A Better Life – Chris Weitz (2011)

“Çünkü annen ve ben birbirimizi çok sevdik. Ama insanlar değişir. Burada her şey farklıydı ve annen de değişti. Ona verebileceğimden daha fazlasını istedi ve sonra gitti. Seninle yalnız başıma kaldım. Beş kuruşum bile ve düzenli bir işim olmadan ve küçük bir çocukla ne yapacağımı bilmiyordum. İçimde çok öfke vardı. Ama bir şey, tek bir şey bütün bunları atlatmama yardımcı oldu: Sen. Seninle ilgilenebilmek, büyüdüğünü görmek… Çünkü seni seviyorum. Benim için bu dünyadaki en önemli şeysin. Ne istersen o olabilmeni istedim. Bu bana kendimi değerli hissettirecekti. Bu yüzden istedim seni. Kendim için… Kendim için. Bir yaşama nedenim olsun diye”

Yasadışı olarak ABD’de yaşayan Meksikalı bir adamın ayakta kalabilmek ve on dört yaşındaki oğluna bir gelecek sağlayabilmek için çabalamasının hikâyesi.

Yapımcılığı ile öne çıkan ABD’li sinemacı Chris Weitz’in bir kısmını kardeşi Paul Weitz ile birlikte yönettiği romantik komediler ve fantastik filmlerden sonra çektiği ve şimdilik son filmi olan çalışma dramatik hikâyesi ile hem ABD’deki yasadışı göçmenlerin yaşadıklarını hem de bir babanın oğluna duyduğu sevgiyi anlatmaya soyunuyor. Roger L. Simon’un orijinal hikâyesinden Eric Eason’ın yazdığı senaryo ülkede devamlı yaşanan göçmen hikâyelerinden birini ele alırken çok farklı veya yeni şeyler söylemiyor ama Meksikalı baş oyuncusu Demian Bichir’in oyunundan da aldığı destekle seyircisini sevgi, heyecan, umut ve gözyaşı arasında elinde tutmayı başarıyor.

Los Angeles’ın Meksika kökenli insanların yaşadığı Latin mahallelerinden birindeki bir baba oğulun hikâyesi bu. Anne evi terk etmiş, baba ise yasadışı olarak girdiği ülkede para kazanarak oğlunu etraftaki çetelerden uzak tutabileceği bir yaşam kurmanın peşinde. Meraklılarını hayli tatmin edecek ve ağırlıklı olarak Latin havalı şarkılar ile bezeli hikâyede öne çıkan iki temel unsur yasadışı göçmenlerin dramı ve bir babanın oğluna duyduğu sevgi. Gizli olarak çalışan, sahip olduğu en değerli malı çalındığında korkusundan polise gidemeyen, çalıştığı yerlerin zenginliği ile taban tabana zıt yoksul bir hayat süren adamın tek amacı oğluna bir gelecek sağlayabileceği koşullara sahip olmak. Hikâye adamın ölesiye çalışmasını, birisinin gelip iş vermesini kendisi gibi olan diğer göçmenlerle beklediği yerdeki (bizde amele pazarı denen türden bir yer) dramını vs. etkileyici şekilde anlatıyor ama bu etkileyiciliğin ne kadar yeterli veya güçlü olduğu bir parça tartışmalı. Biraz fazlası ile beklenen/tahmin edilen şeyler gösteriyor film bize bu anlarda. Kendisi gibi iş bekleyen bir yoksulun onunla ekmeğini paylaşması gibi gereksiz kimi duygusal anlara yer verme numaralarının peşine düşmesi de doğru olmamış üstelik. Gençlerin tek seçeneğinin bir çeteye girmek ve sonra da ya ölmek ya da hapise gitmek olduğu bir çevrenin içinde yaşayıp farklı bir hayat kurmaya çalışmanın zorluğu açık ve filmimiz ABD’nin göçmen politikalarının kurbanı olan adamı anlatırken bu zorluklara ek olarak bir de onun “burasını kendi vatanı olarak seçmesi” gibi bir “haklılık” üzerinden de yaşadığı dramı artırmaya soyunuyor yine gereksiz şekilde. Yanında çalıştığı adamın para biriktirir biriktirmez Meksika’ya dönmesine karşılık, o burasını vatanı olarak benimsemiş ve dönmeye kesinlikle niyeti yok. Hikâye bunu vurgulayarak, onun dramını adeta onun gibi düşünmeyenlerden farklılaştırıyor ve öne çıkarıyor ve böyle olunca da ona yapılan sanki daha da haksız oluyor. Bu tercih anlaşılır ama yanlış bir tercih elbette film adına. Üstelik adamın rodeo sahnesinde altı biraz kaba bir biçimde çizilen Meksika nostaljisi ve oğlunu kendi öz kültürüne ısındırma çabası söz konusu iken, bu “ABD benim vatanım” vurgusu biraz yapay kaçıyor açıkçası.

