşağıladığı, çalışanların rekabet adı altında birbirine düşürüldüğü ve insani tek bir duygunun veya önceliğin bile sistemin çarklarının “dönmesi gerektiği gibi” dönmesine engel olmasına izin verilmediği bir dünya bu. Bu dünyanın içinde debelenen, onurunu korumayı bile unutup tek hedefleri hayatta kalmaya dönüşmüş karakterlerin trajedisi sadece bu insanlara özgü değil diyor filmimiz. Bu bir sistem sorunu diyor sert hikâyesi ile ve seyircinin de yüzleşmesini bekliyor kendi hayatı ile. Bunu yaparken de, yönetmen Foley oyuncularından ve diyaloglardan aldığı desteği sonuna kadar kullanarak pek çok çarpıcı sahneye imza atıyor. Lemmon’ın karakterinin umutsuz satış çabaları ve yine onun finaldeki yıkılmış hali, Harris ile Arkin arasındaki ilkinin diğerini bir eylemi yapmak için kandırmaya çabaladığı tüm bir bölüm, Pacino’nun muhteşem oyunculuğu ile şov yaptığı ve monologlarını dile getirdiği tüm sahneler, Pryce’ın satın almaktan vazgeçtiğini söylemek için geldiği ofiste Pacino ile arasında geçenler vs. kesinlikle sinema tarihine geçecek güzellikteler.

Bol bol küfürlü cümlelerin kullanıldığı, karakterlerin özdeşleşmeye özellikle imkân vermeyecek şekilde genellikle olumsuz özelliklerle çizildiği film yukarıda sıraladığım tüm başarılarına rağmen sinemasal güç açısından çok yükseklerde gezinmiyor. Bunun en güzel kanıtı da yine yukarıda örneklerini verdiğim sahnelerin mizansen nedeni ile değil, oyunculuk ve diyaloglar nedeni ile bu denli parlak olmaları. Böyle olunca da bu hikâyeyi aynı kadro ile tiyatroda izlemek kim bilir nasıl keyifli olurdu diye düşünmekten kaçınamıyorsunuz. Çok ama çok konuşulan ve epey de hızlı konuşulan filmden en çok keyif alacaklar filmi orijinal dilinden takip edecek kadar İngilizce bilgisi olanlar sanırım. Altyazıları takip ederken hem kimi diyalogları hem de daha önemlisi oyuncuların performanslarındaki kimi anları kaçırmak filmden alınacak keyife zarar verebilir çünkü. Ayrıca Foley’in tiyatro havasını azaltmak için başvurduğu kimi kamera hareketlerinin zaman zaman yapay bir hava oluşmasına neden olduğu da söylenebilir. Bunlar bir yana, kapitalizmin insanların doğasını ve ahlâkî yaklaşımlarını nasıl bozduğunu nerede ise nihilizm örneği olarak nitelenebilecek bir resimle anlatan film sadece oyuncuları için bile seyri kesinlikle hak ediyor. Filmin oyunculuklarını bir büyük orkestra eserine, tüm enstrümanların hem kendi sololarını yapabildiği hem de diğer enstrümanlarla ikili ve üçlü ortak performanslar sergileme imkânı bulduğu bir esere benzetmiş bir eleştirmen ve çok doğru bir tanımlama yapmış.

(“Amerikalılar”)

The Abyss – James Cameron (1989)

“O şeyleri gördüm. Bir tanesine dokundum. Bizim yaptığımız çelik yığınlarına benzemiyordu. Parlıyordu. Hayatımda gördüğüm en güzel şeydi”

Batan bir nükleer denizaltının bulunması için görevlendirilen sivil dalgıçların hikâyesi.

James Cameron’dan “büyük” bir film; büyüklüğü sinemasal özelliklerinden dolayı değil elbette. Yönetmen senaryosunu da kendisinin yazdığı filmde aksiyondan aşka akla gelecek her durağa uğrarken finalde dünya barışı için mesaj vermeyi de ihmal etmiyor. 1989’da çekilen film o dönemin tüm teknik koşullarını sonuna kadar başarı ile kullanan, aksiyon isteyene aksiyon, duygusallık isteyene de duygusallığı arsız bir şekilde sonuna kadar sunan bir çalışma. Çok uzun süresi özellikle heyecan dozuna süreklik açısından zarar verse de meraklıları için keyifli bir film ama derdiniz yüzeysel keyif değilse uzak durmanızda yarar var.

