Microphone – Ahmad Abdalla (2010)

“Amacım insanlara ulaşmak çünkü sanat bir yaratıcıya, bir de alıcıya ihtiyaç duyar. İkisinden biri eksikse, sanat olmaz”

Yıllar sonra ülkesine dönen bir Mısırlı’nın İskenderiye şehrinde “under-ground” müzik dünyası ile tanışmasının hikâyesi.

Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesi ile sonuçlanan “devrim” ve sonrasındaki Müslüman Kardeşler iktidarı ve askeri darbe öncesinde, ülkenin ikinci büyük şehiri olan İskenderiye’den bir hikâye anlatıyor bize filmimiz. Mısırlı yönetmen Ahmed Abdalla’nın filmi kurgusal karakterlerle anlatılan bir belgesele yakın bir havada ilerleyen biçim ve içeriği ile başı sonu olan bir hikâyeden çok İskenderiye’nin canlı alternatif müzik alanını ve müzisyenlerini ülkenin gerçekleri ile birlikte karşımıza getirmeyi hedefleyen ve bunu da başaran bir çalışma. Kurgusal bir filmin kimi gereklerini (derinliği olan karakterler, bir öykü vs.) belki karşılamayan ama kesinlikle ilgi çekici bir eser bu. Mısır’ın dışarıya ne yazık ki pek de yansı(ya)mayan bir yanını “hikâye” ilerledikçe daha da çekicilik kazanan bir şekilde anlatmayı başaran film İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale ödülünü de almıştı.

Hip-hop, rock, metal, graffiti, bağımsız sinema… Abdalla’nın filmi bu sanat türleri üzerinden sadece ülkesinin bir resmini çizmekle kalmıyor, aynı zamanda İskenderiye’ye sıcak bir aşk mektubu da yazıyor. Sanatı teşvik etmekle görevli ama yeniliklere tümden kapalı görünen bir bürokratik mekanizma, kendisini yeterince özgür hissetmeyen kadınlar, dini hassasiyetler, aile baskısı, geleneklerin kalıplarından sıyrılmaya çalışan gençler ve sanatçılar filmin ülkenin panoramasını çizmek için kullandığı kimi unsurlar. Bunların tümünü olmasa da çoğunu hak ettikleri olgunlukla ele alıyor yönetmen ve bir yandan sıkı müzikler dinletirken bize, abartmadan ülkesinin içinde bulunduğu koşulları da hissettiriyor. Bir yıl sonraki devrimi önceden ve doğrudan duyuran bir havası yok gibi görünüyor filmin ama havada hep asılı duran bir gerilimin varlığını da sık sık hissediyorsunuz kesinlikle. ABD’den annesinin ölümü nedeni ile ülkesine dönen mühendisin tanık oldukça daha da şaşırdığı ve sevdiği “under-ground” dünyayı, onun ülkeyi terk etmeye karar vermiş eski sevgilisi ile son sohbeti ile paralel anlatmayı tercih etmiş Abdalla kendi yazdığı senaryo ile ve bu sohbeti kronolojik bir sırada anlatmayarak filme bir hoşluk da katmış açıkçası, ama bu sohbet filmin geneli ile kıyaslandığında mesajların ve gündeme getirilmek istenen konuların gereğinden fazla doğrudan olması gibi bir kusura da sahip. Buna karşılık bürokrasi ile mücadele -benzer bir doğrudanlığa sahip olsa da- kesinlikle etkileyici ve eğlendirici olmayı başarıyor.