İki dilli insanlar söz konusu burada ve kendi aralarında da aynı cümle içinde bile dil değiştirerek konuşuyorlar. Gerek kullanılan dil, gerek karakterlerin davranış şekilleri sıkı bir gözlemin eseri gibi görünüyor ki filmi de zenginleştiriyor bu durum ve daha da sahici görünmesini sağlıyor. “Too many Mexicans, not enough bullets – Çok fazla Meksikalı, yetersiz sayıda kurşun” gibi göçmen aleyhtarı sloganların duvarlarda yazılı olduğu bir dünya bu. Kahramanımız ne yaşarsa yaşasın doğruluktan, adaletten ve fedakârlıktan vazgeçmiyor. Onun bu yanının ısrarla vurgulanması da aslında sanki onun ülkede kalmayı hak ettiğini, bir bakıma diğerleri (diğer yasadışı göçmenler?) gibi olmadığını seyirciye anlatma telaşından kaynaklanıyor olsa gerek.

Çalınan kamyonetinin peşinde oğlu ile dolaşan adamın hikâyesi bu anları ile Vittorio de Sica’nın “Ladri di Biciclette – Bisiklet Hırsızları” adlı başyapıtını hatırlatacaktır pek çok kişiye. Burada da işi için (hayatta kalabilmek için) mutlaka gerekli olan bir aracın peşinde bir baba oğulu seyrediyoruz bir süre ve bu arayışları sırasında kimi gözlemleri de getiriyor karşımıza filmimiz. Kamyonunu çalan adamın en az onun kadar yoksul olduğunu ve çalma nedenini anlıyor adam, bir odada sefalet içindeki onlarca kaçağı görüyor vs. Ne var ki bu sahnelerin hemen tümü hep planlanmış, belli bir duygunun peşine fazlası ile kendisini açık edecek şekilde düşülmüş sahneler ve sinema dili ve değeri açısından güçlü değiller kesinlikle. Buna karşılık duygulanmanın, özdeşleşmenin peşindekiler için çekicilikleri var ki filmin yaratıcıları da onları hedeflemiş görünüyor.

Alexandre Desplat’ın keyifli ve başarılı orijinal müziği ve baş oyuncusu Demian Bichir’in oyunu filmin çekici iki öğesi. Bichir karakterini sevmiş ve inanmış görünüyor hikâye boyunca. Arada bir iki sahnedeki yeterince güçlü olmayan performansının nedeni ise temel olarak bu sahnelerin yukarıda örneklerini verdiğim mesaj kaygıları ile dolu olması olsa gerek. Keşke senaryo bu mesajlardan veya “konudan haberi olmayanlara göçmenler hakkında 90 dakikalık ders” havasından daha fazla sıyrılabilseymiş ve özellikle oğlanın çetelerden uzak durma çabası daha güçlü bir sinema dili ile getirilebilseymiş karşımıza ama yine de ilgiyi hak eden bir film bu. Babanın uyuyan oğlunu seyrettiği sahnenin (üstelik oldukça sade bir sahne bu) sembolü olduğu güçlü sevgi havası ve insanca yaşayabilmek ve sevdiklerine gelecek sağlayabilmek için insanların neler yapmak zorunda kaldıklarını bir kez daha hatırlamak için de iyi bir fırsat.