Cameron’ın senaryosuna ilham kaynağı olan ve 17 yaşındayken yazdığı hikâye muhtemelen çok fazla üslup ve içerik değiştirmiştir bu filme dönüşürken ama şu tartışmasız bir gerçek ki film bir ergenlik çağının tüm naif özelliklerini taşıyor. Cameron ustası olduğu büyük filmlerden bir örnek daha katmış bu eserle filmografisine ve o büyüklük duygusu filmin hemen her unsuruna yansımış açıkçası. Bir ergenin güzel bir fikre sahip olduğuna inandığını ve o fikrini gerçeğe dönüştürmek için gerekli olanakların da kendisine sağlandığını düşünün. Sonra buna bir de gencimizin zanaatkâr (ama kesinlikle sanatkâr değil) ustalığını ekleyin. Karşımızdaki tam da bu işte. Aksiyon heyecanı mı istiyorsunuz? Güçlü bir aşk kalbinizi yaksın mı istiyorsunuz? Fantastik öğeler renk katsın mı istiyorsunuz? Dünyadaki bunca savaş sizi üzüyor mu? Hepsinin karşılığı var burada. 139 dakika uzunluğundaki filmin bu kadar uzun olmasının temel nedeni olarak hevesli ve yetenekli gencimizin aklına gelen hiçbir düşünceye kıyamayıp hepsini hikâyesine katmış olmasını göstermek mümkün. Bir hikâyede aksiyonun ve duygusallığın zirve noktası bir, hadi bilemedin birkaç tane olmalı; bu filmde defalarca o zirveye çıkarılıyorsunuz ve filme kendisini kaptıran bir seyirci karakterler ve onların hissettikleri ile özdeşleşmekten finali sağ çıkaramama riskini de göze almalı!

Cameron çok şey gösterdiği gibi gösterdiği her şeyi de nerede ise filmi gerçek zamanlı kılacak şekilde uzun uzun gösteriyor. Denizin altındaki küçük araçları ile birbiri ile çarpışan iki karakterin bu savaşı bir türlü bitmek bilmiyor veya eşlik ettikleri “Willing” adlı country şarkısını da nerede ise sonuna kadar dinliyoruz örneğin. Karakterlerimiz defalarca ölecek gibi oluyorlar, kurtuluyorlar, başları derde giriyor, rahatlıyorlar, korkuyorlar, trajik olaylara tanık oluyorlar vs. Bütün bunları yaşarken elbette tüm Hollywood filmlerinde olduğu gibi espri becerilerini kullanmaktan da geri kalmıyorlar. Sonuçta karşımızdaki Cameron; bir duyguyu yakalamışsa tüm o gerçekten çarpıcı olan teknik becerisi ve zanaatkârlığı ile sonuna kadar gitmekten ve üstünüze üstünüze gelmekten kaçınmayacaktır kuşkusuz. Bir de filmin finali ve o finaldeki naif mesaj var ki güzellik yarışmalarındaki adayların verdiği klişe barış mesajlarından bir farkı yok derinlik açısından. Sadece bu barış mesajını verebilmek için mi hikâyeye eklenmiş denizin altındaki uygarlığın sahipleri, yoksa bu uygarlığı filme yedirebilmek için mi bu yüzeysel barış mesajlarına sarılmış Cameron bilmiyorum ama sonuç çok naif olmuş maalesef.

Yukarıda belirttiklerim kimileri için filmin başarısızlığının, kimileri içinse tam tersine çekiciliğinin göstergeleri aslında. Sonuçta derdi heyacanlanmak, duygulanmak olanları memnun edecek –hem de defalarca memun edecek- malzeme var bu filmde. Üstelik bu malzemeyi Cameron tam bir ustalık ile kullanmış. Kadının donma sahnesinden ve sonra olanlardan etkilenmemek mümkün değil örneğin. Büyük bir kısmı denizin altında bir kapalı mekanda veya suyun içinde geçen filmin doğal klostrofobik havasını çoğunlukla filmin lehine olacak şekilde kullanmayı da becermiş yönetmen. Başta suyun altındaki uygarlıkla ilgili olanlar ve tüm final olmak üzere görsel efektler ve tüm set tasarımları oldukça etkileyici. Ed Harris ve Tod Graff başta olmak üzere tüm kadro da işlerini görüyorlar. Sekiz yıl sonra çekeceği “Titanic” filmini çağrıştıran yanlarını da başarı ile yerleştirmiş hikâyesine Cameron. Burada da bir son konuşma var, fedakârlık var, hikâye “büyük”, bol bol trajedi var, kötülerin karşısında naif iyiler var vs. Her iki filmin hikâyesi de suda geçiyor bir de!

