Separate Tables – Delbert Mann (1958)

“Kalabalık içinde yalnız olmak çok daha acı verici. Korkutucu, hem de çok korkutucu bir şey”

İngiltere’de deniz kıyısındaki bir otelde kalan ve yemeklerini “ayrı masalarda” yiyen konukların hikâyesi.

İngiliz yazar Terence Rattigan’ın birer perdelik ve her ikisi de aynı otelde geçen ve genelde birlikte oynanan iki oyunundan Rattigan ve John Gay tarafından uyarlanan ve Delmer Mann tarafından yönetilen bir klasik. Tamamı otelin içinde ve terasında geçen hikâye tiyatro havasından çok fazla uzaklaşmamış olsa da güçlü metni ve başarılı oyunculuk performanslarının yanısıra Delmer Mann’in sade ve klasik dili ile kendisini ilgi ile izlettirmeyi ve klasik bir tat hissettirmeyi başarıyor. İki ana öyküsü dışındaki yan öyküleri bir parça ilgisiz kalan film, dönemine göre cüretkâr temalara el atabilmesi açısından da önemli.

Film için yazılan ve Vic Damone tarafından seslendirilen “Separate Tables” şarkısı ile açılıyor film ve bir oteli evleri gibi benimsemiş görünen karakterlerin birbirine değen hikâyelerini anlatıyor bize. Terence Rattigan’ın filme kaynaklık eden oyunları iki ana hikâyenin karakterlerinin değiştiği, diğer karakterlerin (otel sahibesi, diğer misafirler vs.) ise aynı kaldığı bir yapıya sahipler ve film de bu yapıyı korumuş ve iki ana hikâyeyi belki her anında olmasa bile ilişkilendirmeyi ve aynı anda aynı mekanda geçen hikâyelere dönüştürmeyi başarmış. Şarkısında “odanın iki ucunda farklı masalarda oturan, birbirine hem çok yakın hem çok uzak olan”lardan bahseden, “erkeğin kadını arzuladığını ama kadının bunu bilmesinden korktuğunu” anlatan ve sonunda “kendileri için iki kişilik bir masa bulacaklarını” söyleyen film hikâyesinde bundan çok daha fazlasını dile getiriyor elbette. Müthiş finali (senaryosu, oyunculukları ve yalın mizanseni ile müthiş kelimesini hak eden bir final bu) ile farklı masalarda oturanların aynı masaya geçebileceğini gösteren ve bunun için “ötekini anlamaya çalışmanın” yeterli olabileceğini söyleyen film kuşkusuz en büyük desteklerinden birini oyunculuklarından alıyor. Performansları ile Oscar alan David Niven ve Wendy Hiller’ın yanısıra Deborah Kerr, Burt Lancaster, Rita Hayworth, Gladys Cooper ve Rod Taylor gibi tanınmış isimlerin de aralarında olduğu oyuncuların tümü hiç aksamadan ve üzerlerine düşeni gereği şekilde yerine getirerek filme ciddi bir katkıda bulunuyorlar. Yönetmen Mann’in ve görüntülerden sorumlu Charles Lang’in zaman zaman bir tiyatro oyunu içinde zarif bir şekilde hareket eder gibi görünen kamera aracılığı ile aktardığı görüntüler bize bir oda tiyatrosu havasını ve oyundaki sağlam oyuncuların yarattığı atmosferi sağlıyor ki filmin bugün bir klasik olarak hatırlanmasının da nedenlerinden biri bu olsa gerek. David Niven yalanların üzerine kurulu bir hayat süren ve trajik bir sırrı olan adamı tam da olması gerektiği gibi, tedirgin, çekingen ve aynı anda oyunbaz görünen bir performans ile canlandırarak öne çıkarken, filmin diğer Oscar’lı ismi Wendy Hiller ölçülü ama karakterinin duygularını bire bir yansıtan bir oyunculuk sergiliyor. Lancaster yaralı karakterine tam anlamı ile hayat katıyor her zamanki etkileyici oyunu ile. Hayworth belki diğer isimlerin bir parça gerisinde kalıyor ama yine de rolünün altından sadelik ile kalkmayı başarıyor. Başta Deborah Kerr (ki özgürlüğü için çığlık atan kız rolünde oldukça etkileyici) ve Gladys Cooper olmak üzere diğer tüm oyuncular da gerçekten çok iyiler.