Diary of a Madman – Reginald Le Borg (1963)

“Akbaba güvercini yedi; kurt kuzuyu yedi; aslan keskin dilli yaban sığırını yuttu; insan aslanı okla, mızrakla, barutla öldürdü; ama Horla, insan ata ve öküze ne yaptıysa aynısını insana yapacak: Malı, kölesi ve yemeği, ve iradesinin önemsiz bir aracı. Vah başımıza gelene!”

İşlediği cinayetlerin iradesini ele geçiren şeytani bir gücün işi olduğunu iddia eden bir mahkumla görüşen yargıcın yaşamaya başladığı garip olayların hikâyesi.

Hollywood’da özellikle 1940’lı yıllarda çektiği düşük bütçeli korku filmleri ile tanınan Avusturyalı Reginald Le Borg’un yönetmenliğini üstlendiği film Fransız yazar Guy de Maupassant’ın “Le Horla“ adlı kısa hikâyesinden Robert Kent’in senaryosu ile aktarılmış sinemaya. Bu film de özellikle efektleri ile Le Borg’un diğer filmleri gibi düşük bütçesinin izlerini taşıyan, Maupassant’ın hikâyesinden sadece “iradeyi ele geçiren bir güç” temasını alıp bir film süresi için gerekli olacak unsurları içeren farklı bir akış ekleyerek ilerleyen ve Vincent Price’ın başka filmlerinde konuya uygun düşen oyununun burada bir parça “fazla” göründüğü bir çalışma.

“Horla” kelimesi Fransızca’da da anlamı olmayan bir kelime ve Amerikalılar bu adı taşıyan hikâyeyi filme aktarırken “Diary of a Mad Man – Bir Delinin Hatıra Defteri” ismini uygun görerek seyircinin algısına doğrudan müdahale eden bir tercihte bulunmuşlar ki doğru bir tercih olmamış bu. Üstelik orijinal hikâyede baş karakterin yaşadığı doğaüstü olaylar nedeni ile delirmeye başlayıp başlamadığını sorgulaması burada çok da iyi işlenmediği için bu tercih daha da yanlış görünüyor. Kahramanımızın cenaze töreni ve ardından vasiyeti üzerine günlüğünün okunması ile başlayan film, bu günlük üzerinden geriye dönüyor ve zaman zaman onun anlatıcı sesi ile yaşananları aktarıyor seyirciye. Bu anlatıcı tercihinde de bir sıkıntı var aslında. Çünkü kahramanımızın olmadığı, dolayısı ile içeriğini günlüğüne yazamayacağı anları da görüyoruz filmde. Bu da hem anlatıcısı olan hem de olmayan bir film getiriyor karşımıza ki garip bir durum bu elbette. Filmin Maupassant’ın hikâyesine uygun olarak olayları ABD’ye taşımadan Fransa’da anlatması ise doğru bir tercih ama burada da Hollywood’a özgü bir gariplik kendisini gösteriyor: Örneğin bir sahnede sanat galerisinin camında Fransızca yazıları görürken, hemen ardından aynı galerinin içindeki başka yazıları İngilizce olarak gösteriyor bize filmimiz!