(“Derinlik Sarhoşluğu” – “Işığın Bittiği Yer”)

38 Témoins – Lucas Belvaux (2012)

“Artık yaşamıyorum. İki dalga arasında sürüklenen bir beden gibiyim: canlı ve ölü. Bir hortlak gibi. Aynaya bakınca kendini tanımazsın; bildiğin her şey silinmiştir; zamanın daha hızlı akmasını istersin ama zaman durmuştur; sanki sen ölmüşsün ve kimse bunun farkında değilmiş gibi”

Mahallelerinde uğradığı bir saldırıda defalarca bıçaklanarak öldürülen bir kadının çığlıklarını “duymayan” 38 tanığın hikâyesi.

Belçikalı oyuncu ve yönetmen Lucas Belvaux’nun 2012 tarihli ve şimdilik son filminin senaryosu, 1964 yılında New York’ta yaşanan bir olaydan esinlenen Fransız Didier Decoin’in romanından yönetmenin kendisi tarafından yazılmış. Herkesin çığlıkları duyduğu ama ne olup bittiğini öğrenmek veya olanı durdurmak için polisi aramak gibi bir çaba göstermediği cinayetin tanıklarından birinin duyduğu vicdan azabı üzerinden ilerleyen hikâye suçluluk duygusu, bireysel güvenlik alanını koruma kaygısından kaynaklanan uzak durma, adalet ve vicdan gibi kavramlarla ve bilinçli olarak soğuk bir anlatımla aktarılıyor seyirciye. Belvaux’nun beceri ile yarattığı atmosferin seyredeni kesinlikle etkileyeceği ama soğukluğun da bir kısım seyirci için uzaklaştırıcı bir özellik taşıyacağı bir film karşımızdaki.

Topluluk psikolojisini araştıranlar bir suça tanık olan bireyin tanıklığında ne kadar yalnızsa suça engel olmaya çalışma ihtimalinin o kadar yükseldiğini, buna karşılık ortada fazla tanık olduğunda insanların olaya karışmama eğilimi gösterdiğini söylüyorlar. Hikâyemiz de tam olarak böyle bir durumun örneğini veriyor. Dakikalar süren bir cinayet eylemine bırakın engel olmayı, polisi dahi aramayan 38 tanık söz konusu burada. Kendilerini dahi ikna edecek şekilde hiçbir şey duymadıklarını, görmediklerini söyleyen bu tanıklar olayı unutmayı başarmış görünüyorlar ta ki içlerinden biri kendisi ile hesaplaşmasına yenik düşene kadar. Senaryomuz hikâyeye olayı araştıran polislerin yanısıra tanıklardan birinin nişanlısını ve bir gazeteciyi de katarak olan bitenin dışında olanların gözlerinden de bakmamızı sağlıyor bu garip duruma. Dolayısı ile polislerden birinin kendisini yapmak zorunda hissettiği şey, gazetecinin gerçeği öğrendikten sonra bu açıklaması zor durumu yazıp yazmama konusundaki tereddüdü ve nişanlının gerçeği öğrenmesi ile kaçan huzurunu ve bozulmaya yüz tutan beraberliklerini kurtarma çabası hem hikâyeye derinlik katıyor hem de tuhaflığın asıl kahramanı olan 38 tanığa seyircinin fazla duygusal reaksiyonlar vermesinin de önüne geçmiş oluyor. Ne var ki bu duyusallık eksikliği zaman zaman filmin gereğinden fazla soğuk görünmesine de yol açmıyor değil. Popüler sinemanın vicdan azabı ve/veya suçluluk duygusu gibi kolayca sömürebileceği bir temaya başarılı görüntü çalışmasının da dozunu artırdığı bir soğukluk ile yaklaşılmasının seyircinin hikâyenin içine girmesini zorlaştırdığını söylemek gerekiyor. Yine de bu bilinçli tercihin filme kazandırdıkları daha ağır basıyor kanımca. Sonuçta karşımızda tümü sıradan ve normal olarak nitelenebilecek otuz sekiz insan var ve neden hiçbirinin herhangi bir şey yapmadığını açıklamak imkânsız; böyle bir durumu sinema perdesinde karşımıza getirirken duygudan duyguya savrulan bir biçim ve içerik bu tuhaflığı bastırabilir ve asıl noktanın gözen kaçmasına neden olurdu diye düşünmek mümkün.

