Bir Son Duygusu – Julian Barnes

İngiliz yazar Julian Barnes’ın 2011’de prestijli The Man Booker ödülünü kazanan romanı. Hatırlama, geçmiş, zaman, bellek ve hayatın ne olduğu üzerine hüzün verici ama okuma tecrübesi açısından keyifli bir kitap bu. “… ancak sonunda anımsadığınız şeyler tanık olduklarınızla her zaman aynı olmuyor diyor” romanın baş karakteri ve hikâyeyi ağzından dinlediğimiz Tony Webster. Artık yaşlı ve emekli bir adam olan Webster geçmişi hatırlıyor, yorumluyor ve kendisine bir günce bırakıldığı haberi ile birlikte sorguluyor yaşadıklarını (ya da yaşadığını düşündüklerini). Hem duygusal hem ironik bir anlatımı olan roman sanırım en çok iki öğesi ile dikkat çekiyor: Yalnızlık, kuşkuculuk ve memnuniyetsizlik ile örülü satırları ve bunları destekleyen finali ilki bu öğelerin. İkincisi ise geçmişin “gerçek” hali ve belleğin ona verdiği (ya da verdiğini sandığı) biçiminin çelişkisi üzerinden okunabilecek zamanın akışı.

Kahramanın kolej döneminde bir tarih dersinde tarihin ne olduğu sorusuna verdiği “Tarih, zafer kazananların yalanıdır” cevabını hocası “… tarihin aynı zamanda yenilenlerin öz yanılsamaları olduğunu…” cümlesi ile karşılıyor hocası. Arkadaşı ve romanın da kilit karakterlerinden biri olan Adrian ise “Tarih, belleğin kusurlarının, belgelemenin yetersizlikleriyle buluştuğu noktada üretilen kesinliktir” cevabını veriyor aynı soruya. Tarihin tanımı için verilen bu cevapları kahramanın (anlatıcının) hayatı, bir başka deyişle kişisel tarihi için de düşünmek gerekiyor ve sürprizli finalinin de bir örneği olduğu gibi kitap belleğin hatırladıkları/hatırlamadıkları/hatırlamamayı seçtikleri üzerine okuyucuyu da kendi tarihi için düşünmeye teşvik ediyor. 1960’lardan başlayarak günümüze kadar uzanan hikâye boyunca Webster karakterinin hem anlatıcı olması hem de bu anlatıcılığının çok da güvenilir olmaması kitaba ayrı bir çekicilik katmış açıkçası. Romanın son bölümünde geldiği konum (yalnızlığını, mutsuzluğunu ve çarpıcı bir ifade ile “ne kadar az şeye meydan vermiş olduğunu” farketmesi) bu karakteri edebiyat tarihinin kalıcı karakterlerinden biri yapmaya yeterli olabilir kanımca.

Barnes zaman ve geçmiş üzerine düşünür ve düşündürtürken hayli hüzünlendiriyor da okuyucusunu ve bunu çok da ideal bir iyilikle donanmış olmayan bir karakter üzerinden yapmayı başarıyor. “Gençken, kendimiz için farklı gelecekler yaratırız, yaşlandığımızdaysa başkaları için farklı geçmişler uydururuz” cümlesi bir bakıma romanın özeti olabilir. Gençken hayal ettiği geleceklerin hiçbirini yakalayamamış ve hayatının bu son aşamasında vasatlık, pişmanlık ve hayal kırıklığı ile karşı karşıya kalmış bir adamın bize hikâyeyi anlatırken bir bakıma “uydurması” temel olarak okuduğumuz. Buradaki uydurma ile kastettiğim yalan söyleme vs. gibi bir eylem değil; belleğin yaşananları hatırlamayı tercih ettikleri nedeni ile gerçekten zaman zaman uzaklaşılması sadece söz konusu olan. Kaçırılan fırsatlar, onarılamayacak hatalar ve yaşanan hayatın vasat olduğu ile yüzleşmenin neden olduğu hayal kırıklıkları üzerine dillendirilenler Proust’un “zaman” üzerine yazdıkları kadar derin değil elbette ve Veronica karakterinin “anlamıyorsun ve hiçbir zaman da anlamayacaksın” sözlerinin gereğinden fazla tekrarlanması gibi problemleri de var ama kitabın verdiği zevki azaltacak kusurlar değil bunlar.