Giyotin ile cezalandırdığı mahkum ile konuşmasından sonra onun söylediği doğaüstü olayları yaşamaya başlayan ve kendisini karşı koyamadığı gizemli bir gücün ellerinde bulan yargıcı özellikle düşük bütçeli korku filmlerinin usta oyuncusu Vincent Price canlandırıyor filmde. Genellikle rol aldığı filmlere olumlu anlamda damgasını vuran ve kendisine has mimikleri ve vücut dili ile hikâyeye seyir keyfi katan Price burada o denli başarılı görünmüyor. Kaşlarını kaldırarak konuşması ve uzun boyu ile sarsak hareketleri burada hikâyeye pek de uygun değilmiş gibi görünüyor ve filmi gereğinden fazla “ucuz” gösteriyor. Bunda elbette Robert Kent’in senaryosunun da payı var; orijinal hikâye insanlığın başına bela olan ve onların iradelerini ele geçiren bir “varlık”tan söz ederken, burada önce bir mahkumun ve onun ölümünden sonra da bir yargıcın iradesine hükmeden bir “varlık” çıkıyor karşımıza. Bir başka deyişle insanlığın değil birey(ler)in içine düştüğü bir “delilik” var filmin odağında.

Filmin efektleri de başta gözlerde parlayan yeşil ışık olmak üzere dönemin koşullarına göre de hayli zayıf ama düşük bütçesinin açıkladığı bir durum bu. Üstelik yargıcın yaptığı büstün yüz ifadesinin mutlu bir gülümsemeden trajik bir hüzne dönüşme anı gayet başarılı olarak getirilmiş görüntüye. Gözle görünür olmayan kötücül varlığın kahramanımızın yanına giriş çıkışında pencereyi tercih etmesi ise efekt kolaylığı açısından uygun, etkileyicilik açısından zayıf kalıyor. Bıçağa yansıyan haçın bir cinayeti durdurması ve filmin sondaki banal dinsel mesajının bir rahibin ağzından karakterlere (aslında seyirciye) sunulması ise pek de iyi niyetli olmayan bir muhafazakâr anlayışın sonucu elbette.

Kusurlarına rağmen, ne olursa olsun Price’ın varlığı, Maupassant’ın havasından hayli uzaklaşmış olsa da yine de yitirmediği “küçük hikâye” havası, başta açılıştaki sis içindeki mezarlık görüntüsü olmak üzere zaman zaman karşımıza getirdiği Edgar Allan Poe ve Roger Corman atmosferi ile ilgi gösterilebilecek bir film bu. İnsanlığın iradesinin peşindeki şeytani varlığın (filmin ahlâkçı sonunu ve finaldeki vaazı düşünürsek dinlerdeki şeytanın ta kendisi olduğu söylenebilir bu varlığın) Maupassant’ın hikâyesindeki amacı burada ortadan kaybolunca, film yaptıklarını niye yaptığını anlamadığımız bir kötülükle karşı karşıya bırakıyor bizi ama buna çok da takılmamak gerekir belki de. Kaldı ki saf kötülüğün tam da bu olduğunu, yani amaçsız ve sadece kötülüğün kendisini hedefleyen bir davranış olduğunu söyleyebiliriz değil mi?

(“Bir Delinin Hatıra Defteri”)

Değirmen – Atıf Yılmaz (1986)

“Yok kaymakam, buraları fukara mahalleleri. Buraları sarsan zelzele başka zelzele”

Bir kasabadaki alem gecesinde meydana gelen “deprem”in neden olduklarının hikâyesi.

Reşat Nuri Güntekin’in 1944 tarihli aynı adlı kısa romanından Barış Pirhasan’ın uyarladığı ve Atıf Yılmaz’ın yönettiği 1986 tarihli bir film. Daha önce Turgut Özakman’ın “Sarıpınar 1914” adı ile tiyatroya da uyarladığı roman Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde yavaş yavaş çökmekte olan bir imparatorluğun izlerini yoksul bir kasabanın halkı ve yozlaşmış devlet görevlileri üzerinden anlatır bize. Başroldeki Şener Şen’in sürüklediği (ama zaman zaman önüne de geçtiği) film 80’li yılların boğucu günlerinde ve sansür kurulunun reddettiği bir senaryo ile çekilmiş. Eğlenceli, ara ara bu duyguyu yitirir gibi olsa da genel olarak temposu yerinde ve geri adım atılamayan bir yanlış anlamanın neden olduklarının sembolü olduğu bir dönemi ve toplumu bugünlere de göz kırpan bir biçimde anlatan ve ilgiyi hak eden bir çalışma.

