Magical Girl – Carlos Vermut (2014)

Magical Girl“Cebimdeki tabancayı çıkartıp masanın üzerine koyacağım. Onu almanı ve beni öldürmeni istiyorum”

Lösemi olan on iki yaşındaki kızının dileğini gerçekleştirmek için ihtiyacı olan parayı bulmak adına tehlikeli bir işe girişen bir adamın neden olduğu olayların hikâyesi.

İspanyol yönetmen Carlos Vermut’un yazdığı ve yönettiği film İspanya ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen ve gerilim ile dramı başarı ile kaynaştırmış görünen bir çalışma. Ortaya koyduğu bilmeceleri ve sürprizleri zorlama bir oyuna dönüştürmeden, hikâyesinin doğal bir parçası gibi kullanmayı başarması ile dikkat çeken film, oyunculukları ve adeta “yavaşlatılmış” gibi görünen mizansen anlayışı ile de önemli. Geri planda İspanya’nın içinde bulunduğu ekonomik ve politik kaosa göndermelerde bulunan ve zaman zaman bir “kara film” örneğine yakışan bir mizaha da başvuran hikâyenin kimi noktalarında bir parça inandırıcılık problemi olsa da filmi zayıflatmıyor bu durum.

Hikâyeyi “Dünya”, “Şeytan” ve “Beden” adını verdiği üç bölümde anlatmış Carlos Vermut, Hristiyanlıkta ruhun düşmanı kabul edilen üç kavrama göndermede bulunarak. Bu oldukça dolaylı gönderme dışında, film adını Japon çizgi romanlarına verilen isim olarak tanımlayabileceğimiz manga’nın bir alt türünden alıyor. Sihir gücüne sahip genç kızları konu alan bu çizgi romanlardan birinin kahramanı için ünlü bir tasarımcının çizdiği elbiseye sahip olmak, ölümcül hastalığı olan on iki yaşındaki kızın üç dileğinden biri (diğer dileklerinden biri gerçekleşmesi imkânsız olan “istediği kişiye dönüşebilmek”, diğeri de yine pek mümkün görünmeyen “on üç yaşına girebilmek”). Altı aydır işsiz ve para kazanmak için evdeki kitaplarını kilo ile satmak zorunda kalan edebiyat öğretmeni babanın bir tesadüf sonucu karşısına çıkan bir fırsatı bu çok pahalı elbiseyi satın alabilmek için kullanmaya kalkması, kendisi ve kızı ile birlikte, psikolojik sorunları olan bir kadının ve on yıl kaldığı cezaevinden çıkan bir matematik öğretmeninin de hayatını derinden etkileyecektir. Bir genç kızın bir öğretmene yaptığı sihir gösterisi ile açılan ve yıllar sonra aynı iki kişi arasında ama bu kez rollerin değiştiği bir gösteri ile kapanan film bu iki sahne arasında çekici bir hikâye anlatıyor. Başta karakterlerin kimliği ve ilişkilerini açıklamakta özellikle cimri davranan hikâye, ilerledikçe hem bu konuda doyurucu oluyor (kimi olayların veya davranışların açıklaması yeterince inandırıcı olmasa da) hem de farklı katmanları olan olay örgüsünün bu katmanlarını gerilim ve heyecan duygusunu hemen hiç yitirmeden birer birer netliğe kavuşturuyor. Vermut senaryo yazımında gösterdiği başarının bir benzerini yönetmenliğinde de tekrarlıyor. Gerilimi, trajedisi, dramı ve hatta arada kara mizahı da eksik olmayan hikâyeyi tüm bu öğelerin hemen akla getireceği yoğun bir duygusallıktan uzak bir tutumla ve olan bitene sürekli koruduğu bir mesafeden bakarak anlatıyor ve bu “cool” tavrının yaratığı soğuk bakış ile hikâyenin sıcaklığını dengeliyor. Bu tutumun en çarpıcı örneklerinden biri olan “kafedeki infaz” sahnesi veya finaldeki cinayet tam da bu nedenle hayli rahatsız edici oluyor sinema açısından bir başarı göstergesi olarak.