(“The Sense of an Ending”)

Parada – Srdjan Dragojevic (2011)

“Partnerim bir rüya gördü ve ona inandı. Sonuna kadar inandı. Bu şehirde özgürce yürüyebilmesinin mümkün olduğuna inandı”

Sırbistan’daki “gay parade” yürüyüşüne katılanların korumasını üstlenmek zorunda kalan homofobik ve maço bir adamın hikâyesi.

Sırp yönetmen Srdjan Dragojevic’in yazıp yönettiği ve Sırbistan, Slovenya, Hırvatistan, Makedonya, Fransa ve İngiltere ortak yapımı olarak çekilen bir film. Yapımcısı olan Balkan ülkelerinde ve ek olarak Karadağ ve Bosna Hersek’te hayli ilgi gören bu komedi ağırlıklı filmi ilginç kılan iki temel özelliği var: Bunların birincisi Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra çıkan iç savaşın ardından oluşan yeni ülkelerin çoğunun ortak yapımcısı olduğu ilk film olması ve hikâyesinde bu savaşı ve taraflarını çekinmeden alaya alabilmesi. İkincisi ise Sırbistan gibi eşcinsellerin hayatının pek de kolay olmadığı ve “gay parade” denen yürüyüşlerin sık sık saldırıya uğradığı bir ülkede geçen bir komedi olarak çekilmesi filmin. Bu özellikleri filmi ilginç ve ilgiye değer kılıyor kesinlikle ama komedisinin bu denli ağır basması ve sık sık sululuklara ve klişelere başvurması filmin sinema sanatı açısından değerini düşürüyor.

Film bir bilgilendirme ile başlıyor; Sırp, Hırvat, Boşnak, Arnavut vs. halkların birbirleri hakkında kullandığı aşağılayıcı kelimeleri söylüyor bize önce ve sonra tüm bu farklı halkların üzerinde uzlaştığı tek aşağılayıcı kelimeden bahsediyor: Eşcinseller için kullanılan “peder” kelimesi bu. Girişi bu şekilde hayli eğlenceli ve derdini (birbirinden bu denli nefret eden halkların ortak nefret objelerinin olması) çok iyi anlatan bir şekilde yapıyor hikâyemiz. Hikâyesi de aslında sıkı bir komedi için hayli uygun: Yakın bir zaman kadar birbiri ile savaşmış adamların bu kez ortak bir görev için bir araya gelmeleri ve bu arada sözle sataşma düzeyinde kalsa da birbirlerinden nefretlerinin hâlâ sürüyor olması, tüm bu karakterlerin aslında “erkekliklerine” düşkün hayli maço tipler olması ve üstlendikleri işin eşcinselleri korumak olması vs. Ne var ki karakterleri tanıtmaya başladıkça filmin zayıflıkları de birer birer karşımıza gelmeye başlıyor. Öncelikle hikâyenin bir komedi için bile hayli zorlama bir şekilde ilerliyor olması dikkat çekiyor. Tüm gelişmeler sanki daha çok yönetmenin vermek istediği mesajlar için birbirinden ayrı düşünülmüş ve bu nedenle de birbiri ardına karşımıza çıkınca bir bütünsellik ve gerçekçilik duygusu yaratamayan sahneler ile getiriliyor görüntüye. Bunun üzerine tüm karakterlerin nerede ise ilk anda akla gelebilecek tüm klişelerle bezenmiş olmasını ve komedinin dozunun sık sık kaba veya sulu bir hal almasını da ekleyince, film sinemasal açıdan vasat bir düzeyin üzerine çıkamaz oluyor çoğunlukla.

Hikâyede sadece eşcinsel karakterler değil, örneğin tüm o maço erkekler de hayli kaba çizgilerle çizilmişler ve üzerinde düşünmeye imkan bırakmıyorlar. Evet, eşcinsel erkeklerin tümü mutlaka feminen, “ince” zevkleri olan, tasarım hayranı ve gördükleri her şeyde “gay” izler arayan tipler vs. ve heteroseksüel erkeklerin tümü de kaba, güce düşkün ve her türlü incelikten uzak vs. hikâyeye göre. Yönetmenin neden bu tercihlerde bulunduğunu anlamak mümkün aslında. Karakterleri bu denli zıt kutuplara yerleştirerek kolay ve politik doğrucu bir yaklaşımdan uzak durmaya çalışmış Dragojevic öncelikle ve hikâyenin diğer alanlarında olduğu gibi cesur bir duruş sergilemek istemiş. Bu açıdan bir sakınca yok ve hatta takdir de edilebilir bir tercih bu ama sonuçta filmin mesajların içinde zaman zaman boğulmasına ve sinema zevkinin aşağıya çekilmesine neden olmuş bu tercihler aynı zamanda. Eşcinsel karakterlerden birinin veteriner olup, herkesin kolay kolay yaptıramayacağı kanlı bir doğumu yaptırırken gösterilmesi de bu durumu yeterince değiştirememiş.