Evet, İskenderiye’ye bir aşk mektubu yazıyor film bir yandan da ve bu mektubun en güzel tarafı sanırım içtenliği ve sadeliği. Turistik görüntülerin değil, yaşayan bir şehirin ve insanlarının peşinde sokaklarda dolaşıyor kamera ve aşkını seyirciye de geçirmeyi başarıyor. Hikâye boyunca Kahire’ye göndermeleri de olan film, anlaşılan bu iki şehir arasında var olan bir rekabeti hissettiriyor sık sık. Fatih Akın 2005 tarihli “Crossing The Bridge – The Sound of Istanbul” filminde İstanbul’u müzikleri üzerinden tanıyor ve geziyordu bir belgeselci tavrı ile, burada ise Abdalla İskenderiye’yi yarattığı kurgusal karakterlerle getiriyor karşımıza. Bunu yaparken de hem müziklerden destek alıyor hem de karakterleri üzerinden heyecanı ve eğlencesi olan ama bir derdinin olduğu da belli olan bir hikâye anlatıyor bize. Kurgusal karakterler diyorum ama bu karakterlerin önemli bir kısmının kendilerini oynayan gerçek alternatif müzisyenler olduğunu da belirtmek gerek ki dinlediğimiz müziklerin hayli çekici olmasını da açıklıyor bu durum. Alternatif kelimesini de bir parça açmak gerekli aslında, çünkü bürokrasinin sadece Ümmü Gülsüm benzerlerini ödüllendirdiği bir dünyada hip hop veya rock müzik yapmak kesinlikle alternatif bir çabanın içinde olmak demek ve bunun da “bedelini” “Sahne yok, para yok, muhtemelen konser de yok” gibi cümleler duyarak ödüyorlar.

Şarkıların söylendiği sahneler veya sokak sahnelerin çoğunda belgesel bir havayı, buna karşılık diğer sahnelerde kurgu havasını yakalamayı deneyen ve bunları çoğunlukla da uyumlu bir şekilde bir araya getiren filmin kurgusu da kalabalık karakter sayısını da düşünürsek oldukça başarılı. Daha önceki filmlerinin kurgusunu kendisi yapan Abdalla, kurguyu bu kez ilk kez uzun metrajlı bir filmde çalışan Hisham Saqr’a teslim etmiş ve sonuç hayli tatmin edici olmuş açıkçası. Kurgu ile belgeseli, dinamizm ile sadeliği akıllıca bir araya getiren bir kurgusu var filmin. Ülkede biriken enerjiyi, hareket etmek isteyen ama gidecek bir yeri de yok gibi görünen insanların dünyasını sıcak bir dille anlatan filmde başroldeki Khaled Abol Naga’nın sıcak ve gerçek ile kurgu arasında doğru bir yerde duran oyunu da dikkat çekiyor. Abbas Kiarostami’ye göndemeleri de olan filmin aslında önce 18 yaşındaki graffiti sanatçısı kadını anlatan bir belgesel olarak planlandığını ama Abdalla’nın şehiri, müzisyenleri, sanatçıları, kaykaycı gençleri ve sokaklarını tanıdıkça hikâyeyi yazmaya karar verdiğini bilmek, filmin yukarıda belirttiğim kimi hususlarının da açıklayıcısı. Yönetmenin kimi sahnelerde oyuncuların doğaçlama yapmasına izin verdiği çalışma, son bölümlerinde bir parça tekrara düşüp sarksa da ve hikâyesi belgesel yanının gölgesinde kalmasına neden olacak şekilde, yeterince güçlü olmasa da kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Seslerini duyacak bir seyirciye ihtiyacı olan ve bunu hak eden insanların ülkesi geliyor bu filmde karşımıza ve bu sese kulak vermekte yarar var.

(“Mikrofon”)

Cilveki Tur – Aik Karapetian (2012)

“Dede, ben çok korkuyorum. Böyle devam edemem. Yaşım ilerledikçe her şey daha zor oluyor”

Letonya’nın yoksul ve Rus azınlık kesiminden, irili ufaklı suçlara bulaşmış bir gencin ayakta kalma çabasının hikâyesi.