İşsiz öğretmen, para için yapılmak zorunda kalınan korkunç şeyler veya kimse okumayacağından içine rahatça para gizlenebilen İspanya Anayasası kitabı gibi öğeler, ülkenin içinde bulunduğu duruma gönderme yapmak için Vermut’un seçtiği kimi referanslar. Kötü olmayan ama kötü şeyler yapmak zorunda kalan ve bu arada kendilerine yanlış kurban seçen karakterleri ile mecbur kalınan bir kötülüğü sergiliyor bize. Karakterlerin her birinin iyi ve kötü yanları ile birlikte gösterilmesi ve film tarafından yargılanmaması da bu tutum ile uyumlu ve doğru bir seçim. Başladığı nokta ile bittiği nokta arasında hikâyenin atmosferi ve duygusal içeriği açısından bilinçli ve filmi zenginleştiren bir fark olan film, hikâyesi boyunca önümüze koyduğu sürprizlerin hiçbirinde yapaylığa düşmüyor ve mesafeli duran mizansenin de katkısı ile etkileyici olmayı başarıyor. Filmin geneli içinde bir parça gereğinden fazla sert görünen ve açıkçası da öyle olan kimi sahneleri sorgulanabilir belki ama bu durum kendine özgü bir dil yakalamayı başaran Carlos Vermut’un başarısını gölgelemiyor. Karakterlerden birinin üzerinde çalıştığı puzzle’ı çağrıştıran olay kurgusu ve yönetmenin filmin ikinci yarısında gitmeyi seçtiği karanlık yollar hikâyenin özetinin çağrıştırdığının aksine çok kolay bir seyir tecrübesi vaat etmiyor ki filmi özgün kılan unsurlardan biri de bu zaten. Özgün bir orijinal müziği bulunmayan filmin özenle seçilmiş soundtrack’i ve Luis Bermejo, Bárbara Lennie ve José Sacristán’ın oyunları ile de ilgiyi hak eden bu hikâye görülmeye değer bir çalışma kesinlikle.

(“Sihirli Kız”)

Il Buono, Il Brutto, Il Cattivo – Sergio Leone (1966)

Il buono il brutto il cattivo“Ateş etmen gerektiğinde, ateş et. Konuşma!”

Mezarlıktaki bir mezarda gömülü olan altınların peşine düşen biri “iyi”, biri “kötü”, biri “çirkin” üç adamın hikâyesi.

Spagetti western türünün ve genel olarak tüm bir western türünün başyapıtlarından biri. Dış çekimlerinin tamamı İspanya’da gerçekleştirilen bu İtalya – İspanya – Almanya – Amerika ortak yapımı, Amerikan tarihi ve kültürünün parçası olan westerni İtalyan sinemacıların nasıl dönüştürüp zenginleştirdiğinin en çarpıcı örneklerinden biri ve kimi eleştirmenlerin “eğer tek bir western seyredeceksiniz, bu film olmalı o” diyerek göklere çıkardığı bir çalışma, İtalyan Sergio Leone’nin yönettiği bu eser. Bir başyapıt olduğu üzerinden geçen elli yıldan sonra bile tartışılmayan bu filmi görmek her sinemaseverin boynunun borcu kesinlikle. Leone’nin ustalık dolu yönetmenliğinden kendi başına bile efsane olmuş ve Ennio Morricone imzasını taşıyan müziğine, filme adını veren karakterleri canlandıran Clint Eastwood, Lee Van Cleef ve Eli Wallach’ın oyunlarından Amerikan İç Savaşı’nı da içine alan müthiş senaryosuna dört dörtlük bir film bu kuşkusuz. Açılış jeneriğinin ilk karesinden finali yapan son karesine kadar üzerinde düşünülmüş, çok çalışılmış ve yaratıcıları tarafından da çok sevildiği belli olan bir çalışma bu ve bir macera filminin, bir ticarî filmin nasıl aynı zamanda sanatsal açıdan da başarılı olabileceğinin parlak bir örneği.

Yalın bir animasyon ve kırmızının (kanın rengi olarak) öne çıktığı bir açılış jeneriği ile başlıyor film ve daha ilk kareden başlayarak görüntüye eşlik eden Morricone müziğinin de desteği ile seyirciyi avucunun içine alıyor. İtalyan sanatçı Iginio Lardani’nin tasarladığı bu jenerik ne seyredeceğimizi o denli çarpıcı bir biçimde fısıldıyor ki bize etkilenmemek mümkün değil. Bir epik eseri, bir barok operayı haber veren bir jenerik bu ve başarılı bir yalın tasarımın gösterişli bir tasarımdan nasıl çok daha büyüleyici olabileceğinin de kanıtı oluyor. Jenerikten hemen sonra Eli Wallach’ın yüz çekimi ile açılıyor film ve yaklaşık on dakika süren diyalogsuz anlarını başlatıyor. Yönetmen Sergio Leone’nin filmde bolca başvurduğu yakın ve uzak planların ilki olan bu ilk kare seyirciyi hazırlıksız yakalıyor ve bu karede yakaladığı seyirciyi bir daha hiç bırakmıyor elinden Leone. Tonino Delli Colli imzalı görüntülerin her birinin özenle tasarlandığını ve ait olduğu sahnenin ruhuna uygun olarak epik, alaycı, heyecan verici gibi farklı sıfatlarla tanımlanabilecek bir biçim ve içeriğe sahip olduğunu söylemek gerekiyor. “Çirkin”i tanıdığımız ilk bölümde hiç diyalog kullanmadan sadece görüntülerin gücüne başvurulması çok akıllıca bir seçim ve gerilimi sadece görüntülerle inşa ederek filmin seyirciye üç saat boyunca sunacağı sinema tadının da habercisi. Daha sonra sırası ile “Çirkin”i ve “İyi”yi tanıtan bölümlerde diyalog gittikçe artıyor ama bu diyaloglar ya senaryonun alaycı yanını yansıtan türünden olmaları ya da görüntü ile çok uyumlu bir birliktelik sergilemeleri ile ayrıca zenginleştiriyorlar filmi.