Bu önemli kusuru bir yana, filmi cesareti için kesinlikle takdir etmek gerekiyor. Bir Batı ülkesi için çok daha sıradan görünebilecek bir hikâyeyi Balkanlar coğrafyasında hiç çekinmeden dile getirebilmesi ve üstelik bunu etnik kökenlere dayalı ve aralıksız süren esprilerle de desteklemesi kesinlikle çok önemli. Burada çarpıcı bir durumun üzerinde de -bir parça hüzünle üstelik- durmak gerekiyor. Tüm bu halkların aslında birbirine ne kadar benzediğini ve aralarındaki düşmanlığın tüm o tarihsel ve politik ayrımların dışında aslında ne kadar anlamsız olduğunu fark ediyorsunuz. Balkanların Ortadoğu’ya benzer bir şekilde nasıl olup da kıyımların, katliamların sahnesi olabildiğini bu hikâyedeki karakterleri düşününce anlamak bir kez daha imkânsız hale geliyor. Bu bağlamda, film tüm Balkan ülkelerinin halklarını birbirine bakmaya davet ediyor ve bir dostluk umudunun peşinde koşuyor. Hedefine ulaşması zor ama çok zor, evet, yine de üzerinde uğraşmaya değer bir çağrı bu kuşkusuz.

“Ben Hur” filmindeki eşcinsel aşkı keşfetme veya Hırvatistan’da özellikle Sırp birası isteme gibi eğlenceleri sahneleri olan ve Igor Perovic imzalı ve Balkan esintileri taşıyan müziği ile eğlendiren filmde oyuncular karakterlerinin fazlası ile karikatür düzeyinde çizilmesinin sıkıntılarını yaşıyorlar ama yine de kendilerinden bekleneni yapıyorlar çoğunlukla. Öne çıkan oyuncu ise Limun rolündeki Nikola Kojo oluyor ve hikâyenin sürükleyiciliğini sağlıyor çoğunlukla. Genel havasına ters düşen ve keşke tüm hikâye bu finale daha uygun olsaydı dedirten sert finali ile “öteki” olarak görülenlerin işinin çok zor olduğunu bir kez daha vurgulayan film, sinema değerinden çok anlattığı ile önemli ve ilgiyi hak ediyor. Neo-Nazi örgütlerinin tehditleri ile karşılaşılan ve sürekli finansal bir sıkıntının kendini hissettirdiği bir çekim süreci olan film Balkanlar’ın komünizmden kapitalizmin kucağına düşen toplumlarının yaşadıklarını sadece eşcinsellerin hakları açısından değil, yozlaşma ve ötekinden nefret gibi hayli önemli konular açısından da ele alan bir eser olarak da dikkate alınmalı. Son bir not olarak, filmin Balkan ülkelerindeki kiliseler ve özellikle sağ kesimdeki politikacılar tarafından sert bir biçimde eleştirildiğini ve tipik bir “geri kalmışlık” göstergesi olarak ve netameli konulara değinen her sanat yapıtının yaratıcısının başına geldiği gibi “hainlik” örneği olarak yaftalandığını ekleyelim.

(“The Parade” – “Geçit”)

Tigerland – Joel Schumacher (2000)

“Arkadaş olmayalım. Yarın ölebilirsin ve o zaman seni çok özlerim”

ABD’nin savaşı kaybettiğinin artık açıkça konuşulduğu günlerde, Vietnam’a gönderilmek üzere eğitilen acemi askerlerin hikâyesi.