Halkın yoksulluğu ve devlet karşısındaki aczi, kasabadaki hükümet konağı dahil tüm binaların yıkık dökük hali, devlet memurlarının “bugün git, yarın gel” anlayışları, kasabanın zenginin egemenliği ve mühendis ile hocaların toplumdaki ayrışmayı anlatan çatışmaları… Hikâyemiz tüm bunları gösterirken, Şener Şen’in canlandırdığı iyi niyetli ama düzene de pek müdahale eder görünmeyen kaymakamın ailesinin yokluğunu da fırsat bilerek, kasabanın zengininin evindeki alem gecesine katılması ve bu eğlencede tüm kasaba erkeklerinin aklını başından almışa benzeyen Nadya’nın attığı göbeklerden sarsılan evin deprem olduğu paniğine yol açması ile gelişen olayları anlatıyor. Bir gazeteye çekilen “zelzele oldu” telgrafı önce tüm ilin, sonra İstanbul’daki hükümetin ve hatta Batılı ülkelerin işin içine karışmasına neden oluyor. Ortada bir deprem vardır ama bu hissedilen sarsıntı artık yönetilemeyen bir devletin çökerken beraberindekileri de sürüklemesi kaynaklıdır ve ülkenin en ufak memurundan tepedeki şehzadeye kadar herkesi içine alan bir yozlaşmanın (Tevfik Fikret’in “Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı iştihâ sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin” mısralarını işitiriz bir karakterin ağzından) göstergesidir tüm olan biten. Depremin buradaki sembolik anlamının yanısıra, seyrettiğimiz hikâye kasabaya gelen Avrupalılar’ın yoksul halka bakışlarını o dönem Osmanlı İmparatorluğu’nu hasta adam olarak nitelemelerine bir gönderme olarak kullanmak veya Batılı görünümlü ve fikirleri pozitivizmden yana olan mühendis ile yerel din adamlarının çatışması üzerinden dönemin çatışmalarını hatırlatmak gibi yollara da başvuruyor eğlenceli bir şekilde. Her ne kadar tüm bunları anlatırken kullandığı karakterlerin hepsini yeterince derinlikli işleyememiş olsa da, genel olarak filmin bu konuda belli bir düzeyi tutturmayı başardığını söyleyebiliriz rahatça.

Fikret’in şiirinin yanısıra, Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi” adlı şiirinin de aralarında olduğu kimi şiirlerin mısralarının da senaryoda akıllı ve doğru kullanımı dikkat çekiyor. Buna karşılık filmin senaryosunun bu hasta devletin tedavisinin ne olduğu kısmını vurgulayan bölümleri hak ettiği çarpıcılıkla ele almadığını söylemek gerekiyor. Kaymakamın geçirdiği dönüşüm (sakalını kesmesi, doğaya çıkması, spor yapmaya başlaması, harap durumdaki evinin tamirine kendisinin de fiilen katılması yani işin başına geçmesi bir bakıma ve halkla ilk kez gerçekten konuşmaya başlaması vs.) bütünlüklü bir bakışla anlatılamamış filmde ve hem spor hem de özellikle doğa sahnesinde komedinin ağır basması mesajın gerilere itilmesine neden olmuş ki mesajı olan ve sembolleri ile hep bunun peşinde koşan bir hikâye için doğru bir tercih olmamış bu. Örneğin kırda kelebek peşinde koşma sahnesi, evet eğlenceli ve Şener Şen çok iyi ama kaymakamın çocuksuluğunu sergilemek ve seyirciyi güldürmek gibi yanlış bir çabanın ürünü gibi görünüyor.

