Hükmen Yenik – Dağhan Irak

“Türkiye ve İngiltere’de Futbolun Sosyo Politiği” alt başlığını taşıyan kitap İngiltere ve Türkiye’de futbolun doğuşu ve yaygınlaşmasının karşılaştırması üzerinden, bu en popüler sporun günümüzde tüm dünya üzerinde aldığı “endüstriyel” biçim karşısında gerçek futbolseverin hükmen yenik başladığı bir maçı anlatıyor temel olarak. Kitabın sonunda “… oyun oynamak, insanın doğasında var ve futbolu güzel yapan bu. İnsan, insana ait olana özlem duyduğunda, o zaman yeni bir futbol inşa etmekten bahsedebiliyor olacağız” diyen yazarın, kısa ama doyurucu sonuç bölümündeki “iyimserliğinden” etkilenmemek mümkün değil ama bu iyimser beklentinin veya umudun gerçeğe dönüşebilmesi de -yaşadığımız dünyanın siyasi ve ekonomik koşulları düşünüldüğünde- bir o kadar zor görünyor açıkçası. Zaten Irak’ın yine sonuç bölümünde belirttiği gibi “sermayenin futbolu duvara çarpmaya başladığında” ancak gerçeğe dönebilecek bir umut bu. Kısacası futbolu kurtaracak olan şey dünyayı da kurtarabilecek olan şey: Sistemin dönüşmesi veya daha net bir ifade ile devrim.

Hacmi itibari ile alçak gönüllü ama içeriği ile gerçekten doyurucu olan kitabın bazı bölümlerinin, örneğin İngiltere’de futbol dünyasını etkileyen siyasi olaylar bölümünün bu hacim için bir parça uzun olduğu söylenebilir ama futbolu hayatın geri kalan diğer tüm parametrelerinden, örneğin içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız ekonomik sistemden, siyasetten vs. bağımsız düşünenler için çok iyi tasarlanmış ve aydınlatıcı bir yanı var bu sayfaların. Kimilerini belki kısmen bildiğimiz, kimilerinden belki hiç haberdar olmadığımız ve çoğunun futbol ile ilgisi olduğunu bile düşünmediğimiz pek çok olayın aslında nasıl tam da doğrudan futbolu içine aldığını görmek için çok iyi bir fırsat veriyor okuyana bu bölümler. Belki her zaman çok derinlere inmiyor analizler ama meraklısı için daha ötesini düşünmeye ve araştırmaya sevk edecek bir teşvik ediciliği olduğu açık yazılanların.

Kitabın Trabzonspor’a çok az yer ayırması veya Türkiye’deki kulüplerin oluşumunda İngiltere’dekinin aksine sınıf kavramının yer almamasını anlatırken en azından Adana Demirspor veya Kardemir Karabükspor gibi en azından kuruluş amacı açısından bugün yok olmuş olan bir sınıfın varlığından söz etmemesi bir eksiklik gibi görülebilir. Bunlar bir yana, kitap endüstriyel futboldan ve seyirci kimliğinin tüketiciye dönüştürülmesinden şikayetçi olan ve karşı takıma duyduğu nefret için değil, takımına duyduğu sevgi için futbola bağlı olan herkesin okuması gereken bir eser kesinlikle. Özellikle 3 Temmuz 2011’deki “Şike Operasyonu” ile başlayan sürecin arkasındakileri kişisel olarak bugüne kadar okuduğum en kapsamlı, dürüst ve objektif bir içerik ile ele alan bölüm başta olmak üzere kitabı bir futbolsever için çekici kılacak pek çok yanı var. Belki bende olduğu gibi -tribünleri terk etmemin arkasındaki pratik nedenlerin teorik karşılıklarını da üretmesinden dolayı- bir hüzün de yaratabilir okuyanda ama Gezi’deki “İstanbul United” idealinden ne olusa olsun vaz geçmemek gerektiğini düşündürmesi ile -Gezi’den önce yazıldığı için İstanbul United yer almıyor kitapta- takdiri hak ediyor. Çünkü bu idealden vazgeçmek devrim idealinden de vazgeçmek sonucunu doğurur ki… Yazarın futbolun egemenlerin elinden kurtarılıp yeniden bir “oyuna” dönüşmesi yolunda taraftar oluşumlarının ne kadar önemli olduğu ama bu oluşumların bizde hemen tamamen egemenlerle içli dışlı olduğu yolundaki tespiti bile umudu yitirmeye neden olmamalı.