Ermenistan doğumlu ve Letonya’da yaşayan sinemacı Aik Karapetian’ın senaryosunu da yazdığı ve ilk filmi olan bu çalışma küçük bir ülkeden gelen ilgi çekici bir eser. Sovyetler Birliği döneminden kalan devasa sosyal konutlara yaklaşan kameranın aktardığı görüntüler ile başlayan ve aynı kameranın bu konutlardan yavaş yavaş uzaklaşması ile sona eren film bir gencin baş edemediği ve büyüdükçe daha da korkunç olan yaşadıklarından nasıl kurtulacağını bilemediği sorunlu hayatını ele alıyor temel olarak. Baş oyuncusu dahil çoğunluğu ilk sinema filmlerinde oynayan oyuncuları ile etkileyici bir gerçekçilik duygusu yakalamayı başaran Karapetian, ülkenin geçmişine de göndermeler yapan hikâyesi ile sadece baş kahramanının değil tüm bir toplumun da bir kimlik ve gelecek arayışı içinde olduğunu söylüyor bize. İçeriği açısından benzerlerinden asıl hikâyesinden çok göndermeleri ile ayrılan film, daha çok gerçekçi ve yalın tavrı ile dikkat çekiyor.

Doğu Bloku’nun çökmesinden sonra bağımsızlığına kavuşan bir ülke Letonya, ülke nüfusunun dörtte biri Rus kökenli ve halkın üçte birinden fazlası da birinci dil olarak Rusça konuşuyor. Yönetmen Karapetian Rus kökenli olan karakterlerin yer aldığı filmini bir sahne dışında Rusça çekmiş ve ilginç bir tesadüfün sonucu olarak da filmi, sinemsal içeriğinden çok bu tercihi ile bir tartışmanın odağına oturmuş ülkesinde. Filmin gösterime girdiği tarihler ülkede Rusça’nın ikinci resmi dil olması hakkında düzenlenen ve ret ile sonuçlanan bir referandum ile çakışmış çünkü. Kahramanımız ve en iyi arkadaşı günlerini araba soymak, yolda yalnız yürüyenlere saldırmak, içmek ve sarhoş olmakla geçiriyor çoğunlukla. Arkadaşı İngiltere’ye kapağı atma hayalinin gerçekleşmesine yardımcı olacağı için kız kardeşini sanal seks için pazarlamayı bile göze alıyor. Etraflarındaki tipler de onlardan farklı değil hikâyenin bize gösterdiğine göre. Karapetian’ın senaryosu tek bir olumlu karakter göstermiyor hikâye boyunca. İster iki ana karakterimiz gibi yoksul olsunlar ister zengin, tüm karakterler bir olumsuzluk içinde yüzüyorlar sanki. Kahramanımızın Sovyet döneminde bilim adamı olan “dedesi” gibi nispeten olumlu görünen karakterler bile sakladıkları sırları olan mutsuz insanlar. Aslında sadece bireyleri değil, toplumu da bir arayış içindeki mutsuz insanlar grubu olarak gösteriyor film. ABD’de yaygın olan türden bir tarikat liderinin vaizlik yaptığı toplantıdaki tüm o karakterler örneğin, bir arayışın pençesine düşüp oraya gelmişler gibi. Kısacası, mutsuz ve huzursuz bir toplum resmi çiziyor bize yönetmen ve filmine katmayı başardığı sahicilik duygusu ile bu resmin daha da çarpıcı görünmesini sağlıyor.

