What’s Eating Gilbert Grape – Lasse Hallström (1993)

“Zavallı Gilbert!… Kümese tıkılmış, herkese bakarken kendini tamamen unutmuş”

Obez annesi, otistik erkek kardeşi ve iki kız kardeşten oluşan ailesini ayakta tutmaya çalışırken, kendi hayatını yönetemeyen bir gencin hikâyesi.

Peter Hedges’ın aynı adlı romanından kendisi tarafından uyarlanan ve İsveçli yönetmen Lasse Hallström tarafından yönetilen bir ABD yapımı. 1985’de çektiği “Mitt Liv Som Hund – Bir Köpek Olarak Hayatım” adlı filmle kazandığı uluslararası başarıdan sonra ABD’de çalışmayan başlayan Hallström’un Amerikan sinemasına gösterdiği uyumun bir örneği olan film iki “farklı” üyesi olan bir ailenin hikâyesini hafif bir mizahî tonu ihmal etmeden, dramı ve romantizmi dozunda birleştirerek anlatmayı başarıyor ama bugün belki de en çok Leonardo Di Caprio’nun olağanüstü oyunculuğu ile hatırlanıyor ve kimi yan karakterleri zengin kılmayı başarması ile de dikkat çekiyor. Karakterleri tanıdıktan, bir başka deyiş ile onlara ısındıktan sonra çekiciliğini artıran film Ingmar Bergman’ın görüntü yönetmeni olarak tanınan İsveçli Sven Nykvist’in çalışması ile de önemli olan ama hikâyesinin sık sık yeterince ilginç görünmediği bir çalışma aynı zamanda. Finalde hikâyenin Hollywoodvari bağlanması ve karakterlerinin ilginçliğine sığınarak hikâye anlatmayı arada unutması gibi kusurlarını da atlamamak gerekiyor.

Oyunculuk dalında dört kez aday olduğu Oscar’ı hiç kazanamamak gibi “kötü” bir ünü olan Leonardo Di Caprio yardımcı bir rolde ama performansı ile diğer tüm oyuncuları adeta ezip geçiyor filmde. Mimiklerinden vücut diline, otistik bir karakteri mükemmel bir yorumla getiriyor karşımıza ve adeta kendisine aşık ediyor. Ağabeyinin büyük bir sevgi ve sabırla koruduğu, arkadaşı olduğu ve yönlendirdiği karakterinin otistik olması onun oyunculuk başarısını daha da anlamlı kılıyor çünkü farklı gördüğü insanlardan uzak durma veya görmemezlikten görme eğilimi olan geniş kitlelerin gözünde bu “farklılığın” normalleşerek yok olmasını sağlayabilecek kadar güçlü bir performans sunuyor, en azından bir film süresi boyunca. Onun başarısı bir parça gölgeliyor olsa da filmin diğer oyuncuları da başarılı oyunculuklar sergiliyorlar. Filme adını veren ve bir yandan kendi hayatını nasıl kuracağını bulmaya çalışırken, diğer yandan ailesini tüm sorunları ile birlikte ayakta tutmaya çalışan Gilbert karakterinde Johhny Depp (o da üç kez aday olduğu Oscar’ı henüz hiç kazanamamış bir isim) “uykulu” bir sesle ve vücut dili ile oynadığı karakterinde başta biraz garipsetiyor kendini ama hikâye ilerledikçe ve seyirci olarak onun tüm hayatına vakıf olmaya başladıkça bu ruh halinin oyuncu tarafından kesinlikle doğru bir şekilde belirlenmiş bir tercih olduğunu anlıyorsunuz. Obez anne rolündeki ve tek sinema filmindeki Darlene Cates kendi gerçek hayatında da fiziksel özelliği nedeni ile yaşadığı dramı görüntüye getirmeyi başarıyor. Bu öyle bir dram ki yıllarını evin alt katında bir kanepede geçiren, insanlardan hep uzak duran ve onların meraklı ve alaycı bakışlarına maruz kalmaktan dolayı acı duyan ve oğlunun bahçedeki doğum gününü bir perdenin arkasından izlemek zorunda kalan bir karakterin neler hissediyor olabileceğini tüm açık yürekliliği ile siz de hissediyorsunuz. Gilbert’ın hayatına giren genç kızı canlandıran Juliette Lewis (ki o da gerekliliği hayli tartışmalı olsa da Depp’in oyun tarzını benimsemiş) ve kahramanımızın ilişkide olduğu evli kadını oynayan Mary Steenburgen da oyunculuklarını aksamadan sergiliyorlar.