Filmin iki ana hikâyesi aslında birbirinden bağımsız ve Rattigan ve Gay ikilisi çok güçlü olmayan bir şekilde ama çok da rahatsız edici olmadan bu iki hikâyenin karakterlerini bir arada tutabilmişler bir şekilde. Buna karşılık, oteldeki genç çift filmin başında ve bir de sonunda görünüp arada kayboluyorlar ve açıkçası filmde hiç olmasalardı da olurdu dedirtiyorlar. Belki her bölümünde bir farklı maceranın anlatıldığı ve bir otelde geçen bir dizinin bir bölümünün kahramanları olabilirlermiş ama burada bir parça zorlama olmuşlar açıkçası. Yine de bu hikâyenin bile filmin ana hikâyeleri ve genel havası ile örtüşen bir yanının olduğunu da söylemek gerekiyor. Evet, filmin tümünde bir cinsel gerilim hâkim ve hemen her sahnede hissediyorsunuz bunu. Eskiden evli olan çift arasında, kendisinden yaşlı eski subaya ilgi duyan kız ile asker arasında ve genç çiftin arasında dile getirilen ve getirilemeyen boyutları ile cinsel bir gerilim kendisini hep fark ettiriyor dikkatli bir seyirciye. Oyunların yazarı Rattigan eşcinselmiş ve eski subayın “sırrını” erkekleri taciz etmek olarak düşünmüş önce ama daha sonra oyunun son halinde değiştirmiş bunu ve “yumuşatmış” bu sırrı. Yine de 1958 yılı için hikâyenin, karakterlerin davranışlarının ve söylediklerinin (Genç kızın söylediği “Seks! Bu kelimeden nefret ettiğimi söyledi ve haklıydı” veya sırrını itiraf eden adamdan duyduğumuz “İnsanlar yapmamaları gereken bir şeyi neden yaparlar? Neden bazıları çok fazla içer ve başkaları bir günde 50 sigara içer? Çünkü, sanırım buna engel olamadıklarından”) yeterince cüretkâr olduğunu söylemek gerekiyor.

Utanç, anlamak, affetmek, uzalaşmak ve kabullenmek ile dolu ve gerilimi çok iyi ayarlanmış final sahnesi ile bile klasik olmayı olmayı hak eden filme son biçimini veren yönetmen Delmer Mann değil, filmin oyuncularından ve yapımcılarından biri olan Burt Lancaster olmuş ve Mann epey mutsuz olmuş bundan. Mann’in tercihleri ile sonlansaydı nasıl farklı bir sonuç ortaya çıkardı bilmiyorum ama görme şansımız olan sonuç hikâyelerin ve karakterlerin yavaş yavaş açıldığı, birbirine bağlandığı ve anlatıldığı gibi zariflikle sonuçlanan bir film. Biraz eskimiş veya bir başka deyişle modası geçmiş bir havası var ve bugün naif ve hatta “aptalca” görünebilir hikâye(nin bir kısmı, en azından) evet, ama yine de klasik klasiktir demeli ve görmeli filmi kesinlikle.

(“Ayrı Masalar”)

Bluebird – Lance Edmands (2013)

“Bir avukat tuttum, elinde ne var ne yok hepsini alabilirim”

Küçük bir kasabada okul otobüsü sürücüsü bir kadının bir hatasının neden olduğu olayların hikâyesi.

ABD’li sinemacı Lance Edmands’ın yazdığı ve yönettiği bir ilk film. Bağımsız sinema örneklerinden olan çalışma, küçük bir hatanın neden olduğu trajik olayları iki aile üzerinden anlatıyor ve kimi anlarında hedeflediği atmosferi (yalnızlık, mutsuzluk vs.) yakalıyor ama, görüntülerinin örneği olduğu bir şekilde anlatımının soğuk tarzı nedeni ile seyircisini yanına çekmekte ve bir cazibe alanı yaratmakta zorlanıyor sık sık.