Sunday Bloody Sunday – John Schlesinger (1971)

“Ve ben onun yakınlığını istiyorum. Ve bana diyorlar ki “arzularını karşılamakta yetersiz kalır o, ondan kurtulmalısın”. Ve ben diyorum ki “bunları biliyorum ama onu özlüyorum, hepsi bu”. Ve diyorlar ki “o seni hiç mutlu etmedi”. Ve ben diyorum ki “ama mutluyum ben, onu özlemek dışında”. Bütün hayatım boyunca cesur ve becerikli birini aradım. Onun böyle olmadığını biliyorum. Ama bir şeydik biz; bir şeydik”

Boşanmış bir kadın, eşcinsel bir doktor ve ikisi arasında gidip gelen biseksüel genç bir sanatçının hikâyesi.

1970’lerin İngiltere’sinden cesur bir film. Kendisi de eşcinsel olan ünlü İngiliz yönetmen John Schlesinger’ın aktör John Steiner ile olan ilişkisinden esinlenerek, senaryosu Penelope Gilliatt tarafından yazılan film, bugün bir parça eskimiş görünse de ve Peter Finch ve Glenda Jackson gibi iki dev oyuncuya içini doldurabilecekleri yeterince malzeme vermemiş olsa da kesinlikle görülmesi gerekli bir klasik. Evet bir kült olma fırsatını çeşitli nedenlerle kaçırmış bir çalışma bu ama eskimiş görüntüsüne karşın yine de –özellikle dönemi için- yenilikçi bir dilinin olması ve klasik sinemanın kalıplarından bağımsız hareket edebilmesi ile de önem kazanan ve İngiliz sinemasının –aslında tüm ülkenin- o kadar da Amerikan etkisi altında olmadığı yıllardaki yaratıcılığının örneği olan bir eser bu.

Çok küçük bir rolde –parktaki arabaları çizen çocuk- günümüzün büyük yıldızı Daniel Day Lewis’in ilk sinema rolünde karşımıza çıktığı film bugün sıradan görünen ama o günler için cüretkâr kabul edilen içeriği ile oyuncu bulma sıkıntısı yaşamış. Doktoru canlandıran Peter Finch ve genç aşığını oynayan Murray Head öpüşme sahnesinden rahatsız olmayan olmayan nadir oyuncular olmuş ve kadını oynayan Glenda Jackson’ın annesi rolü için de Peggy Ashcroft zorlukla ikna edilebilmiş örneğin. Kısa bir öpüşme sahnesi dışında film aslında hiçbir “rahatsız edici!” yan içermiyor ama kariyerlerine zarar vereceği gerekçesi ile pek çok erkek oyuncu reddetmiş kendilerine önerilen rolleri. Ve böyle yaparak da aslında ciddi bir fırsatı kaçırmışlar. Evet sinema tarihinin kesinlikle ilk akla gelen örneklerinden biri olmadı bu film ama farklı bir yerde durduğu ve duracağı açık. Açılış jeneriği olmadan başlayan film bir kadın ve bir erkeğin ortak tutkuları olan bir genç adam ile olan ilişkilerini anlatırken bazı alanlarda çok başarılı oluyor ama bir alanda da yetersiz kalıyor. Schlesinger’in bir önceki çalışması olan “Midnight Cowboy – Geceyarısı Kovboyu” filminin aksine burada eşcinsel karakterin kendisine acımaya kadar giden bir “zavallılık” durumu yok örneğin ve bu durum filmin gereksiz bir melankoli veya trajedi havasından akıllıca kaçınmasını sağlıyor. Penelope Gilliatt’ın ilk ve tek sinema senaryosu, Schlesinger’in doğru mizansen tercihleri ile tüm karakterlerin genç ve özgür bir havada karşımıza gelmesini sağlamış görünüyor. Her üç karakter de durumlarının ve tercihlerinin farkında ve arada doktorun ve kadının şikayetlerine ve hatta kadının alçak tonda seyreden ağlamalarına rağmen bu tercihlerinin her zaman arkasında duruyorlar. Hikâyeyi -özellikle finali açısından değerlendirip- yitirilen aşk(lar)ın neden olduğu mutsuzluk olarak okumak da mümkün belki ama film bu aşk(lar)ın aslında hiçbir zaman gerçek anlamda vücut bulamadığını/bulamayacağını söylüyor bize. Özetle aşkın yitirilmesi değil, aşkın ortada olmaması söz konusu. Burada senaryonun her ikisi de genç adamın peşinde olan kadının ve erkeğin karakterlerini yeterince derinlemesine çizmediğini söylemek gerek. Öyle ki Peter Finch ve Glenda Jackson bu nerede ise yüzeysel kalan karakterlerinin içini doldurmak için çabalamak zorunda kalmışlar. Neyse ki iki sanatçı da o denli usta oyuncular ki göründükleri her anın seyirci için çekici olmasını sağlıyor ve bu derinlik eksikliğinin olumsuz etkisini çoğunlukla yok etmeyi başarıyorlar.