Karapetian’ın hikâyesi aslında çok da yeni şeyler söylemiyor ana hikâyesinde ama Sovyet dönemine göndermeleri, kimliğini oluşturmaya çalışan bir toplumun dalgalanmaları ve arayışları (dinsel tören sahnesi vs.) ile kendisini farklı kılmayı başarıyor. Yine de hikâyenin baş karakterinin dedesine korktuğunu söylediği sahnedeki arayışının bir parça daha derinleştirilmemesi filmin lehine olmamış gibi. Öyle ki bu sahne adeta araya öylesine yerleştirilmiş havası yaratıyor. Filmin yalınlığına ve alçak tondan konuşan havasına zarar vermeden daha iyi bir çözüm bulunmalıymış baş karakterin bu sıkıntısını hikâyeye yedirebilmek için. Görsel açıdan yetenekli bir yönetmen olduğunu kanıtlayan bir çalışması var bu filmde Karapetian’ın. El kamerası kullandığı sahneler veya hareketli sahnelerde bu ustalığını yakından hissediyorsunuz. Eğik kamera açısını tercih ettiği tarikat sahnesi biçim ile içeriğin başarılı bir uyumunun örneği kesinlikle. Buna karşılık, gencimizin dedesi ile mutfakta konuştuğu sahnede kameranın hareketlerinin gereksiz olduğunu ve sahnenin içeriği ile uyuşmadığını söylemek gerek, ama neyse ki bu hatayı sadece bir kez yapmış yönetmen.

İlk filmini çeken bir yönetmenin cesur, hatta provokatif bir tavrı kolay yollara ve aşırılıklara sapmadan gösterebilmesi kolay bir iş değil elbette ve Karapetian Tambet Tasuja’nın kurgusu, Janis Eglitis’in görüntüleri ve doğru seçilmiş sıkı müzikleri ile hem dinamik hem sade bir film ortaya koyarak bunun için gerekli olgunluğa sahip olduğunu göstermiş kesinlikle. Derdi umutsuzluğu, boşluğu ve bundan kaynaklanan şiddet ve öflkeyi ortaya koymak olan bir film bu ve küçük bir ülkenin en önemli azınlığını oluşturan bir toplumda yaşanan hikâyesinde gerçekçilikten ödün vermeden başarıyor bunu. Filmin etnik özelliklerini vurgulamış olmak aslında şu yanlış izlenimi de yaratmamalı: Film yerelliği ağır basan bir hikâye anlatmıyor bize, aksine benzer tüm toplumlar için geçerli olabilecek evrensel bir hikâye bu. Mutsuzluğunu, yalnızlığını ve çıkışsızlığını şiddete yönelerek unutmaya çalışan, “yaralı” ruhunun acısını kendisine yakınlık gösteren tek insan olan dedesinden çıkaran gencin hikâyesi ilgi ile izlenmeyi hak ediyor, özet olarak.

(“Lyudi Tam” – “People Out There” – “Etraftakiler”)

L’uomo Che Verrà – Giorgio Diritti (2009)

“Alman askerleri bazen bir şeyler satın almak için buraya geliyorlar. Evlerinde çocukları ile olmak varken, neden burada olduklarını anlamıyorum. Onların da çocukları vardır herhalde”

1943 yılında Naziler’in İtalya’nın Bologna şehrinin kırsal bir bölgesinde gerçekleştirdikleri sivil katliamının hikâyesi.

Dünya tarihine olayların yaşandığı yerin adı ile, Marzabotto katliamı olarak geçen trajik olayın öncesini ve katliamı konu alan bu İtalyan yapımı filmi Giorgio Diritti yönetmiş. Gerçekten yaşanan çok trajik bir olayı, bir insanlık suçunu soğukkanlı bir anlatımla sergileyen film çoğunlukla sakin ve yavaş yavaş dram boyutunu artıran bir üslup benimsemiş ve birkaç sahne dışında bu üslubundan taviz vermemiş görünüyor. Hikâyenin belki de en büyük başarısı köylülerin günlük hayatını belgesel kıvamında ve gözlemci bir tavırla karşımıza getirerek, faşizmin ve zalimliğin, ama daha da önemlisi savaşın, insan öldürmenin bu yasal olanının nasıl insanlık dışı bir olgu olduğunun altını ustaca çizebilmesi. Bir parça geç açılması ve zaman zaman bütünsel ve tutarlı bir anlatımı toparlamada sıkıntı yaşamak gibi bir problemi olsa da, kesinlikle görülmeyi hak eden bir çalışma bu.