Romana/filme değirmen adının verilmesini hikâyeye uygun olarak iki farklı şekilde açıklamak mümkün. Zelzele haberinden sonra kasabaya gelen herkesi, gazeteciden Kızılay görevlilerine, hasta imparatorluğun tam anlamı ile sembolü gibi olan mutassarıftan şehzadeye kadar herkesi kendi içine alıp çarkları arasında tıpkı bir değirmen gibi öğüten bir düzenin varlığı da, kaymakamın kendisinden başlayan değişim çabasının Osmanlı’nın asla eksik olmayan oyunları sonucu bir işe yaramaması, bir başka deyiş ile bireysel bir değişim ile yani taşıma suyla değirmenin döndürülemeyeceği gerçeği de bu ismin açıklayıcısı olabilir. Finalde dünya savaşının başladığını bildiren telgrafı getiren yardımcısının “Şimdi ne olacak” sorusunu “Bilmem” diye cevaplarken, kaymakam asıl zelzelenin geldiğini ima ediyor bir bakıma.

Baştaki günümüzde geçen sahnenin çok bir şey katmadığı, Serap Aksoy’un ilk sinema filminde balerin adımlarından yeterince uzak duramaması nedeni ile dansöz göbeğinin etkisinin gerektiği kadar yansıtılamadığı film, Arif Erkin’in zaman zaman fazla kendisini belli etmesine rağmen başarılı müzik çalışması, Şener Şen’in keyifli oyununa başarı ile eşlik eden ve yardımcısı jandarma erini canlandıran Ali Erkazan’ın performansı, günümüze kimi göndermeleri (özellikle “matbuat yasağı” bölümü) ve bugün de geçerli olan “fakir fukaraya her gün deprem” gerçeğini sergilemesi ile de dikkat çeken ve 1980’li yılların Türkiye sinemasından görülmeyi hak eden bir çalışma özet olarak.

Devrimci İslâm – R. İhsan Eliaçık

“Gezi” için, “Haziran İsyanı” için pek çok tanım yapıldı ve yapılacak. Ve muhtemelen zaman ilerledikçe, o günlerde olanlara özellikle de içinde olanlar daha objektif bakabilecekler. Yine de sanırım hiç değişmeyecek tanımlamalardan biri “kendimiz gibi olmayanı keşfettiğimiz ve tanıdığımız” bir sürecin adının olması Gezi’nin. Bir küçük parkın içinde farklılıkların coşku dolu bir kaos içinde nasıl yan yana yaşayabildiklerini görmek, bizim gibi düşünmeyenlerin “öteki” değil, sadece bizim farklı bir yanımız olduğunu keşfetmek ve ön yargılardan sıyrılabilmek (ya da en azından o yolda bir adım atabilmek) unutulmayacak yanlarıydı bu isyanın. Dillerine yerleşmiş cinsiyetçi ve homofobik küfürleri bağırırken önlerinden yürüyen kadın grupları ve LGBT’li gruplar karşısında mahcubiyet duyup söyledikleri sözleri belki de ilk kez sorgulayanlar, özerkliğe en zıt kutuplardan yaklaşan ama birbirini rahatsız etmemeyi de başaran gruplar veya “din” olgusuna en zıt bakışları taşıyanların nasıl bir arada olabileceğini gösteren ve Cuma namazı kılanların rahatsız edilmemesi için etraflarında “nöbet” bekleyen ateistler… Daha önce daha dar bir çerçevede tanınan Antikapitalist Müslümanlar grubu da işte bu son örneğin elemanlarından biriydi ve Gezi ile birlikte İhsan Eliaçık da Antikapitalist Müslümanlar gibi pek çok kişi tarafından ilk kez ismi duyulan, oysa özellikle 90’lı yıllardan beri yazdığı yazılarla Gezi’nin kimi öğelerini İslâmî referanslarla anlatmakta olan bir yazar. Onun “Devrimci islâm” kitabı ilk yazı olarak eklenen 2011 tarihli bir makale dışında 90’lı yıllarda yazdıklarından oluşturulmuş bir derleme havasında. 1990’lardan gelen yazıların bazılarındaki dipnotlar aracılığı ile Eliaçık, açık bir yüreklilikle düşüncelerindeki değişimleri de açıklıyor ve Gezi’nin tadını ve kokusunu 2013’ten önce hissettiriyor bu kişisel değişimlerde.