Henry David Thoreau’nun “The Maine Woods” adlı gezi günlüğünün “Ktaadn” adlı bölümünden bir alıntı ile başlayan film küçük bir kasabada okul otobüsü sürücülüğü yapan iyi yürekli ve tecrübeli bir kadının bir anlık dalgınlık ile yaptığı hatanın kendi ailesi ve bir başka aile üzerinde neden olduğu olayları anlatıyor bize. Bir trajedi söz konusu filmde ve senarist/yönetmen Edmands bu trajediyi soğukkanlı bir anlatımla getiriyor karşımıza doğru bir tercihle. Ne trajedinin kendisinin ne de yan olayların altını çizmiyor, vurgulamıyor kesinlikle. Ne var ki bu mesafeli duruşu dengeleyecek bir çekim noktası yaratmakta da zorlanıyor film. Sürekli kar altındaki bir Maine kasabasından karşımıza sık sık çıkan sessiz, ıssız ve “soğuk” görüntüler kasabada mutluluğun pek de hüküm süremeyeceği bir atmosferin hâkim olduğunu söylüyor bize. Bu görüntü tercihlerini destekleyen mesafeli bir anlatım da filmin soğuk havasını artırıyor; karakterlere ısınmamıza izin vermiyor Edmands. Öyle ki oyunculuklar da bizi kendilerinden hep belli bir mesafede tutacak şekilde sergileniyor. Tüm kadın oyuncular bu soğukluğu yine de bir şekilde aşarak karakterlerini yansıtabiliyorlar ama erkek oyuncular yönetmenin bu tercihleri ile yeterince iyi baş edebilmiş görünmüyorlar ne yazık ki.

Bir parça dağınık başlayan ama hikâyesini daha sonra süratle toparlayan film karakterlerinin hikâyelerini de yukarıda belirttiğim nedenlerle yeterince çekici kılamıyor seyirci için. Oysa Danny Bensi ve Saunder Jurriaans imzalı müzik filmin gidebileceği ve bunu başarabilse çok daha etkileyici olabileceği bir yönü işaret ediyor bize. İkilinin müzik çalışması serinkanlı ama tedirgin edici içeriği ile hikâyenin -belki de hedeflediği ama- ulaşamadığı bir sonucu veriyor bize. Jody Lee Lipes’ın görüntüleri hikâyenin atmosferine gayet uygun ve özellikle yarattıkları ıssızlık ve yalnızlık duygusu ile hem etkileyici olmayı hem de özellikle dış çekimlerde o kasabada yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu seyirciye hissettirmeyi başarıyor. Dört kadının, bir başka deyişle iki anne ve onların kızlarının öyküsü olan filmin senaryosu kısa süresine rağmen kimi fazlalıkları da barındırıyor gibi. Örneğin, eski sevgili ile karşılaşma sahnesine ne gerek olduğunu anlamak zor. Eğer sondaki “ben de özür dilerim” cümlesini açıklamak içinse bu sahne, hayli zorlama durduğunu ve üstelik filmin geneline hâkim olan mesafeli bakışa ters düştüğünü de söylemek gerekiyor.

Kusurlarına rağmen ilgiyi hak eden bir film bu ama. Öncelikle sıradan görünen hikâyesi altında insanı tüm gerçekçiliği ile anlatıyor bize. Sıradan bir Amerikan filminin sonuna kadar sömüreceği duygulardan ve kimi kolay yollardan -anneliği kutsamak gibi- uzak duruyor ve bizi baş başa bırakıyor karakterleri ile. Yukarıda belirttiklerim ile zıt düşmüş gibi görünecek olsa da, şunu da belirtmeli ki bu derece yoğun duyguları barındıran bir filmin kolaylılkla düşebileceği duygusal patlama tuzağından uzak durabilmesi de takdiri hak ediyor. Karakterler iç dünyalarında yaşıyorlar bu patlamaları, duygularını paylaşmıyorlar ya da paylaşamıyorlar diğerleri ile. Bu karakterlerin sinemada her zaman karşımıza çıkmayan işçi sınıfından olması da önemli, günümüz sinemasında zengin, büyük, gösterişli karakterlerin hâkim olduğunu düşündüğümüzde. Bir parça daha enerjisi olabilse ne iyi olurmuş diye düşündürten film, karakterleri ile birlikte kasabanın kendisinin de git gide nasıl soluk bir hal aldığını anlatabilmesi ile de ilgiyi hak eden bir çalışma.