Filmin adı konmayan bir mizahı da var ve Finch-Jackson ikilisi bu hafif mizahı çok doğru seçilmiş küçük oyunculuklarla hayli etkili kılıyorlar. Bu hafif mizah şu açıdan da önemli: Özellikle araba radyosundan sıkça duyduğumuz haberlerin hep dile getirdiği gibi ülke tam bir ekonomik kriz içinde, doktorumuzun sokakta umutsuzca aşkı arayıp aslında sadece cinselliği bulduğu günlerde tanıdığı bir genç adamla olan sahnesinin gösterdiği gibi bu aşkın ciddi riskleri var ve kadının annesi ile konuştuğu sahnede olduğu gibi gerçekte “mutlu bir aşk da yok”. İşte böyle bir ortamda bu iki karakterin aşk arayışını filmimiz hafif bir mizah ile dramın kollarından çekip alıyor sık sık ve kahramanlarına karşı zaman zaman gösterdiği alaycı yaklaşım ile eğlendiriyor da seyircisini.

Filmin Ron Geesin imzalı müzikleri genç ve taze -en azından o dönem için- havasını başarı ile desteklerken sık sık duyduğumuz klasik müzik eserleri bu müzik ile doğru bir çelişki yaratıyor. Mozart’ın iki subayın nişanlılarının sadakatini test etmek için giriştikleri oyunu anlatan “Così Fan Tutte” operası ve bu operadan seçilen ve nişanlı kadınların savaşa gittiğini düşündükleri erkeklere veda ederken söylediği “Soave Sia İl Vento” isimli arya hikâye için çok uygun aslında. Filmimizde kadın ve adam genç erkeğin kendilerini diğeri ile aldattığının, ABD’ye gideceğini ve muhtemelen dönmeyeceğini ve onunla geçirdikleri her anın aslında vedanın bir parçası olduğunun farkındalar. Bu veda filmin sıklıkla ima ettiği hüzün ile de bağlantılı; elli yaşından sonra işsiz kalan ve genç görünmek için yüzünü gerdiren adam, doktor ve kadının çok daha etkileyici olma fırsatı kaçırılmış bir sahnede karşılaşmaları ve kısa sohbetleri ve kadının ağladığı sahneler bu hüznü elle tutulur kılıyor. Yönetmen ve senaristin yukarıdaki başarılar ile filmi saf bir klasiğe dönüştürememiş olması ise üzücü. Bugün hayli eskimiş görünen zum hareketleri bir yana, kadın ve adamın geçmişi hatırladığı sahnelerin olmamışlığı gibi kusurları var filmin. Kısmen senaryonun adeta özellikle tercih etmişcesine derinlere inmeyi ret etmesi ve kısmen de Schlesinger’in elindeki malzeme ile ne yapacağına zaman zaman karar verememiş görünmesi filmin daha güçlü bir konumda yer almasına engel olmuş. Sonlarda sinagogtaki “Bar Mitzvah” töreninin bu kadar uzun tutulmuş olması ise hikâyeye herhangi bir katkısı sağlamadığı gibi filmin havasını da bozuyor.

