The Drop – Michaël R. Roskam (2014)

The Drop“Yüzünden vurdum onu, iki kez. Sonra kafasını bir havluya sardım ve göğsünden, tam kalbinden bıçakladım ki kanı tamamen aksın, sonra küvetime koydum ve kanının tamamen boşalmasını seyrettim. Sonra onu çamaşır deterjanı ve soda ile birlikte bir benzin tankının içine koydum ve tankı mühürledim”

Kuzeninin mafyanın para teslimi ve alışverişi için kullandığı barında çalışan bir adamın barın soyulmasından sonra yaşadıklarının hikâyesi.

2011 yılında çektiği ve ilk uzun metrajlı filmi olan “Rundskop – Taş Kafa” ile yaptığı başarılı çıkışın sonucu olarak Hollywood’a transfer olan Belçikalı yönetmen Michaël R. Roskam’ın orada çektiği ilk film olan çalışma, kimi kusurları olsa da ilgiyi kesinlikle hak eden bir aksiyon veya daha doğru bir deyişle bir suç filmi. ABD’li yazar Dennis Lehane’ın kendi kısa öyküsünden uyarladığı senaryo sürpriz içermesine rağmen yine de farklı bir şey anlatmıyor gibi görünüyor çoğunlukla ve bu durum da filmin lehine bir sonuç yaratamıyor doğal olarak. Buna karşılık, film sahip olduğu bağımsız film havasını başarı ile kullanıyor ve çekimlerden bir ay sonra hayatını kaybeden James Gandolfini ve özellikle Tom Hardy’nin oyunlarından aldığı destekle sert bir aksiyonun gereklerini çekici bir şekilde yerine getirmeyi başarıyor.

Hikâyemiz suç örgütlerinin hasılatlarını geçici süre ile saklamak için kullandığı ve paranın oraya “bırakılmasından” dolayı “The Drop” diye tanımlanan barlardan birinin etrafında dönüyor. Barın eski sahibi olan ve hâlâ öyle görünse de aslında barı bir Çeçen mafyasına çoktan kaptırmış olan bir adam (Gandolfini), onun yanında barmen olarak çalışan kuzeni (Hardy) ve bu barmenin dövülüp çöpe atılmış bir köpek aracılığı ile tanıştığı bir kadın (Noomi Rapace), Gandolfini’nin karakterinin çevirdiği dolaplar ve kadının eski sevgilisi yüzünden karışan işler… Filmin hikâyesi bunlar üzerinden ilerlerken sürprizine rağmen seyirci yeterince şaşırtamıyor ve bu bağlamda beklentilerin altını tam olarak dolduramıyor gibi. Hardy’nin barmen karakterininin gizemli bir yanı olduğunu devamlı olarak hissettiriyor film ama bu sürprizinin sertliğini etkilemiyor neyse ki. Dolayısı ile sorun, hikâyenin tahmin ediliebilir sularda gelişmesi temel olarak. Bu kusuruna rağmen, yönetmen Roskam kattıkları ile filmi seyri keyifli ve hissettirdiği kadar olmasa da derinlikli kılmayı başarmış görünüyor. Bunun temel kaynağı da filmin ana akım sinema kalıpları içinde ilerlemesine rağmen, yönetmenin bir bağımsız film havası yaratmayı başarmış olması. Aksiyonlarda veya suç sahnelerinde çok yeni bir şey görmüyoruz belki ama film bir şekilde anlattığından daha fazlasını ima eder gibi görünmeyi becermiş ki bu da hayli önemli bir başarı olsa gerek.

Filmin sahip olduğu “hüzün” havası da onu onca örneğini gördüğümüz aksiyonlardan farklı bir yere koymaya yardımcı oluyor açıkçası. Üç ana karakterinin de üzerinde asılı duran bir hava bu ve karakterleri seyirci için ilginç kılıyor. Barmen rolündeki Tom Hardy’nin dört dörtlük oyununun da desteklediği bir hava bu; Hardy konuşma biçiminden bakışlarına ve vücut diline (özellikle de yürüme biçimine) yansıttığı bir şekilde karakteri üzerine giymiş görünüyor ve filmin kusursuz denebilecek öğelerinden birini oluşturuyor kesinlikle. Gandolfini ise sıkıntılı karakterinin ruh halini çok iyi yanısıtıyor bize ve son filmini seyrediyor olmanın da artırdığı bir hüzün duygusu ile filme ciddi bir katkı sağlıyor bu büyük oyuncu. Görüntü yönetmeni Nicolas Karakatsanis’in çalışması hikâyeye ihtiyaç duyduğu karanlık atmosferi getirirken, Marco Beltrami ve Raf Keunen imzalı müzik çalışması da hüzün ve gerilim duygusunu besleyen tonları ile dikkat çekiyor.

Tom Hardy ve Noomi Rapace’ın ikili sahnelerindeki çekici uyumu ve birlikte yarattıkları hava, ve hikâyenin hüznünü destekleyen ve bir kayıp duygusu hissettiren sembolleri (kapanan kilise, kırık melek biblosu vs.) ile de önemli olan film gayet iyi kotarılmış olmasına rağmen aksiyon sahneleri ile değil bu aksiyonun parçası olan karakterlerinin analizine eğilmesi ile fark yaratmayı başarıyor ve görülmeyi hak ediyor kesinlikle.

(“Kirli Para”)

Rundskop – Michaël R. Roskam (2011)

“Bazen bir insanın hayatında herkesi sessizleştiren bir şeyler olur. Öyle bir sessizlik ki kimse hakkında konuşmaya cesaret edemez. Hiç kimseyle, hatta kendisi ile bile. Ne içinden ne de yüksek sesle. Tek bir lanet kelime bile. Çünkü herkes bir şekilde tıkanıp kalmıştır”

Şaibeli bir et tüccarı ile anlaşması için bir veterinerin ikna etmeye çalıştığı bir büyükbaş hayvan yetiştiricisinin geçmişindeki trajedisi üzerinden anlatılan hikâyesi.