Çağdaş toplumların parçası olan insanların aşırı bireyselleşmiş olmalarının sonuçlarından biri belki de karşı karşıya kaldığımız hikâye. Kendileri karışmadıkları gibi karışanları da gammazlık ile suçlayabilen insanların bireysel güvenlik alanlarını başkalarının acılarına gözlerini ve kulaklarını tamamen kapamalarına yol açacak bir hassasiyetle korumaya çalışmalarına tanıklık etmemizi sağlıyor hikâye ve yukarıda bahsettiğim soğukluğun bu tanıklığımıza engel olmasına da izin vermemek gerekiyor. Aksi takdirde o otuz sekiz kişinin yaptığından farklı bir şey yapmamış olacağız çünkü. Yine de Belvaux’un yalın ve sakin anlatımı elden bırakmadan elde etmeyi başardığı duygusal etkileyiciliği filmin tümüne yaymasını beklemek de seyircinin hakkı olsa gerek. Uyuyan sevgiliye itiraf ve tümü ile başarılı olan finaldeki cinayet anını yeniden canlandırma sahneleri örneğin, seyirciyi yüreğinden ve filmin asıl hedef noktası gibi görünen beyninden vuracak güzellikte kotarılmışlar.

Filmin yeterince başarılamamış görünen bir yanı da gazeteci karakterinin hikâyedeki yeri, daha doğrusu karakterlerle ilişkisinin gelişimi. Hem bu gelişim bir parça zayıf kalmış hem de onun gerçeği yazmasının herhangi bir yarar sağlayıp sağlamayacağı ve hatta bir zarar verip vermeyeceği konusundaki tereddüdü daha iyi işlenebilirmiş açıkçası. Nişanlının limanda arabası ile hızlıca sürerek yaptığı ve anlaşılan kahramanımızın kafa karışıklığının sembolü olarak düşünülen kısa yolculuğun da fazla basit ve filmin duygudan uzak durmaya çalışan tavrı ile çelişkili olduğunu söylemek gerek.

Filmin önemli başarılarından biri ise Pierric Gantelmi d’Ille’in kamerasından bize yansıyan görüntüleri. Burada görüntülerin “güzelliği” değil söz konusu olan; kameranın hikâyenin geçtiği sokağı hemen hep tanıkların gözü ile karşımıza getirecek şekilde yerleştirilmesi görüntüleri değerli kılan. Çoğunlukla ıssızlığı ve sessizliği çağrıştıran veya sergileyen görüntüler (bu “sessizlik” filmin başarılı ses tasarımını takdir etmeye engel olmamalı) kalabalık içinde yaşayan ama yalnızlığını veya bireysel alanını sonuna kadar sahiplenen büyük şehir insanlarını çarpıcı bir biçimde hissetmemize olanak veriyor kesinlikle. Vicdan azabı içindeki tanığımızı canlandıran Yvan Attal, gazeteciyi oynayan Nicole Garcia ve tanığın nişanlısı rolündeki Sophie Quinton pek öne çıkmıyorlar oyunculukları ile. Garcia karakterinin bir parça şematik olmasının acısını çekerken Attal kendisini en korkunç sorgulamaların içinde bulan karakterini filmin “soğuk” atmosferi içinde fazla öne çıkaramıyor. Quinton ise senaryonun duygusallığına en fazla yüklendiği karakteri oynasa da seyirciye her anında yeterince geçiremiyor bu duyguyu sanki.

Karanlık olmayı seçmiş film bu karanlığı, hesaplaşmalar ile ilgili diyalogları ve özellikle büyük şehirlerdeki, iç içe yaşasalar da birbirlerini hemen hiç tanımayan insanlara tuttuğu ayna ile görülmeyi hak eden bir çalışma. Dozunda tutulmuş stilize anlatımı ile de zenginleşen film seyircisini vicdanı ve içindeki iyi insan olma dürtüsü ile yüzleşmeye çağırıyor; bu yüzleşmeyi dürüstçe yapmayanların vicdanları tıpkı filmdeki gibi karşı evin penceresinden kendilerine sessiz ve kararlı bir şekilde bakarak hesap soracak çünkü.

(“38 Witnesses” – “One Night” – “38 Şahit”)