Filmin muhtemelen kaynaklandığı romanda da yer alan temel problemi ise karakterlerin zenginliğinin olay örgüsünde kendisini gösteremiyor olması. Evet, bir takım gelişmeler oluyor ama tıpkı hikâyenin yaşandığı kasaba gibi sanki bir şeylerin hiç değişmediği, hep aynı kaldığı bir film bu. Yönetmen Hallström senaryonun bu problemini oyuncuklarla, filmin hafif ve hoş mizahını ustaca kullanmakla ve yine hafif olarak adlandırabileceğimiz mizansen anlayışı ile gidermeye çalışmış ve bir ölçüde de gidermiş görünüyor. Sven Nykvist’in sıcak ve pastel renkleri ve dizginlenmiş bir uçarılık barındıran mizansen de, hikâyenin geçtiği kasabanın monoton hayatına bir şekilde uyum sağlamış karakterlerin hayatını ilginç kılmakta yardımcı oluyor filme. Burada yönetmenin kimi sahnelere “Hollywood dışı” bir bakışla kazandırdığı çekiciliği de hatırlatalım: Örneğin bir ölüm ve sonrasında yaşananları zarif ve dozu doğru bir duygusallık ile anlatmayı başarmış Hallström ve hikâyenin genel havası ile çok uyumlu ve duygu sömürüsünden kesinlikle uzak duran bir stil ve içerik ile tam bir başarıya imza atmış.

Hikâyede aksayan temel unsurlar da var ne yazık ki: Birincisi Gilbert’in çalıştığı küçük marketin kasabanın dışında açılan süpermarket ile yaşadığı ve yenik düştüğü rekabet, bu unsurların. Kasabaya gelen fastfood zincirini de katarak düşündüğünüzde de burada hikâyenin tam olarak derdinin ne olduğunu anlamak pek mümkün değil. “Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı” hikâyesi ile ne amaçlamış film, anlaşılmıyor kesinlikle. Gilbert ile kasabaya gelen kız arasındaki aşk ilişkisi de başlangıcı, finali vs. ile fazlası ile Hollywood kokuyor ve pek doğal da görünmüyor açıkçası. Bir başka problem olarak da Gilbert’in kız kardeşlerinin onca sahnelerine rağmen yeterince derinleştirilememiş olmasını da eklemek gerekiyor. İçerdiği dram ve karaktarlerin hayatlarındaki zorluklar düşündüldüğünde filmin mizahı da eleştiriye açık aslında. Örneğin evin çökmeye yüz tutan tavanının anne ile ilişkilendirilmesi bir parça rahatsız edici. Kusurlarına rağmen belki de sadece Leonardo Di Caprio’nun yürek burkan performansı ile bile ilgiyi hak eden bir film, özetle.

(“Gilbert’ın Hayalleri”)

The Passage – Harry Thompson (1988)

“Sana sınıf farkının ne olduğunu öğretmediler mi?”

Babasının karşı çıktığı bir evlilik yapan bir kadının ve kocasının mutlu bir yuva kurmaya çalışmasının hikâyesi.