Orijinal bir senaryodan yola çıkılarak çekilen ve Joel Schumaher’in yönettiği bir film. Vietnam savaşını değil, oraya gönderilmek için eğitilen askerlerin yaşadıklarını konu alan ve çok belirgin/güçlü olmasa da anti-militarist içeriği ile dikkat çeken film, “Tigerland” adı verilen ve fiziksel koşulları Vietnam’a benzediğ için askerlerin eğitimi için kullanılan bir yerden alıyor adını. Başroldeki Colin Farrell başta olmak üzere kadrosunun başarılı performansı ve karakterlerinin iyi çizilmesi ile takdiri hak eden film sert ve militarist bir aksiyon hikâyesi olmak yerine daha farklı bir konumda durmayı seçmiş ama bu konumunu çok da güçlü ve etkileyici bir şekilde dile getirememiş. ABD’de sınırlı olarak gösterime çıkabilen (aynı anda en fazla beş sinemada gösterime görebilmiş örneğin) ve gişede başarısız olan film, yine de bu ticari başarısızlığı hak etmeyen ve görülmeyi hak eden bir çalışma.

İlk ve bugüne kadarki tek uzun metrajlı film senaryolarına imza atan Michael McGruther ve Ross Klavan ikilisine ait olan senaryo özellikle ilk bölümü ile Kubrick’in “Full Metal Jacket” filmini çağrıştırabilir pek çok kişiye. Kaybedildiğini herkesin bildiği bir savaş için Vietnam’a gitmeden önce eğitilen askerlerden birkaçına odaklanarak anlatılan hikâye öncelikle Colin Farrell’in canlandırdığı Bozz karakteri ile ilgi çekiyor. Bu anarşist ruhlu ama güçlü kişiliği ve cesareti ile diğer erler arasında doğal bir liderlik konumuna yükselen karakter filmin en büyük artılarından biri. Farrell’in dinamizm, mizah ve sertliği bünyesinde aynı anda barındırabilen başarılı performansı ile canlandırdığı karakter filmin anti-militarist yanının da önde gelen unsurlarından. En iyi arkadaşı olan ve savaşa karşı olduğu halde vatanını sevdiği için gönüllü olarak askere yazılan Paxton karakterinin ağzından anlatılan hikâye aslında bildik şeyleri söylüyor (acımasız eğitim, zalim komutanlar, savaşın bozduğu psikolojiler, her biri kendine özgü hikâyesi olan karakterler vs.) ama bunları tutarlı bir şekilde anlatabilmesi ile bu kusurunu çoğunlukla affettirebiliyor. Vietnam gibi ABD halkı üzerinde travma yaratmış bir savaşın kendisini değil, o savaşa hazırlanılmasını gösteren film özellikle Tigerland denen bölgede geçen sahneleri ile aslında savaşın kendisini de getiriyor bir bakıma karşımıza. Eğitimde oynanan savaş oyunu Vietnam’a gitmeden Vietnamı yaşatıyor genç askerlere ve bize. Ne var ki bu sahnedeki kişisel bir çekişme bu duyguyu bir parça zedeliyor ve sonuçta yaratıcı bir yönetmen ile değil Joel Schumacher ile karşı karşıya olduğumuzu hatırlatıyor.

1971 sonbaharında geçen filmin anti-militarist mesajı gereği kadar iyi işlenememiş olsa da yine de takdire değer. Bozz karakterinin Dalton Trumbo’nun savaş karşıtı ve yine onun senaryosu ve yönetmenliği ile sinemaya aktarılan ünlü kitabı “Johnny Got His Gun” kitabını okurken gösterilmesi, gönüllü olarak orduya katılan bir askerin yaşadıklarından sonra fikrinin değişmesi, çavuşların konuşturmak için Vietnamlılar’a uygulanacak işkencelerin eğitimini verirken gösterilmesi ve ABD ordusunun 500’e yakın silahsız sivil Vietnamlı’yı öldürdüğü My Lai katliamından -eleştirel olarak- söz edilmesi filmin bu savaş karşıtlığının kimi örnekleri, hikâye boyunca karşımıza çıkan. Tüm bunlar elbette güçlü bir barış mesajına dönüşmüyor ve daha da önemlisi asıl soru, ABD’nin Vietnam’da ne aradığı hiç gündeme gelmiyor ama ana akım Amerikan sinemasının isimlerinden Schumacher’in yönettiği bir filmde tüm bunları görebilmeyi olumlu bir puan olarak kaydetmek gerekiyor.