Kimi kaynaklar sayının daha yüksek olduğunu belirtse de, 770 sivilin öldürüldüğü kabul edilen bir katliam Marzabotto’da yaşananlar. Öldürülenlerin kırk beşinin 2 yaşından, yüz onunun 10 yaşından küçük olduğu ve aralarında beş rahibin ve altmış yaşından büyüklerin de bulunduğu sivillerin katledildiği bu olayda, Alman askerler kısacası erkek, kadın ve çocuk ayırt etmeden herkesi gözlerini kırpmadan yok etmişler. Katliamın “gerekçesi” ise bu sivillerin İtalyan faşist rejimine ve Almanlar’a karşı savaşan direnişçilere yardım ettiklerinden kuşkulanmaları. Hikâye bu kuşkunun doğruluğunun kimi kanıtlarını (köylülerin yaralı direnişçileri tedavi etmesi, onları saklaması vs.) sunuyor bize ama bir başka şeyin daha altını çiziyor: Başlatmadıkları, korktukları bir savaşın iki düşman tarafı arasında sıkışıp kalmışlık duygusu ile yaşıyor bu insanlar. Yönetmen Diritti, oldukça takdir edilesi bir sahnede komünist direnişçilerin daha önceki bir sahnede sevimliliği ile gösterilen bir Alman askerini mezarını da kendisine kazdırarak nasıl soğukkanlılıkla öldürdüğünü göstermekten çekinmiyor. Elbette bu sahne kesinlikle bir dengeleme unsuru olarak kullanılmıyor; filmin derdi savaşın içine aldığı herkesi nasıl bir ölüm makinasına dönüştürebileceğini göstermek olsa gerek.

Hikâye onun gözünden anlatılmasa da temel olarak bir küçük kız etrafında dönüyor. Yeni doğan kardeşinin onun kucağındayken ölmesinden sonra geçirdiği travma sonucu artık hiç konuşmayan ve yine hamile olan annesinin doğum yapmasını bekleyen kızın filmin sonlarındaki bir parça abartılmış olsa da “kahramanlık” çabalarını anlamlandırıyor bu geçmişi. İşte bu kızın, ailesinin ve etraftaki diğer insanların yüz yıllardır değişmeden sürüp gidiyor gibi görünen hayatlarına dışarıdan gelen “müdahalenin” korkunç etkisini anlatmaya soyunmuş filmimiz. Hikâye bunu yaparken ise, çok da sıkı bir giriş yapmıyor konusuna. İlk bölümlerde özellikle karakterler arasındaki ilişkiyi anlamak ve/veya hikâyedeki konumlarını çözmek pek kolay olmuyor. Filmin özellikle tercih edilmiş görünen “hikâyeyi yavaş yavaş açma ve sondaki trajediye seyirciyi hazırlama” yaklaşımı temel olarak doğru olmakla ve işe yaramış görünmekle birlikte, bu ilk bölümlerin bir parça ortalama bir havada gittiğini söylemek gerekiyor. Hikâye sonradan açılıyor ve çok doğru bir seçimle, dehşet duygusunu rahatça uyandırabilecek olayları “sorumlu” bir yaklaşımla ve sömürmeden gösteriyor bizlere. Öyle ki “ağlayan bir çocuk, bir silah sesi ve sessizlik” ile özetlenebilecek bir sahne örneğin, en az ne olduğunu doğrudan gösterecek bir sahne kadar etkili olabiliyor seyirci için.