Christopher Isherwood’un filme de çekilen “A Single Man – Tek Başına Bir Adam” romanını hatırlatan bir yanı da var bu filmin. Orada adam ve kadın iki iyi dosttur ama farklı cinsellikleri bu dostluğun aşka dönüşmesine asla müsaade etmeyecektir. Burada böyle bir dostluk söz konusu değil ama filmi seyrettikten sonra iki karakterin aslında -cinsellik hariç- tam da birbirlerine göre olduğunu düşünebilirsiniz. Bu durum da filmin hüznüne anlamlı bir kakıda bulunuyor kuşkusuz. Ses ve görüntüler ile karşımıza gelen ekonomik kriz, gece ortalıkta doşan tuhaf tipler veya eczanedeki tüm o bağımlılar ise, tıpkı doktorun ve kadının hayatlarının belki de son aşklarının peşinde koşması gibi ülkenin de son anlarını yaşadığını söylüyor muhtemelen.

Genç adamı oynayan Murray Head’in keyifli ve genç oyunu ile de renklenen ve finalde Finch’in seyirciye hitap ederek yazının başındaki sözleri söylediği film görülmesi gerekli ve kusurları affedilebilir bir çalışma özet olarak.

(“Allah’ın Belası Bir Pazar”)

The Little Girl Who Lives Down the Lane – Nicolas Gessner (1976)

“Ne zamandan beri çocukların istediklerini yapmasına izin veriliyor?”

Tek başına yaşayan on üç yaşındaki bir kızın kurduğu hayatı ve kendisini herkesten korumaya çalışmasının hikâyesi.

Günümüzün usta oyuncusu Jodie Foster’ın sinemadaki ilk önemli rolünü oynadığı film çoğunlukla Fransa’da çalışmış Macar asıllı Nicolas Gessner tarafından yönetilmiş. Laird Koenig’in aynı adlı kendi romanından senaryolaştırdığı film ilginç konusu, “tuhaf” atmosferi (ki yönetmen Gessner’in pek çok filminin ortak özelliğidir bu) ve elbette Foster’a rağmen bir türlü yeterince çekici olamıyor seyirci için. Önce sinema yerine televizyon için çekilmesi planlanan film hemen tamamı evin içinde geçmesi ve mizanseni ile adeta bir tiyatro oyunundan uyarlanmış gibi duran ve daha çok –tıpkı başta planlandığı gibi- televizyon dünyasına yakışan bir çalışma.

Chopin’in 1 numaralı piyano konçertosunu sık sık duyacağınız, orijinal müziğinin ise zaman zaman “Love Story” notalarında gezindiği film zeki ve cesur on üç yaşında bir genç kızın tek başına sürdürdüğü hayatının düzenini koruyabilmek için başvurduğu yalanlar üzerinden ilerliyor. Kızın yakınlık hissettiği genç erkek dışında herkese karşı kullandığı bu yalanlar maalesef karşımıza pek de inandırıcı bir hikâyenin çıkmamasına neden oluyor. Sürekli babasını soran ve görmek isteyen onca insana ve babasının bıraktığı çekleri nakit ihtiyacı için bozdurmak zorunda olduğu bankada yaşadıklarına rağmen yalanını sürdürebiliyor olması elbette hiç gerçekçi değil. Babanın “giderken” kızına verdiği öğütler ve kendisini koruması için önerdikleri de yine aynı şekilde hikâyenin epey zorlanmış yanları olarak dikkat çekiyor. Dolayısı ile filmi bu konuda değerlendirmek pek doğru değil açıkçası. Ne var ki geriye kalan öğeler de bir ikisi dışında yine çok çekici bir seviyede değiller.