Belki de savaşın kaybedilmiş olduğunun bir sembolü olarak oldukça dağınık ve inançsız olarak sergilenen ordunun mensuplarının bu hikâyesini çoğunlukla el kamerası ve düşük bir bütçe ile çekmiş Schumacher ve bu tercihin filme kattığı bir gerçekçilik ve tedirgin edicilik duygusunu hissedebiliyorsunuz. Ne var ki bu olumlu yanının karşısında filmin sık sık bir Amerikan filmi olduğunu hatırlatan başka tercihler de (iki baş karakterin aynı odada iki kadınla seviştiği sahnenin gereksizliği gibi) olmuş ve sonuç arada kalan bir filme dönüşmüş doğal olarak. Hikâyesi gereği zaten yüksek bir ticari başarı peşinde değilmiş film ama sık sık ticari bir bakışa göz kırparak anlattığı hikâyeyi de zedelemiş (ki çok da derin veya yeni olmaması gibi bir zayıflığı da var hikâyenin). Finalinin Hollywood bakışına aşina olan bir kişinin kolayca tahmin edebileceği bir içeriğinin olması zaten hikâyenin aslında pek de farklılaşamadığının tipik bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Hayli ticari bir sevişme sahnesinden sonra iki askerin hayat ve savaş üzerine felsefî konuşmalara dalması ve bunu üstelik kadınlar henüz odada iken yapması filmin ne yardan ne de serden vazgeçebildiğini gösteriyor bize. Başarılı görüntü yönetmeni Matthew Libatique’in kamerası ile özellikle ikinci yarısında etkileyici ve gerçekçiliği yüksek anlar yakalamayı başaran film zaman zaman başta “Full Metal Jacket” olmak üzere kimi güçlü filmlerin soluk bir kopyası gibi dursa da ve Schumacher adına tam başarılamamış bir “yaratıcı yönetmen filmi” örneği olsa da, başarılı kasting çalışmasının da katkısı ile ilgi gösterilmeyi hak ediyor.

(“Cehennemin Ortasında”)

Kill the Irishman – Jonathan Hensleigh (2011)

“Bütün becerebileceğiniz bu mu? Danny Greene’i öldürmek için birkaç torpil patlatmaktan daha fazlasını yapmanız gerekir”

1970’li yıllarda Cleveland’daki organize suç örgütlerinden birinin lideri olan İrlanda asıllı Danny Greene’in hikâyesi.

Amerikan mafya tarihinin “efsane” isimlerinden Greene’in hikâyesi Rick Porrello’nun kitabından Jeremy Walters ve filmi yöneten Jonathan Hensleigh tarafından uyarlanmış sinemaya. Hensleigh filmi çekebilmek için on yılı aşkın süre bir harcamış ve finansmanın bir kısmını da kendisi karşılamış filmi çekebilmek için. Aralıklarla film yöneten Hensleigh’nin bu üçüncü filmi öncelikle hedefini tutturamaması ile dikkat çekiyor: Bir efsaneyi lâyıkı ile anlatabilmek için yeterince güçlü bir film değil bu ve süresi için uzun bir hikâye anlatmaya çalışması nedeni ile gereğinden hızlı ilerliyor epik bir anlatımın gerektirdiğinin aksine. İyi oynayan kadrosu, kısıtlı bütçeye rağmen başarılı çekilmiş aksiyon ve özellikle patlama sahneleri ve ABD’nin tarihinin bir yandan da (ve belki de asıl olarak) bir suç tarihi olduğunu hatırlatan gerçek bir hikâyeyi gündeme getirmesi ile ilgi çekebilecek bir film yine de.