1995 yılında Belçika’da öldürülen bir hayvancılık müfettişinin hikâyesinden esinlenen filmi Belçikalı sinemacı Michaël R. Roskam yazmış ve yönetmiş. Hayvanlardan elde edilen kârı %100’e kadar arttırma potansiyeli olan ve Avrupa Birliği’nin kullanımını yasakladığı hormon üzerinden büyük kârlar elde eden mafyanın hikâyesini anlatan film, kahramanının çocuklukta yaşadığı trajedi nedeni ile kullanmaya mahkum olduğu testesteron içerikli ilaçlara olan bağımlılığını da içine alan ve 2012 yılında Belçika’nın Yabancı Film dalında Oscar’a aday gösterdiği bir yapım. Baş oyuncusu Matthias Schoenaerts’in çarpıcı oyunu ile de renklenen film, bir suç filmi olarak belki çok üst düzeylerde seyretmiyor ama kahramanının trajedisi ile seyircisini etkilemeyi kesinlikle başarıyor. Roskam’ın bu ilk uzun metrajlı hikâyesi içerdiği aksiyon havası ve ana akım sinema dili nedeni ile Amerikalı yapımcıların da ilgisini çekmiş olmalı ki yönetmen bugünlerde ikinci filmini Hollywood için çekiyor.

Martin Scorsese’nin “Raging Bull – Kızgın Boğa” adlı filmindeki gibi karşımızda fiziği ve öfkesi ile gerçek bir boğaya benzeyen bir adam var. Schoenaerts’in fiziksel değişimi de içeren bir şekilde ama ondan daha önemlisi karakterinin ruh halini bir eldiven gibi üzerine geçirmiş göründüğü adam, öfke ve enerji ile dolu ve her an patlamaya hazır ama bu birikimini kelimenin her iki anlamı ile boşaltamadığı bir karakter. Yaşadığı trajik olay nedeni ile vücudu artık testesteron üretemeyen ve bu nedenle “erkek” kalabilmek için bu hormonu içeren –ve onlarca çeşidine bağımlı göründüğü- ilaçları yıllardır kullanan ve biriken enerjisini, özellikle de cinsel olanını, boşaltamayan adam hikâyenin asıl odağı aslında. Bu odak noktası ile senaryonun hormon mafyası ve onun etrafında gelişen diğer odak noktası arasında yeterince sıkı bir bağ kurulamamış olması hikâyenin zayıflıklarından biri olarak göze çarpıyor. Kahramanının hikâyesi yeterince güçlü ve sert bir trajediye sahip aslında ve belki tam da bu nedenle -hem olumlu hem olumsuz anlamda- bu bağın sağlam olmamasını çok da umursamayabilirsiniz seyrederken. Ayrıca hikâyenin filmin mizanseni ve klasik dili göz önüne alındığında bir parça yavaş aktığını da söylemek gerek. Yönetmen Roskam’ın aniden tüm sesi keserek görüntüye odaklanmamızı istemesi ve başvurduğu yavaşlatılmış görüntüler filme zaman zaman bir stilize hava veriyor ama klasik dilden çok uzaklaştığı söylenemez filmin. Burada ani sessizliklerin hayli etkileyici ve örneğin açılış sahnesinin bu anlamda ciddi bir başarı olduğunu söylemek gerek. Ne var ki yavaşlatılmış görüntü kullanımı etkileyicilikte bu başarıyı yakalayamıyor ve bir parça klişe görünüyor üstelik.

Rolü için 27 kilo aldığı söylenen oyuncu Matthias Schoenaerts’in oyunculuk başarısı ile daha da çarpıcı olan baş karakterimiz aslında filmi tek başına bile seyre değer kılıyor. Hikâye ilerledikçe trajik sırrı ortaya çıkan, içindeki güvensizlik ve korkuyu seyirciye de geçirecek derecede etkili çizilen ve oynanan bu karakter gerçekten de senarist-yönetmen Roskam’ın takdir edilmesini gerektiren bir başarısı. Doğrudan gösterilmese de sertliği ile irkilten trajik olay o derece etkileyici bir şekilde yansıtılmış ki perdeye yüreğinizin hoplamaması imkânsız. Final sahnesi de benzer şekilde “azgın boğanın” sakinleştirilmesini değme gerilim/aksiyon filmine taş çıkartacak derecede çarpıcı anlatıyor kesinlikle. Hikâyede kahramanımızın durumundan kaynaklanan bir “erkeklik durumu” incelemesi filmin cinsellik odaklı olmasını haklı ve doğru şekilde sağlarken, kahramanımızın sert maço görünümü ile zıtlık yaratması amaçlanmış görünen iki erkek arasındaki cinsel bağ bu amaca yeterince hizmet etmemiş görünüyor açıkçası ve hatta filmin temel kusuru olan asıl hikâyenin odağının dağılmasına da katkı sağlıyor. Belçika’yı oluşturan Flaman ve Valonlar arasındaki çekişmeyi hikâyedeki karakterler arasındaki çekişmeye akıllıca taşımış görünen film, zaman zaman kara film havası yaratan başarılı görüntüleri, kahramanımızın çocukluk arkadaşını canlandıran ve onunla birlikte senaryonun ete kemiğe büründürebildiği iki karakterden birini oynayan Jeroen Perceval’in başarılı performansı ve hikâyenin havasını çok iyi yansıtan yas havalı müziği ile de görülmesi gerekli bir çalışma özet olarak.

(“Bullhead” – “Boğa” – “Taş Kafa”)