(“Mavi Kuş”)

Battal Gazi’nin İntikamı – Natuk Baytan (1973)

“Silah sözü işittin mi babanı, yemek sözü işittin mi ananı dinleyeceksin”

Battal Gazi’nin, karısını öldürüp çocuğunu kaçıran Şövalye Andrea’dan aldığı intikamın hikâyesi.

1970’lerin Yeşilçam’ının ve seyircisinin pek sevdiği Battal Gazi serisinden bir film. Duygu Sağıroğlu’nun senaryosundan Natuk Baytan’ın çektiği film başroldeki Cüneyt Arkın’ın fiziksel performansı ile ayakta duruyor ve serinin diğer filmleri gibi bol milliyetçilik içermesinin yanısıra yoğun bir dinsel içeriğe sahip olması ile de dikkat çekiyor. Mantığın hemen her anında hikâyenin dışında kaldığı film “gâvurlara” karşı savaşan müslüman Türkler’in maceralarına ve Cüneyt Arkın’a düşkün olanlar için sadece.

Battal Gazi’nin Oğlu” filmi için yazdıklarımın hemen tümünü bu fim için de tekrarlamak mümkün aslında. Yine de bu filme de “hakkını vermek” ve kimi farklılıklarını vurgulamak için bir şeyler söylemekte yarar var. Yeşilçam’ın tarihsel avantür filmlerinin olmazsa olmazı “mantığın çöktüğü anlar”la başlayalım. Senaryo bu filmi diğerlerinden farklı bir konuma oturtan dinsel içeriğini önümüze boca ederken ve dinsel propagandasını yaparken Allah ve Tanrı ikileminin arasında kalmış görünüyor. Seküler dilin Tanrı kelimesi ile ifade ettiğini muhafazakâr dil Allah ile ifade eder genelde ve Tanrı kelimesinin çok tanrılı dillerdeki kavramı işaret ettiğini öne sürerek ret eder. Filmimiz de ilk yarısında Tanrı kelimesi ile başlayıp, ikinci yarısında Allah ile devam ediyor çoğunlukla. Duygu Sağıroğlu’nun senaryosu bu iki farklı dile de hizmet etmeye çalışmış ama bunu yaparken kafası da karışmış görünüyor. Örneğin içinde Tanrı kelimesi geçen bir cümle kuran Battal Gazi hemen ardından okunu atarken “Ya Allah” diye bağırıyor ve karısını ve çocuğunu Allah’a emanet ettiğini söylüyor bir soru üzerine. Dil konusundaki bu kafa karışıklığı aslında filmin mantık problemlerinin en hafifi denebilir. Tahmin edilebileceği gibi mantıksızlıklar birbirinin peşi sıra akıp duruyor karşımızda hikâye boyunca. Üç buçuk (!) kılıç darbesi ile on kişinin birden ortadan kaldırılması, sırtına hayli ağır görünümlü bir haç bağlı olan Battal Gazi’nin onlarca “gâvur” askeri ile tek başına savaşması, bir şişenin içindekini koklar koklamaz bir robota dönen adam, sekiz yıl hücrede kalan kahramanımızın çıkar çıkmaz gösterdiği üstün fiziksel beceriler, vücuduna saplanmış ve biri göğsündeki 3 okla yine onlarca düşman savaşçısını alt eden Battal, kendi halinde yaşayan bir dedenin görür görmez Battal Gazi’yi tanıması (fotoğrafını görmüş olmalı önceden!), tüm hikâye boyunca yüzleri açık gezindikleri halde bir sahnede öyle yapmaları gerektiği için müslüman kadınların müslüman oldukları için yüzlerini açmaması ve üstelik gâvurların kalesine dansözlüğe giderken bunu yapmaları ve filmin son sahnesinde Battal’ın “yıllarca koynumda sakladım” diyerek oğluna verdiği sancağı o ana kadar giyinik veya çıplak Battal’ın üzerinde hiç görmemiş olmamız… Bu örneklere daha pek çoğu eklenebilir kuşkusuz.