Yönetmeni Harry Thompson’un ilk ve tek filmi olan çalışmanın senaristi, yapımcısı ve baş oyuncusu Dee Law da bu film ile sinemadaki yine ilk ve tek deneyimini gerçekleştirmiş. Sınıflar arası bir aşk hikâyesi gibi başlayarak -sinemasal yetkinlik açısından değil ama en azından içerik olarak- bir umut vaat eden film, kısa sürede bunu da boşa çıkararak sıradan bir aile filmine dönüşüyor. Amerikan hayatına/toplumuna eleştirel kılıflı bolca övgüsü de olan film sınıf ayrımının olumsuz sonuçlarının da zenginlerin “iyiliği” ile ortadan kalkacağı iddiasını tekrarlayan tipik bir muhafazakâr bakışı da getirmekten çekinmiyor karşımıza. İçeriğindeki problemler bir yana bırakılırsa, eli yüzü nispeten düzgün, daha çok bir televizyon filmi havasında bir film bu. Seyri zarar vermeyen ama bir katkısı da olmayan filmlerden.

Bizde “Küçük Ev” olarak gösterilen ve orijinal adı “Little House on the Prairie” olan televizyon dizisini bilenler için, bu filmin o dizinin 1800’lü yıllardan 1900’lü yılların ilk yarısına taşınmış havasına sahip olduğunu ve daha çok bu tür bir dizinin pilotu olarak çekilen bir eser atmosferine sahip olduğunu söylemek yeterli olur sanırım, film hakkında özet bir fikir vermek için. Zengin bir aile, yoksul bir aile, yoksul ailedeki genç erkeğin zengin ailenin kızı ile olan aşkı ve kızın ailesinin karşı çıkmasına rağmen gerçekleşen evlilik, aile kurma ve mutlu olma çabaları… Pek çok Yeşilçam filminin de özeti olabilir bu kuşkusuz. Ve tıpkı o filmler gibi, nedense hep yoksullar daha umutlu ve mutlu, zenginler ise mutsuz bir hayat sürerler. Sınıf veya refah farkı ise kötüdür ama hayatın olması gereken bir gerçeğidir ve zaten zenginler iyi olduğu sürece ki yeterince iyi zengin vardır etrafta, bu da bir sorun değildir. Kaldı ki iyi bir eşe ve bolca sağlıklı ve güzel çocuğa sahip olduktan sonra para nedir ki! İşte filmimizin Dee Law imzalı senaryosu tüm bu muhafazakâr ve kapitalizmi doğrulayıcı klişelerin hepsini birden taşımaktan çekinmeyen bir filme kaynaklık ediyor.

1929 yılında genç kadının üniversiteyi bitirerek (ve kısmetini beklemek üzere) ailesinin yanına dönmesi ile başlıyor filmimiz. Bir süre sonra da 1935 yılına taşınıyor hikâye ve kahramanlarımızın yaşadıklarını izlemeye devam ediyoruz. Dee Law filmin senaryosunu yazıp, yapımcılığını ve baş oyunculuğunu üstlenip epey yatırım yapmış filme ama ne hikâyesi yeterince gerilim noktası taşıyor ve benzerlerinden farklılaşabiliyor ne de kendi oyunculuğu vasatın üzerine çıkabiliyor. Senaryo zaman zaman sanki farklı dizi bölümlerinin bir araya getirilmiş halini hatırlatıyor ki bu da hikâyenin akışında bir tıkanıklık hissine neden oluyor. Kimi sahneler ise (örneğin treni yakalama sahnesi) hikâyeye bir katkı sağlamaktan veya bir takım olguları açıklayıcı olmaktan çok, Dee Law’un kendi şovu için yazılmış gibi duruyor. Kilisenin/dinin dönemin gerçeklerine uygun olarak ve hikâyenin geçtiği yerin de Texas olduğunu hatırlayarak filmde kapladığı yer anlaşılabilir olsa da, filmin adının İncil’deki “pasaj”lardan esinlenerek belirlenmiş olduğunu akılda tutmakta yarar var.