Savaş sürüyor ama hayat da sürüyor; bir ilk aşk heyecanı, doğacak bir çocuğun heyecanı, zorluklara karşı sığınılan Tanrı… Hikâye savaşın aslında sadece bireyi değil, onunla birlikte tüm bunları da nasıl yok ettiğini gösteriyor bize. Filmin yaratıcılarını gerçekten yaşanmış bir katliamı bize anlatırken, işte bunu da ve üstelik herhangi bir zorlama hissi yaratmadan aktarabildikleri için takdir etmek gerekiyor. Bunu yaparken hikâyenin geçtiği kırsal bölgenin güzelliğinden de destek alıyor, yok edilen güzellikleri gösterirken bize. Roberto Cimatti’nin kamerası olan bitene tanık olmamızı sağlarken bir başka şeyi daha ustaca başarıyor: Kimi kısacık anları adeta bir tablo güzelliği içinde sergiliyor. Buradaki tablo ifadesini yapay bir kartpostal güzelliğini değil orada yaşayan ve kıyıma kurban olan halkın hayatının doğallığının güzelliğini anlatmak için kullanıyorum. Ölen bir genç direnişçinin yattığı yatağın etrafında oturanlar, anne ve kızının ateş böceklerini seyretmesi, küçük kızın müthiş bir yeşillik içinde yeni kıyafeti ile bir gelin gibi yürümesi bu tablo anlarının birkaçı sadece. Ve tüm bunlara eşlik eden, Marco Biscarini ve Daniele Furlati imzalı müzik: Hikâyeye çok yakışan bir müzik çalışması bu ve öte yandan kimi dramatik anlarda filmin diğer hiçbir öğesinin (mizansen, kurgu, oyunculuk vs.) yapmadığı bir şeyi yaparak dramı artırmaya hizmet ediyor. Filmin tümü ile bir bakıma çelişiyor bu durum aslında ama hem özellikle çocuk korosunun olduğu bölümlerin tüyler ürperten güzelliği hem de filmin aslında arada ihtiyacı da varmış görünen bir güçlü duyguyu yaratmaya katkısı nedeni ile doğru bir seçim gibi görünüyor bu müzik.

Gerçek bir olayı kurgusal karakterlerle anlatan ve özellikle İtalyanlar, ama aslında tüm insanlık için trajik olan hikâyeye hak ettiği saygı ile yaklaşan Giorgio Diritti’nin filminin yukarıda sıraladıklarım dışında birkaç kusuru daha var. Öncelikle, hikâye özellikle ilk yarısında bir akış sıkıntısı yaşıyor ve zaman zaman iyi toparlanamamış gibi görünüyor. Buna bir de katliamın hemen öncesindeki sahnelerde Alman askerlerin, filmin ilk yarısı ile çelişen ve gereksiz bir şekilde, halka karşı kimi uygunsuz davranışları yaparken sergilenmelerini eklemek gerek. Tarihsel olarak gerçek olabilir bu, ama filmin ruhuna aykırı düşmüş bu sahneler. Profesyonel ve amatör oyuncuların uyumunun iyi göründüğü filmin yönetmeni Diritti’nin, kariyerinin başlarında usta İtalyan sinemacı Ermanno Olmi ile çalışmışlığının izlerini de gözlemci ve sakin tavrı ile sergilediği film, baş karakteri küçük kız gibi tanık oldukları karşısında konuşma yeteneğini (belki daha doğru bir deyişle, arzusunu) kaybeden insanoğlunun dramına tanık olmak isteyenler için özellikle önemli.

(“The Man Who will Come”)

Eşkıya – Yavuz Turgul (1996)

“Korkma, sadece toprağa gideceksin. Sonra toprak olacaksın. Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin. Oradan özüne ulaşacaksın. Çiçeğin özüne bir arı konacak. Belki o arı ben olacağım”

35 yıllık bir hapis hayatından sonra, kendisini ihbar eden ve sevdiği kadını elinden alan adamı bulmak için İstanbul’a gelen bir eşkiyanın hikâyesi.

Türkiye sinemasının komada olduğu yılları sağ atlatmasını sağlayan bir klasik. Yerli filmlerin hemen hiç seyirci bulamadığı bir dönemde topladığı 2.5 milyonu aşkın seyirci ile ülke sinemasına hayat öpücüğü vermişti bu film. Yavuz Turgul’un yazdığı ve yönettiği film, güçlü hikâyesi, “yerli” olmayı başaran karakterleri, dozunda tutulmuş aksiyonu ve iki baş oyuncusunun başarılı oyunları ile bugün de aynı ilgi ile izlenebilecek bir eser. Kusurları var kuşkusuz ama, sinemamızda kilometre taşı olan bir film için göz ardı edilebilecek kusurlar bunlar. Türkiye sinemasının görülmesi kesinlikle gerekli eserlerinden.