Yine pek çok farklı kaynaktan çalınmış müziklerin ve bu müziklerin “Tanrı’ya şükür” ifadesinin hemen ardından yanık bir ney sesi dinletmek gibi kaba kullanımlarının benzer filmlerde olduğu gibi burada da karşımıza çıktığı filmde erkek ve kadın rolleri de altı defalarca çizilerek net bir biçimde vurgulanıyor seyirci için. Kaleye girmek için kadın kılığına giren erkekler bir alay, aşağılama ve hatta erkek olduğunu bilenler için bile bir cinsel taciz konusu oluyorlar. Öyle ki Türk toplumunun bu roller konusundaki ortalama görüşünün, hikâyenin milliyetçi ve dinci içerikleri ile birlikte bu tür filmler tarafından şekillendirilmiş olduğunu düşünüyor insan. Defalarca kelime-i şehadet getirilen bir film bu. Tek başına, ikili ve gruplar halinde karakterler Hristiyanlık’tan İslâmiyet’e geçerken, ölürken vs. her fırsatta dile getiriyorlar bu “şahitliklerini”. Tüm gâvurların kötü kelimesinin karşılayamayacağı aşağılık sıfatlarla donanmış olduğu hikâyede tanık olduğumuz kötülükler anlatılır gibi değil. Sadist hristiyanlar namaz kılan ve ezan okuyan Müslümanları okla vurmaktan, doğramaktan müthiş bir zevk alıyorlar, en ufak bir ahlâk duygusu taşımıyorlar, işkence yaparken kahkaha atıyorlar vs. tahmin edileceği gibi. Senaryo bununla da yetinmiyor ve aynı eylemi yapan (örneğin birini soymak) bir müslümanı överken bir hristiyanı yerin dibine batırıyor ve bunun bir örneği olduğu gibi hikâyenin başından sonuna sürekli olarak iki dini karşı karşıya getiriyor. Hristiyan şövalyeye göre Battal Gazi’nin en büyük suçu binlerce hristiyanı müslüman yapmak, Battal oğlunun Hristiyan olduğunu görünce verdiği tepkiyi başka hiçbir şey için o düzeyde vermiyor, tüm hristiyanlar korkak ve elbette tüm müslümanlar cesur, her zaman müslüman bir erkek hristiyan bir kadınla birlikte oluyor ama tersi ancak tecavüz sahnelerinde karşımıza geliyor, defalarca “gâvur” kelimesi kullanılıyor aşağılamak için vs.

Dövüş sahnelerinin uzadıkça uzadığı bu tür filmlerde kurgunun yeri de hayli ilginç aslında. Sürekli atlanan, zıplanan, dinamik ve çok ama çok dağınık hikâyesi olan bu tür filmlerin kurgusunu yapmak gerçekten sabır ve yetenek istiyor olsa gerek! Cüneyt Arkın’ın tüm fiziksel sahnelerin altından yine şaşırtıcı bir cesaret ile kalktığı, kendisinden oyunculuk açısından atlamak, zıplamak, uçmak ve kızdığında da öfkeli bakışlar atmak şeklinde özetlenebilecek beklentiyi kesinlikle karşıladığı film, sadece ve sadece ne seyredeceğinin farkında olan ve farkında olduğu bu şeyden de -neden bilinmez- hoşlananlar için. Ve belki bir de bu ülkenin içinden çıkamadığı bir zihinsel boşluğa nasıl düştüğünü ve yönetimi altında olduğumuz zihniyetin oluşum izlerinin nerelere kadar uzandığını keşfetmek isteyenler için…

Çıplak Vatandaş – Başar Sabuncu (1985)

“Amirlerine itaatkâr, iş arkadaşlarına saygılı, hem de güler yüzlü ve kanaatkâr”

Ailesini geçindirmekte sıkıntılar yaşayan toplumun orta direk kesiminden bir adamın çıldırma hikâyesi.