Yönetmen Harry Thomspson filmi eli yüzgün biçimde anlatmış çoğunlukla ama kimi tuzaklara düşmekten de kurtulamamış. Örneğin aşıklarımızın “birlikte olduğu” ilk sahnenin mizanseni epey eğreti duruyor ve ilk öpüşmeden sonra bastıran yağmur da (ki filmin bir diğer adı da “After The Rain” ve kadının ailesinin arası ile bozulmasına neden olan “şey”in işte tam bu yağmurla birlikte olmasına da bir gönderme herhalde) oldukça yüzeysel bir tercih doğrusu. Genç adam ve büyükbabasının sarhoşluk sahnesi de kötü oynanmış, yazılmış ve yönetilmiş. Adamın kutsal kitaplardaki Samson’un adını bir lakap olarak taşıması ve bu nedenle de hep uzun saçlı gezmesi ise ilginç bir şeylerin sembolü olacak gibi dursa da senarist Law bununla ne yapacağını pek bilememiş sanki. Samson’un iki zayıf noktası olduğu söylenir: Gücünü aldığı saçları ve güvenilmez kadınlara karşı olan zaafiyeti. Hikâyede saçlarına böyle bir gönderme yok ve eşi de dört çocuk yapan, sadık ve fedâkar bir kutsal ev kadını olarak güvenilmez sıfatını hak etmiyor elbette. Öyleyse?…

Özellikle dramatik anlarında hikâyenin geçtiği yıllara değil de daha yakın tarihe aitmiş gibi görünen bir müzik çalışması olan film mutlu son ve zorlamayan bir hikâye arayanlar ve televizyon estetiğinden rahatsız olmayanlar için ve seyredilip unutulacak türden bir çalışma.

(“After the Rain” – “Yağmurdan Sonra”)

Elle S’en Va – Emmanuelle Bercot (2013)

“Daha kısa bir süre önce küçük kasabamdaydım. Sadece araba ile biraz dolaşmak istedim, sonra her şey birbirini izledi”

Hem iş hem özel hayatında sorunlar yaşayan bir kadının torunu ile çıkmak zorunda kaldığı yolculukta yaşadıklarının hikâyesi.

Sinemada oyuncu, senarist ve yönetmen olarak farklı roller üstlenen Emmanuelle Bercot’nun yönettiği ve Jérôme Tonnerre ile birlikte senaryosunu yazdığı film tam bir “kadın filmi”. Başroldeki Catherine Deneuve’un ustaca içine girdiği karakterini elle tutulur şekilde somutlaştırdığı film sadece onunki değil diğer pek çok karakteri ile kadınları ve hayli içeriden bir bakışla ele alan bir çalışma. Ortada değişik veya sıkı bir hikâye yok belki ama başta Deneuve’ün performansı olmak üzere, bu romantik ve hafif komik film ilgi çekebilecek farklı öğelere sahip. Seyircisini Deneuve’un fiziksel ve ruhsal yolculuğuna katabilen bir film olarak ilgiyi hak ediyor.

Emmanuel Bercot’nun filmi taşıdığı klasik sinema havası ile dikkat çekiyor öncelikle. Açılış ve kapanış jeneriğinde kullanılan yazılar karakter tipleri (font çeşidi), büyüklükleri ve renkleri ile 1970’leri hatırlatırken, Bercot bu 70’ler havasını seyrek de olsa başvurduğu -ama açıkçası her zaman anlamlı görünmeyen- zumlarla da destekliyor. Bu bir çeşit nostalji havasını destekleyen bir başka unsur ise Deneuve’un karakterinin 1969 Breton güzeli olması ve geliri hayır işlerinde kullanılmak üzere gerçekleştirilen bir takvim çekimi için aynı yılın diğer Fransa bölge güzelleri ile bir araya gelmesi. Film abartmadan ve hemen hep hoş sahnelere vesile olacak şekilde bu “yaşlı güzeller”den akıllıca yararlanıyor bu nostalji havası için. Tüm o güzel kadınlar, baş kahramanımız ve onun kızı ve annesi filmin biri hariç tüm baskın karakterlerini de içererek eseri bir kadın filmi yapıyor gerçekten. Kadınların birbiri ile veya erkeklerle ilişkileri, bu ilişkilerden beklentileri, hayal kırıklıkları vs. belki tanıdık ama aynı zamanda zarif bir hikâye ile geliyor karşımıza. Bir başka deyişle üç farklı kuşaktan kadınlar hikâyenin parçası oluyorlar ve filme bir kadın bakışının egemen olmasını sağlıyorlar. Hikâyeye girip çıkan bir erkek bir parça saf görüntüsü ile, torun karakteri ise büyüklere bağımlılığı ile erkeklerin pek de güçlü görünmemesine neden olmuşlar ve bunu bozan tek erkek karakter büyükbaba oluyor ki onun da yaralı bir yanı var aslında. Deneuve’un karakterinin bunaldığı anda çıktığı bir küçük gezintinin hem onu hem etrafındakileri değiştirecek bir yolculuğa dönüşmesinin hikâyesi bu nedenlerle özellikle kadınlar için ayrı bir çekicilik taşıyor özet olarak.