Jodie Foster’ın kariyerinde pek içine sinen filmlerden biri olmadığını söylediği çalışmanın odak noktası olarak cinayetleri veya gerilimini değil de bir çocuğun hayatını tümüyle kendi iradesi doğrultusunda sürdürme hakkı tartışmasını almak daha doğru belki de. Hikâye boyunca Foster’ın karşımıza başarı ile getirdiği karakterin zekâsı, entelektüelliği, cesareti ve kararlılığı açısından değerlendirirsek, bu tartışmada tarafımız kesinlikle çocukların bu hakka sahip olduğu yönünde olmalı. Kahramanımızın sürdürdüğü hayat değme yetişkininkinden geri kalmayan bir düzeyde çünkü ve hikâyedeki -erkek arkadaşı dahil- tüm yetişkin karakterlerininkinden daha kaliteli ve anlamlı. Hikâyenin genç kızı bu denli “olgun” göstermesi, öte yandan bu tartışmayı da anlamsız kılıyor ne var ki. Kızın içki kullanması, erkek arkadaşı ile yatağa girmesi vs. ortada pek de tartışacak bir şey olmadığını ve zaten bir yetişkinin söz konusu olduğunu söylüyor bize sürekli olarak. Üstelik senaryo Martin Sheen’in zaman zaman hem iyi hem kötü anlamda rahatsız edici biçimde oynadığı “pedofil” karakteri üzerinden bir dış dünya kötülüğünü sergilemeye çalışırken, on üç yaşındaki kızı yatağa sokarak kendisi ile de hayli çelişiyor açıkçası.

Foster ile Scott Jacoby’nin içeriği pek doldurulmamış rolüne hayat katmayı başarabilen oyunu ile canlandırdğı karakteri arasındaki aşk zaman zaman klişe sözlerle süslense de, film bu ilişkiden sık sık ihtiyaç duyduğu enerjiyi alabiliyor neyse ki. Gerilim yaratması hedeflenen sahneler bu hedeflerini çok sık tutturamazken, ikili arasındaki ilişkiye -dostluk, sırdaşlık ve aşk içeren bir ilişki bu- odaklanan sahneler sıcaklıkları ve enerjileri ile dikkat çekiyorlar. Gessner’in filme yönetmen olarak tek katkısı ise kapanışta üç dakika süre ile ve kesintisiz bir şekilde Foster’ın yakın plan yüz çekimini perdeye getirme tercihi olmuş. Filme sıkı bir kapanış sağlayan bu çekim dışında Gessner daha çok sıradan bir televizyon filminin yönetmeni gibi kullanmış tercihlerini.

(“Yolun Sonundaki Küçük Kız”)

Rundskop – Michaël R. Roskam (2011)

“Bazen bir insanın hayatında herkesi sessizleştiren bir şeyler olur. Öyle bir sessizlik ki kimse hakkında konuşmaya cesaret edemez. Hiç kimseyle, hatta kendisi ile bile. Ne içinden ne de yüksek sesle. Tek bir lanet kelime bile. Çünkü herkes bir şekilde tıkanıp kalmıştır”

Şaibeli bir et tüccarı ile anlaşması için bir veterinerin ikna etmeye çalıştığı bir büyükbaş hayvan yetiştiricisinin geçmişindeki trajedisi üzerinden anlatılan hikâyesi.

1995 yılında Belçika’da öldürülen bir hayvancılık müfettişinin hikâyesinden esinlenen filmi Belçikalı sinemacı Michaël R. Roskam yazmış ve yönetmiş. Hayvanlardan elde edilen kârı %100’e kadar arttırma potansiyeli olan ve Avrupa Birliği’nin kullanımını yasakladığı hormon üzerinden büyük kârlar elde eden mafyanın hikâyesini anlatan film, kahramanının çocuklukta yaşadığı trajedi nedeni ile kullanmaya mahkum olduğu testesteron içerikli ilaçlara olan bağımlılığını da içine alan ve 2012 yılında Belçika’nın Yabancı Film dalında Oscar’a aday gösterdiği bir yapım. Baş oyuncusu Matthias Schoenaerts’in çarpıcı oyunu ile de renklenen film, bir suç filmi olarak belki çok üst düzeylerde seyretmiyor ama kahramanının trajedisi ile seyircisini etkilemeyi kesinlikle başarıyor. Roskam’ın bu ilk uzun metrajlı hikâyesi içerdiği aksiyon havası ve ana akım sinema dili nedeni ile Amerikalı yapımcıların da ilgisini çekmiş olmalı ki yönetmen bugünlerde ikinci filmini Hollywood için çekiyor.