1980’lerden bir Türk sineması klasiği. Turgut Özal’lı yıllar, zamlar, orta direk, hayatımıza son sürat giren “liberal” politikalar… Başar Sabuncu’nun yazdığı ve yönettiği eser, Şener Şen’in oynadığı hemen tüm filmlerde olduğu gibi -hem olumlu hem olumsuz anlamda- zaman zaman onun tek kişilik şovuna dönüşen, kesinlikle eğlendiren ve bunu yaparken de dönemin ekonomik, sosyal ve ahlâki değerlerine çekinmeden saldıran bir çalışma. Arada eleştirisi didaktik bir yapı da alan film, 80’lerden günümüze kalabilmeyi başarmış ve ilgiyi hak eden bir eser.

Bambu bir koltukta çıplak olarak oturan Şener Şen fotoğraflı afişi ile de hatırlanan film, kahramanı İbrahim’in üstü çıplak ve altında da sadece iç çamaşırı ile bir İstanbul gecesinde caddelerde koşması ile başlıyor. Hikâye önce onu bu eylemi yapmaya götüren olayları anlatıyor, daha sonra da “skandalın” doğurduğu sonuçları sergiliyor. Filmin eleştirisi Sabuncu’nun senaryosundan kaynaklanırken, komedisi de ağırlıklı olarak Şener Şen tarafından yaratılıyor performansı ile ki bu durum filmin hem zayıf hem güçlü yanları aynı zamanda. Başar Sabuncu senaryosunda dönemin muhafazakâr liberal iktidarının tüm politikalarını bu politikaların getirdiği sonuçları ile birlikte eleştirisinin konusu yapıyor. İş adamlarından gazetecilere, medyadan siyasete her alan payını alıyor bu eleştirilerden ve “benim memurum işini bilir” anlayışının iktidarda olduğu bir ülkede işini bilemeyen bir saf, sevecen ve iyi yürekli bir adamın başına gelenleri tüm “çıplaklığı” ile önümüze getiriyor. Şener Şen’in İbrahim karakteri bir açıdan ortalama bir Türkiye vatandaşını temsil ediyor. Zar zor geçindirdiği dört çocuğu varken beşincisini de Allah kısmetini verir diye seve seve karşılayan ve sonsuz bir iyimserlik dalgası içinde yüzüyor görünen adam tüm zamları örneğin, “petrol ve dolar artınca, normal tabi” diye kabulleniyor. İktidarın politikalarının yarattığı zorlukların da üzerinden gelmeye çalışıyor tüm gücü ile. Sigarayı bırakıyor, öğle yemeklerine çıkmıyor ve ikinci, üçüncü, dördüncü işlerde çalışmaya başlıyor ta ki çıldırdığı o ana dek.

Senaryo hayli farklı alanı ve konuyu eleştirisinin alanına aldığı için zaman zaman her birine öylesine dokunup geçmek zorunda kalıyor ve bu durum da filmin gücünü azaltıyor. Senaryoda zaten var olan bir kusuru, sahnelerin nerede ise birbirinden bağımsız çekilmiş havasını da destekliyor bu tercih ve her zaman bir bütünsellik içinde olmadan Şener Şen’in tek kişilik şovu ile eğleniyor, olan bitenle de sistem eleştirisine tanık oluyoruz. Hikâyenin bu her şeye değinme telaşı kimi karakterlerin hayli klişe görünmesine de neden olmuş. Örneğin muhalefet liderinin tüm sahneleri hayli zayıf yazılmış ve çekilmiş ve liderin kendisi de çok kolaya kaçarak oluşturulmuş görünüyor. Gazete yöneticisinin de ipek gömlek ve fuları ile bu zayıflıktan nasibini aldığını belirtelim. Hikayede aslında daha da önemli bir rolü olabilecek gazeteci kadın ise onca farklı sahnesine rağmen içinin doldurulabileceği bir karaktere sahip olamamış aynı nedenle.