Bercot filmde sıkı bir şarkı listesine de yer vermiş ama bu şarkılar sadece güzellikleri ile değil, aynı zamanda doğru bir zamanlama ile kullanılmaları nedeni ile de ilgi çekiyor. 1960’lardan günümüze uzanan (“This Love Affair – Rufus Wainwright veya “Une Petite Fille – Claude Nougaro gibi) şarkılar veya kimi klasik müzik eserleri filmin klasik dilini de destekleyecek şekilde kullanılmışlar. Guillaume Schiffman imzalı ve Breton bölgesinin doğal güzelliğinden ustaca yararlanan, zaman zaman pastel bir görünüm alan görüntü çalışmasının başarısını da atlamamak gerekiyor. Özellikle finaldeki uzun ve pek de orijinal görünmeyen “kırda bir aile yemeği” sahnesini benzerlerinden farklılaştıran da onun görüntüleri oluyor açıkçası. Filme hâkim olan küçük mizah havasını da atlamamak gerekiyor bu arada. Tüm sıkıntıları, pişmanlıkları ve umutsuzluklarına rağmen karakterlerin hayatlarına küçük mizah anları katan senaryo filme kesinlikle ilave bir çekicilik kazandırmış; Kahramanımızın kocasının nasıl öldüğünün hikâyesinden bir sahnede giydiği ve göğüslerinin üzerine gelen bölümünde “Dokunma” yazan kıyafetine ve kimi diyaloglara kadar bu mizah anları kesinlikle eğlenceli.

Benzerlerine özellikle İtalyan filmlerinden aşina olduğumuz kırdaki yemek sahnesini görüntüleri dışında bir şekilde başarılı kılan bir başka yanı da yönetmenin farklı küçük hikâyeler içeren bu sahneyi kalabalık karakterlerine rağmen sade bir koreografi ile karşımıza getirmeyi başarması sanırım. Genç bir kızken yaptığı ve hayatında trajik bir anı bırakan yolculuğundan sonra hep yaşadığı bölgede kalan kadının bu kez hayli uzaklara yaptığı yolculuğun hikâyesi tıpkı jeneriğinin vurguladığı gibi sarının sıcaklığını taşıyan bir film. Rahatça “kendini iyi hisset” türüne sokulabilecek film açıkçası bu hedefini tutturuyor da. Bir zorlama hissettirmeden hem karakterlerine hem de bize dünyanın yaşamaya değer olduğunu anlatmayı başarıyor ki samimiyet ile verilen bu mesajın pek de bir sakıncası yok bence. İlk yarım saatinde biraz tonunu bulmakla uğraşır gibi görünen film aradığına ulaştıktan sonra daha fazla keyif veren bir çalışma. Kapanış jeneriğinde Fransız sinemacı Claude Miller’a ithaf edildiği söylenen film aslında Catherine Deneuve’a da adanmış görünüyor. Açılış sahnesinde arkadan çekimle saçları ile tanıştığımız oyuncunun yüzü, ayakları, gençlik fotoğrafları vs. bir fetiş seviyesine çıkarılmadan hikâye boyunca karşımıza geliyorlar ve bir sahnede yolda tanıştığı ve kendisinden genç bir erkeğin gençliğindeki “tahmin ettiği” güzelliğine övgüleri üzerinden bugünkü zarif ve olgun güzelliğine de bir gönderme yapıyor hikâyemiz sanki. Genç oyuncu Nemo Schiffman ve Paul Hamy’nin de dikkat çektiği çalışma Deneuve üzerinden Fransız sinemasının kimi ustalarına (Jean Renoir, François Truffaut, André Téchiné vs.) gönderdiği selamlar ile ilgi çekebilecek, pozitif havalı bu film ilk yarısı bir parça dağınık olsa da ilgiyi hak eden bir çalışma özetle.