1970’lerin suç dünyasından bir efsaneyi, efsanevî özellikleri ile anlatmak istiyorsanız hem hikâyenin hem de mizansen anlayışının hakkını vermeniz gerekiyor. Elbette bir efsaneyi sadece bir birey, bir insan olarak da ele alıp sade bir hikâye de çıkarabilirsiniz ortaya ve bu hikâye ile de güçlü bir sinema üretebilirsiniz. Filmimiz bunu tercih etmemiş ama. Böyle olunca da film eleştirileri hak ediyor elbette. Öncelikle hikâye tam adı ile Daniel John Patrick “Danny” Greene’i neyin efsane kıldığını aktaramıyor seyirciye. Bir sahnede anlatıcı sesin (ki çocukluğundan onu tanıyan dedektifin sesi bu ve hikâyeye bu anlatıcılığı ile ne kattığını anlamak mümkün değil) onun bölgesinde “Robin Hood” olarak tanındığını vurgulaması ile şaşırıyorsunuz nerede ise çünkü o zamana kadar bu özelliğinden hemen hiç bahsedilmemiş veya yeterince vurgulanmamışken, bu ifadeyi kullanıp arkasından da bunu destekleyen bir iki sahne göstermek başarılı bir sinemacılık örneği değil açıkçası. Evet, kahramanımız güçlü, korkusuz ve cesur (bunu destekleyen ve kimi özellikle de iyi oynandığı için etkileyici de olan) pek çok sahne var ama bunların hiçbirinde onun “iyiliğini” vurgulayan bir unsura rast gelmiyorsunuz. Hikâyenin bir kusuru da kahramanın İrlandalı olmakla ilgili duduğu gurur ve kimi sembollerle gösterildiği üzere anlaşılan filmin de bu gururu doğruluyor olması ama bu doğrulamanın gerekçesi de yansımıyor seyirciye. Komşu İrlandalı kadınla bununla ilgili sahne ise hayli eğreti duruyor açıkçası.

Bir efsaneyi anlatan ama bize ancak efsanenin gölgesini yansıtabilen filmin en büyük faydası ise Amerikan tarihinin nasıl da suçla iç içe geçmiş bir tarih olduğunu göstermesi. Yozlaşmış sendikalardan yargı sistemine, film 1970’lerin Cleveland şehrinin organize suç örgütlerinin elinde olduğunu anlatıyor bize. Sadece 1976 yazında 36 bombalama olayının olduğu, ona yakın suç örgütü lideri ve üyesinin mafya içi çatışmalarda öldüğü bir şehirden bahsediyoruz. Hikâyenin aktardığı kadarı ile polis örgütünün olan biteni seyretmekten başka bir şey yapmadığı (ki yukarıda da belirttiğim gibi, anlatıcı rolüne büründürülen bir dedektifin zaman zaman ve neden o anlarda olduğunu anlayamadığımız bir şekilde ne olduğu ile bir iki cümle söylemesi hayli garip) o tarihlerde suikastler ve çatışmalar birbirini izleyip durmuş. Hikâyemizin anlattığı Greene karakteri de eli kanlı ve acımasız bir mafya lideri ve filmin neden burada zaman zaman da zorlayarak (tüm o Robin Wood ve Kelt efsaneleri sahneleri vs.) olumlu bir tip çıkarmaya çalıştığını anlamak pek mümkün değil. Evet, bir “efsane” olmuş olabilir ama herhalde sinemacının görevi bu efsanenin “gerçek yüzünü” daha iyi ortaya koymak olmalı diye düşünüyorum. Gerçek hikâyede olduğu gibi filmde de onun sonu neyse ki şehirdeki suç örgütlerinin nerede ise mekanik bir şekilde çökmesini sağlıyor ki bundan bir teselli çıkarabiliriz belki.

Kadın karakterlerinin (özellikle ilk eşin) hayli silik çizildiği filmde temel olarak diğer karakterler iyi anlatımış ve iyi de oynanmış. Başroldeki Ray Stevenson senaryonun elverdiği ölçüde işini başarı ile yapıyor. Aralarında Vincent D’Onofrio, Val Kilmer ve Christopher Walken’ın da (Walken daha önce defalarca canlandırdığı karakterlerden birini oynuyor olsa da) olduğu diğer oyuncular da filme oyunculuk anlamında güç katmışlar. Yönetmen Hensleigh filme tümü ile hâkim olamamış görünse de özellikle şiddet ve aksiyon sahnelerinde hayli başarılı bir iş çıkarmış ve doğru bir kurgunun da yardımı ile gerçekten etkileyici sahneler çekmiş. Başta açılış sahnesi olmak üzere ki film için sonradan yeterince yerine getirilemeyen pek çok şey vaat ediyor bu sahne, tüm öldürmeler kesinlikle çok başarılı. 1970’lerden pek çok şarkıyı da karşımıza getiren film pek çok eksiğine rağmen yine de göz atılmayı hak eden bir “avantür biyografi”.

(“Bulletproof Gangster” – “İrlandalıyı Öldür”)