Sinemamızın usta hikâyecilerinden biri Yavuz Turgul ve kendisinden önce ve sonra çok az örneği olan bir şeyi başarıyor ve gerçek karakterler sunuyor bize her zaman. Bu gerçek karakterler yapaylığın uzağında konuşuyor, yaşıyor ve bazen de ölüyorlar. Onun bu usta hikâyeciliği açıkçası yönetmenliğinin kimi açıklarını da kapatıyor bazen ve seyrettiğinizin sahici ve içinde sizin de olabileceğini hissettiğiniz bir “şey” olmasını sağlıyor. Burada da bunu başarıyor Turgul ve sinemamızın bir ayağının mezarda olduğu günlerde bir mucize yaratıyor bu eseri ile. Kusurları yok değil elbette hikâyenin, özellikle de sinemasal kriterler açısından. Öncelikle, otuz beş yıldır içeride olan bir adamın çıkışta doğal olarak yaşayacağı uyum sorunu ile ilgili hemen hiçbir şey yok filmde. Aynı adamın bir de üstüne ilk kez geldiği İstanbul’daki durumunu düşünün ki bunu da temel olarak İstanbul’da bulaşmak zorunda kaldığı ve kendisi ile ilgili olmayan işlerin asıl kahramanı ile beraberliğini sağlayabilmek için kullanmış filmimiz. Hayli güçlü diyaloglara sahip olan hikâyenin zaman zaman “büyük laflar”ın dozunu bir parça kaçırdığını da söylemek gerek. Elbette sinema fimlerinden televizyon dizilerine, her yere bulaşmış ve bugün de etkisini sürdüren “iddialı ve süslü konuşan kahramanlar” kadar rahatsız edici değil bu durum, Turgul’un ustalığı sayesinde. Hikâyenin bir diğer problemi de kahramanının İstanbul’a asıl geliş nedeninin ne olduğunun nedense belirsiz kalması veya daha doğru bir deyişle bu nedenlerin en azından birini yeterince destekleyememesi. Kendisini ihbar eden adamın peşine düşmesinin asıl nedeni bu muhbirlik mi, yoksa sevdiği kadını elinden almış olması mı ya da her ikisi de mi? Hikâye her ikisi de diyor aslında ama otuz beş yıldır birbirlerinden uzak olan ve onun öncesinde de -aşkın kahramanlarının Güneydoğu’da yaşadığı düşünülürse- çok da derin bir aşkı geliştirme imkânları bulunmayan iki karakterin aşkının hâlâ canlı olan gücünün kaynağını bize ikna edici şekilde aktaramıyor Turgul.

Erkan Oğur’un herhangi bir üretimine kayıtsız kalınabilir mi? Cevabı elbette hayır bu sorunun. Burada da onun müzik çalışması, seslendirdiği kimi türküler hikâyeye müthiş bir hüzün katıyor ve filmin o günlerde (ve bugün hâlâ) bize bu denli bizden görünmesini sağlayan öğelerden biri oluyor. Turgul Erkan Oğur’un çalışmasını akıllıca yerleştirmiş sahnelerin içine ve onun sakin ve samimi sesini filmin karakterlerinden biri yapmış nerede ise. Turgul’un yönetmenliği, aksadığı birkaç yer dışında, genel olarak gayet uygun hikâyesine. Sonlardaki “temizlik” sahnesi ve baştaki baraj kenarındaki sahne pek de yeterli görünmeyen anları arasında filmin. İlki hem mizanseni hem de köyün delisi karakterinin yetersiz makyajı ve vasat diyalogları ile aksıyor, ikincisi ise açıkça fazlası ile sıradan çekilmiş, filme sıkı bir aksiyon tadı katabilecekken üstelik. “Oğlum olsaydı, senin yaşında olacaktı” sahnesi ise sadece gereksizliği ile değil, aynı zamanda seyircinin zaten hissettiği ve hikâyenin de zaten çok iyi başardığı bir şeyi vurgulayarak o ana kadar oluşan sıcak duyguların samimiyetine zarar vermesi ile de dikkat çekiyor.