(“On My Way” – “Kadının Yolu”)

Misery – Rob Reiner (1990)

“Bir numaralı hayranınım. Endişe edecek bir şey yok. İyileşeceksin. Sana çok iyi bakacağım. Bir numaralı hayranınım”

Geçirdiği bir kazadan kendisini kurtaran “bir numaralı hayranı”nın elinde korkunç günler geçiren ünlü bir yazarın hikâyesi.

Stephen King’in aynı adlı romanından William Goldman’ın senaryosu ve Rob Reiner’in yönetmenliği ile çekilen film bugün en çok başroldeki Kathy Bates’in Oscar kazanmasını da sağlayan oyunu ile hatırlanıyor belki de. Hikâyenin temel geriliminin bir okuyucunun sevdiği bir karakteri öldürmeye karar veren bir yazara yaşattıklarından kaynaklandığını düşününce, sanat – sanat eseri – müşteri (izleyici, okuyucu vs. anlamında) üçgeni üzerine bir söylemi olduğu da söylenebilir filmin ama karşımızdaki daha çok gerilim yaratmaya ve hatta korkutmaya yeltenen ve bunu çoğunlukla da başaran bir çalışma. Romandaki kimi daha korkunç öğeleri yumuşatmış olsa da yine de zaman zaman fazlası ile “rahatsız edici” olabilen yapım, çağrıştırdığı Hitchcock filmi “Psycho – Sapık” veya Kubrick’in başyapıtı -bir başka King uyarlaması- “The Shining – Cinnet” filminin epey gerisinde kalan ve biraz mekanik bir anlatımı olan bir eser. Finalde dozu kaçmış ve nerede ise güldüren mücadele sahnesi bir kenara bırakılırsa, yine de geriliminde aksamadığı söylenebilecek film Bates’in çok başarılı oyununun yanında James Caan’ın başarılı performansı ile de ilgiyi hak ediyor.

Stephen King yıllar sonra, hikâyede yazarı esir alan kadının kendisinin o sıralarda yaşadığı uyuşturucu ve alkol sorununun sembolü olduğunu itiraf etmiş. Yazarı tamamen kendi kontrolü altına alan, onu istemediği şeyleri yapmaya zorlayan (bir başka deyiş ile, iradesi dışında davranışlara zorlayan) bir karakteri ve bir yandan yaşamı besleyen ama öte yandan sona doğru götüren bir eylem olarak yazma eylemini ele alan film farklı okumalara da açık elbette. Örneğin bir sanatçının ürettiği bir eserin ondan çıktıktan sonra artık ne kadar ona ait olduğunu tartışabilirsiniz hikâye üzerinden veya sanatçının yaratma sürecinde ne kadar özgür olduğunu (veya tersten söylersek ne kadar bağımlı olduğunu) konuşabilirsiniz hikâye aracılığı ile. Ne var ki bir Stephen King romanı ve ondan sadık ve fazlası ile mekanik bir şekilde uyarlanmış bir Hollywood filmi ile karşı karşıya kaldığımızı düşünürsek, bu konulara fazla takılmamak gerekiyor. Bu durumda da tüm hikâyeyi popüler bir seri romanın yazarı olan ama artık daha ciddi şeyler yazmak isteyen bir yazarın bu serinin kadın kahramanını öldüreceği son romanına hayli sert bir tepki gösteren bir hayranın neden oldukları olarak özetleyebilirsiniz. Üstelik bu kadın hayran hakkında manyak/sapık ifadelerini rahatça kullanabileceğinizi de söylersek, onun bir “okuyucu” olması bile önemini yitiriyor.