Kahramanımızı çıldırma noktasına getiren olayları gazetecinin röportajları le anlatmaya soyunmuş filmimiz ama bu sahneler pek güçlü değil ve “anlatma” düşüncesi “göstermekle yetinmek” düzeyinde kalmış çoğunlukla. Sessiz çekilip sonradan seslendirilmesinin de sıkıntılarını yaşıyor filmimiz ve kimi dış sahnelerde ortam sesi kayboluyor sık sık. Bu durumun filmde bir sessizliğe neden olabileceğini düşünebilirsiniz ama tam tersi oluyor ve Melih Kibar’a ait olan müzik filmin her boşluğunu hayli gürültülü bir şekilde dolduruyor. Açılış sahnesinin filmin ilerleyen dakikalarında aynen tekrarlanmasını ise hem bütçe sıkıntısına hem de bir parça kolaycılığa bağlamak gerekiyor sanırım. Keşke bu sahne en azından farklı kamera açıları ile çekilmiş bir şekilde ve/veya farklı bir kurgu ile tekrarlansaymış. Bir de tek gözü açık uyuyan bekçi gibi ne hikâye ile ilgisi olan ne de komik olan karakterlerden kurtulsaymış filmimiz.

Yukarıdaki kusurlarına karşın, film kesinlikle eğlenceli ve kimi hayli güçlü sahnelere sahip. Şener Şen elbette çok iyi oynuyor ve zayıf yazılmış olsa da tüm seyyar satıcılık sahnelerinde kelimenin tam anlamı ile döktürüyor. Özal’ı taklit ettiği sahnede veya minübüs içinde herkesin yüzünde kendi yüzünü gördüğü sahnede de çok başarılı Şener Şen ve gerçekten keyif veriyor. Dans eden kızının elbisesindeki melek kanadığını öfke ile kopardığı sahne ise hem Şener Şen’in yüz ifadesi için hem de Sabuncu’nun senarist ve yönetmen olarak yaratmayı başardığı trajedi için defalarca izlenebilecek güzellikte. Filmin buna benzer başka anları da var. Örneğin kahramanımıza tüm ev halkının sırt çevirdği sahne iyi yazılmış ve oynanmış ve filme de müthiş bir hüzün katmış. Evet, belki daha derin yazılabilir ve daha sağlam temelleri olabilirmiş filmin eleştirilerinin ama yine de 1980 darbesinin hedeflediği biçimde tüm toplumsal yapıları ve bunlardan beslenen ve bunları besleyen örgütleri birer birer yok edilmiş, bireyselliğin öne çıktığı ve kısacası her koyunun kendi bacağından asıldığı bir ülkeyi 1985 gibi darbenin etkilerinin hâlâ çok belirgin olduğu bir ülkede çekinmeden getirebilmiş karşımıza filmimiz. Başta toplumun tüm değerlerini nasıl yitirdiğini gösteren reklam sahneleri olmak üzere, hayli etkileyici bir biçimde oluşturulmuş pek çok sahnesi var filmin ve finali ile iktidarın ve tüm bileşenlerinin en ufak bir direnişi ya kendi içine alıp etkisizleştirdiğini ya da bunu yapamıyorsa yok ettiğini vurgulaması da önemli. Sondaki halkın çıplak direnişi ise -bir parça fazla uzatılmış olsa da- hayallerle gerçeklerin nasıl farklı uçlarda olduğu bir ülkede yaşadığımızı hatırlatması ile önemli. Güldüren, düşündüren, hüzünlendiren ve “direnmek” isteyenlerinin işini nasıl da zor olduğunu gösteren bu film kısa bir sahnedeki Müjde Ar sürprizi ile vuruyor darbelerinden birini ve kesinlikle görülmeyi hak ediyor.