Martin Scorsese’nin “Raging Bull – Kızgın Boğa” adlı filmindeki gibi karşımızda fiziği ve öfkesi ile gerçek bir boğaya benzeyen bir adam var. Schoenaerts’in fiziksel değişimi de içeren bir şekilde ama ondan daha önemlisi karakterinin ruh halini bir eldiven gibi üzerine geçirmiş göründüğü adam, öfke ve enerji ile dolu ve her an patlamaya hazır ama bu birikimini kelimenin her iki anlamı ile boşaltamadığı bir karakter. Yaşadığı trajik olay nedeni ile vücudu artık testesteron üretemeyen ve bu nedenle “erkek” kalabilmek için bu hormonu içeren –ve onlarca çeşidine bağımlı göründüğü- ilaçları yıllardır kullanan ve biriken enerjisini, özellikle de cinsel olanını, boşaltamayan adam hikâyenin asıl odağı aslında. Bu odak noktası ile senaryonun hormon mafyası ve onun etrafında gelişen diğer odak noktası arasında yeterince sıkı bir bağ kurulamamış olması hikâyenin zayıflıklarından biri olarak göze çarpıyor. Kahramanının hikâyesi yeterince güçlü ve sert bir trajediye sahip aslında ve belki tam da bu nedenle -hem olumlu hem olumsuz anlamda- bu bağın sağlam olmamasını çok da umursamayabilirsiniz seyrederken. Ayrıca hikâyenin filmin mizanseni ve klasik dili göz önüne alındığında bir parça yavaş aktığını da söylemek gerek. Yönetmen Roskam’ın aniden tüm sesi keserek görüntüye odaklanmamızı istemesi ve başvurduğu yavaşlatılmış görüntüler filme zaman zaman bir stilize hava veriyor ama klasik dilden çok uzaklaştığı söylenemez filmin. Burada ani sessizliklerin hayli etkileyici ve örneğin açılış sahnesinin bu anlamda ciddi bir başarı olduğunu söylemek gerek. Ne var ki yavaşlatılmış görüntü kullanımı etkileyicilikte bu başarıyı yakalayamıyor ve bir parça klişe görünüyor üstelik.

Rolü için 27 kilo aldığı söylenen oyuncu Matthias Schoenaerts’in oyunculuk başarısı ile daha da çarpıcı olan baş karakterimiz aslında filmi tek başına bile seyre değer kılıyor. Hikâye ilerledikçe trajik sırrı ortaya çıkan, içindeki güvensizlik ve korkuyu seyirciye de geçirecek derecede etkili çizilen ve oynanan bu karakter gerçekten de senarist-yönetmen Roskam’ın takdir edilmesini gerektiren bir başarısı. Doğrudan gösterilmese de sertliği ile irkilten trajik olay o derece etkileyici bir şekilde yansıtılmış ki perdeye yüreğinizin hoplamaması imkânsız. Final sahnesi de benzer şekilde “azgın boğanın” sakinleştirilmesini değme gerilim/aksiyon filmine taş çıkartacak derecede çarpıcı anlatıyor kesinlikle. Hikâyede kahramanımızın durumundan kaynaklanan bir “erkeklik durumu” incelemesi filmin cinsellik odaklı olmasını haklı ve doğru şekilde sağlarken, kahramanımızın sert maço görünümü ile zıtlık yaratması amaçlanmış görünen iki erkek arasındaki cinsel bağ bu amaca yeterince hizmet etmemiş görünüyor açıkçası ve hatta filmin temel kusuru olan asıl hikâyenin odağının dağılmasına da katkı sağlıyor. Belçika’yı oluşturan Flaman ve Valonlar arasındaki çekişmeyi hikâyedeki karakterler arasındaki çekişmeye akıllıca taşımış görünen film, zaman zaman kara film havası yaratan başarılı görüntüleri, kahramanımızın çocukluk arkadaşını canlandıran ve onunla birlikte senaryonun ete kemiğe büründürebildiği iki karakterden birini oynayan Jeroen Perceval’in başarılı performansı ve hikâyenin havasını çok iyi yansıtan yas havalı müziği ile de görülmesi gerekli bir çalışma özet olarak.

(“Bullhead” – “Boğa” – “Taş Kafa”)