Başroldeki Kathy Bates’in herhalde hayatının rolü olarak görüp epeyce asıldığı ve çoğunlukla yönetmen Rob Reiner’in tercihlerinden kaynaklanan bir şekilde zaman zaman abartının sınırlarında dolaştığı bu rolün altından ustalıkla kalktığını söylemek gerekiyor öncelikle. James Caan kabul etmeden önce yazar rolünün neden bazı ünlü isimler tarafından ret edildiğini de açıklayan bir şekilde onun karakterinin öne çıktığı bir hikâye bu ve Bates de sonuna kadar kullanıyor bu avantajını. Aslında burada avantajın yanısıra bir de dezavantajı var Bates’in: Karakterinin sıkı sık değişen ruh halleri. Böyle bir karakteri inandırıcılığı yitirmeden oynamak hayli zor olsa gerek ve sanatçı bunu da başarıyor çoğunlukla. Bu karakterin gölgesinde kalan yazar rolünde ise -dezavantajına rağmen- James Caan da döktürüyor kesinlikle ve hatta zaman zaman Bates’in fazla “bağıran” oyunculuğunu sakin oyunu ile dengeliyor da. Küçük bir rolde ve misafir oyuncu tadında karşımıza gelen usta oyuncu Lauren Bacall ise vasat yazılmış rolü ile kendisini gösterme fırsatını bulamıyor ne yazık ki.

Filmin kimi biçimsel incelikleri de Hollywood’un usta zanaatkârlığının örnekleri olarak gösteriyor kendisini. Örneğin kadının yazarla yediği romantik akşam yemeğindeki yaka önlüklü kıyafeti gerçekten müthiş bir tercih ve üzerinden epey söz üretebilir meraklısı bu kıyafetin. Kadının elindeki kutudan benzini yatağa döktüğü sahnede adeta yazarı (ve/veya eserini) takdis eder gibi bir vücut dili ile hareket ediyor olması bir başka örneği bu biçimsel başarının. Buna karşılık düğümün çözüldüğü kavga sahnesinde kadın ile adamın (okuyucu ile yazarın!) nerede ise saç saça başa dövüşmesi epey yanlış bir tercih olmuş ve o ana kadar yarattığı korku ve gerilimin yerini nerede ise komediye bırakmasına neden olmuş görünüyor. Bundan daha önemlisi ise yukarıda referans olarak verdiğim “Psycho” ve “Shining” adlı filmlerin aksine, bu filmin kendine has bir dünya veya bir stil yaratamamış olması ve bu nedenle de tanıdık gelmesi sık sık. Bu da kameranın arkasındaki ismin Hitchcock veya Kubrick gibi bir deha olmamasının sonucu olsa gerek. Şerif ve aynı zamanda yardımcısı olan eşinin hikâyeye kimi hoş mizah anları da kattığı filmde şerifin olayı çözmesini sağlayan cümleyi keşfetmesindeki zorlama bir yana bırakılırsa, iyi yazılmış ve oynanmış bu filmde görüntü yönetmeni Barry Sonnenfeld’in mekanları görüntülemekteki ve kimi objektif tercihlerindeki başarısı da dikkat çekiyor. Üstte belirttiğim farklı okumalara başkalarını da katabileceğiniz (örneğin bir hemşire olan kadının geçmişte yaptıkları ile şimdi yazara adeta bebeği imiş gibi bakmasını ilişkilendirmek veya bir başka bakışla anne ile ona bağımlı olan çocuğu arasındakini çağrıştıran ilişkiyi düşünmek gibi) film popüler sinemanın kalıpları içinde başarılı ve görülmeyi kesinlikle hak eden bir yapım. Bir hikâye süresi boyunca Stephen King’in dünyasına girip, eli yüzü düzgün ve gereksiz oyunlara hemen hiç girişmeden korkutan/geren bir film seyretmenin tadına varmanın hiçbir sakıncası yok kesinlikle.

(“Ölüm Kitabı”)