Eşkiyayı canlandıran Şener Şen, intikam yolculuğunda karşılaştığı ve aralarında bir baba oğul ilişkisine benzer bir ilişki oluşan küçük suçluyu oynayan Uğur Yücel ve bir çete liderini canlandıran Melih Çardak oyunları ile bu kalabalık kadrolu filmde diğer oyuncuların önüne çıkıyor. Şen ve Yücel hikâyedeki karakterleri müsait olmasına rağmen, abartıdan uzak oyunları ve sahicilikleri ile göz dolduruyorlar, Çardak ise bir parça gösterişli bir oyunun yetenekli bir oyuncunun performansını nasıl daha da zengin göstereceğinin kanıtı oluyor. Diğer hemen tüm oyuncular işlerini layıkı ile yerine getirirken, iki oyuncu aksıyor bir parça. Yeşim Salkım rolünün ağırlığını kaldıramamış, Özkan Uğur ise abartının bir oyuncunun başına açabileceği belaların bir somut örneğine dönüşmüş göründüğü her sahnede.

Filmin en başarılı olduğu alanlardan biri de kimi göndermeleri. Uğur Yücel’in karakterinin Cumali olan adının Yılmaz Güney’in “İnce Cumali” filminden alınmış olması, kahramanımızın köyünün baraj suları altında kalması ve televizyon haberlerindeki “Kürt sorunu hakkındaki ilk film” üzerinden Güneydoğu göndermeleri ve 90’ların karanlık günlerindeki çeteler… Film bunları hem filmi daha da bizden yapacak şekilde akıllıca kullanıyor hem de hikâyenin bir parçası yapmayı başarıyor çoğunlukla. 90’ların konuşulamayan konularını alçak gönüllü de olsa cesaretle dile getirmiş Turgul takdiri hak edecek bir şekilde. Turgul’un bir diğer başarısı da Tarlabaşı’nı sinemamızda örneğini görmediğimiz kadar ustalıkla getirebilmesi karşımıza. Tüm o karakterler, o diyaloglar, o irili ufaklı insan hikâyeleri bir semti adeta röntgenini çekmiş bir şekilde sergiliyor bize ve oteldeki iki “eski asil” karakter üzerinden İstanbul’un bağrında ne tuhaf insan hikâyeleri olduğunu bir kez daha hatırlatıyor bize.

Tüm bir final sahnesi (kimi kusurları var ama finalin muhteşemliğinin yanında unutmak gerekiyor bunları), karakterlerden birinin vurulduğu sahnenin güzelliği (yavaş çekim ve dış sesi kapatıp sadece karakterin acı çeken sesinin verilmesi gibi basit ama vurucu küçük bir oyunla elde edilen bir başarı bu) ve daha pek çok benzeri kareleri ile Turgul’un filmi mutlaka görülmesi gerekli bir çalışma. Otuz beş yıl önce dağa sığınan, şimdi ise bir koca şehrin bir binasının tepesinden insanlığa bakan ve gördüğünün neden olduğu acı içinde kahrolan bir yalnız adamın hikâyesi bu ve “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni”, “Züğürt Ağa” ve “Muhsin Bey” örneklerinde olduğu gibi Yavuz Turgul yine “değişen ama hep olumsuz yönde değişen bir dünyada kaybetmeye yazgılı olanı”, bir başka deyişle bizi anlatıyor bize benzersiz bir şekilde. Mutlaka görülmeli.