Eliaçık hemen tüm yazılarında iki devrime (1789 Fransız devrimi ve 1979 İran devrimi) referanslarla anlatıyor derdini ve İslâmın içindeki devrimci özü vurguluyor. Kürt sorunundan ülkenin içinde bulunduğu adaletsizliğe kadar her konuda İslâmın çözüm olduğunu söylüyor. Burada vurgulanan ne “katı laiklerin” ne de “İslâmcılar”ın anladığı İslâm. İslâm’ın “ahkâmlar”ını değil “değerler”ini öne sürüyor İhsan Eliaçık ve Kur’an’ın “adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat” başlıkları altında grupladığı söylemlerinin gösterdiği yolu işaret ediyor. Kelime-i Şahadet’in asıl olarak “Lehü’l Mülk – Mülk Allah’ındır” demek olduğunu ama İslamcılar’ın bu kısmı hâkimi oldukları düzeni sarsacağı için göz ardı ettiklerini söyleyen Eliaçık’ın bunun gibi başka “radikal” söylemleri de var yazılarında. Kapitalizm’in bireyi yücelttiğini, Marksizm’in ise bireyi yok ettiğini söyleyen yazarın 90’larda “İslâm Devleti” olarak ifade ettiği ideal toplumun adını 2000’li yıllarda “Adalet Devleti” olarak değiştirmesi gibi fikir değişiklikleri yazıların en ilginç yerleri arasında. Ülkenin temel çelişkisini “tarihsel ve kültürel değerlerinden meşruiyet alamayan, kökü dışarıda, dayatmacı bir resmi ideoloji ile kendi mecraında akmak isteyen toplum arasındaki bitmeyen gerilim” olarak tarif eden Eliaçık’ın fikirlerindeki değişimi en çarpıcı şu dipnot ifade ediyor sanırım: “Bugün geldiğim noktada devlet, yurt, sınır, sınıf kavramlarının kökten eleştiriye tabi tutulmasından yanayım. Doğal olmayan hiçbir şey dinî de değildir. Nihai idealimiz sınırsız, sınıfsız, devletin ve paranın ortadan kalktığı, eşit ve özgür dünya (cennet) olmalıdır.” Bir başka dipnotta, daha önce “devletin resmî referans kaynağı olarak İslâm’ı esas alması” olarak ifade ettiği düşüncesini “Devletin dini adalettir. Başkaca herhangi kurumsal bir dinin isminin geçmesine gerek yoktur. İslâm zaten devletin adaleti esas alması gerektiğini söylemektedir” ile değiştiren Eliaçık’ın kitabında bir yazıyı bitiren “Değişim rüzgâr ister, ruh ister, birikim ister, dayanışma ister, el ele, omuz omuza micadele ister, sabır ister” cümleleri değiştirmek, dönüştürmek isteyen herkese hitap ediyor kuşkusuz, değişim isteği hangi yönde olursa olsun.

Sanırım kitabı okurken, tıpkı Eliaçık’ın yaptığı gibi kendi düşüncelerinizi de sorgulamaya hazır olmak gerekiyor. Aksi bir tutum, herhalde “Gezi ruhu”na da aykırı olur. Kitabın gerek yazıların gruplanmasında, gerekse yazıların biçim ve ifadeleri açısından sıkı bir editör dokunuşuna ihtiyacı olsa da önemli bir kitap bu.