Film, Leone’nin “Dolar Üçlemesi” olarak adlandırılan filmlerinin sonuncusu olarak çekilmiş. Clint Eastwood’un üçünde de yer aldığı bu filmlerin ilki 1964 yapımı “A Fistful of Dollars”, ikincisi ise 1965 tarihli “For A Few Dollars More” olmuştu ve bu iki film de türün parlak örnekleri arasına girmişti. Burada Leone başarı çizgisini bir kademe daha yukarı taşımış kesinlikle ve kimilerini hayli uzun tuttuğu sahneleri tadını çıkararak çekmiş. Bu tadını çıkarma ifadesi çok önemli çünkü filmin her karesine bir tutkunun sezdiğini hissediyorsunuz hikâye boyunca. Amerikan kültürünün bir öğesini alıp, Amerikan sinemasına özgü bir türün kalıpları içinde (ama o kalıpları gerektiğinde kırarak ve zenginleştirerek) bir hikâye anlatanın Avrupalı sinemacılar olması hayli ironik bir durum belki ama bu filmin de bir örneği olduğu gibi bir yandan da hayli gerçek! Film, burada bir adım daha ileri gidip hikâyesini Amerikan İç savaşı zamanına taşıdığı gibi, bir kısmını da doğrudan savaştaki cephelerden birinde geçiriyor ve bu bölüm taşıdığı anti-militarist hava ile şiddetin egemen olduğu hikâyenin yumuşamasını sağladığı gibi, filme hüzün katıyor ve spagetti western türündeki filmlerin ortak bir özelliği olan hayata soldan bakmayı da tekrarlamış oluyor akıllı bir şekilde.

Teknik kadrosunun asıl kısmını İtalyanlar’ın oluşturduğu, oyuncu kadrosunda ise İtalyan, Amerikalı, İspanyol ve Alman oyuncuların yer aldığı filmin çekimleri bu özelliği nedeni ile hayli “enternasyonel” bir havada gerçekleşmiş ve ana dili İngilizce olmayan oyuncular daha sonra dublajda Amerikalı sanatçılar tarafından seslendirilmiş. Kimi sahnelerde bu dublajı fark ediyorsunuz ama rahatsız da etmiyor bu durum açıkçası. Bu uluslararası kadro ile Amerika’ya özgü bir hikâye anlatan Leone, iç savaşla ilgili sahneler için hayli titiz çalışmış ve eski fotoğraflardan yola çıkarak tasarlatmış savaş sahnelerini. Bir western’de görmeye alışık olmadığımız ölçüde savaşın içinde yer aldığı hikâye yine o spagetti western’lere özgü bakışı ile hümanizmi elden bırakmıyor ve Aldo Giuffrè’nin keyifli oyunu ile canlandırdığı yüzbaşı karakteri üzerinden savaşın, özellikle de iç savaşın saçmalığını vurgulayan dokunaklı bir mesaj veriyor seyircisine. Senaryo din olgusunu da ustaca kulllanıyor; “İyi”nin son anda hayatının kurtulduğu sahneler adeta bir mucize havası ile anlatılırken dini kullanma değil, mucizelere alaycı yaklaşan bir üslubun benimsenmesi sonucu aksine dine eleştirel bir bakış atma söz konusu burada. “Çirkin”in rahip olan erkek kardeşi ile diyaloğu da Tanrı’nın yolunu seçmenin fedakârlık değil, aslında bir kaçış olabileceğini söyleyerek sıkı bir eleştiri getiriyor seyircinin önüne.

Kendine özgü bir mizahı da var filmin: Özellikle “Çirkin” ve “İyi”nin diyalogları bu mizahın örnekleri olurken, şarkı eşliğindeki işkence sahnesinde olduğu gibi trajikomik anlar da yaratıyor film. İlginç ve takdir edilesi bir şekilde mizahı gerilimi hiçbir zaman düşürmeyen ve araya ustalıkla sıkıştırılmış bir öğe olarak kullanmış Leone ve kalabalık figüran kadrosunu koordine ederken, finalde her bir saniyenin tadını çıkartır ve bu tadı seyirciye de geçirirken veya savaşın yerle bir ettiği kasabadaki çatışma sahnesinde olduğu gibi müthiş bir görsel gerilim üretirken mesleğinin zirvesinde dolaşıyor sürekli olarak. İç savaşın sadece fon olarak değil, hikâyeye yeni boyutlar katan bir zenginleştirici unsur olarak kullanılmasının da gösterdiği gibi Leone’nin usta sıfatını tam anlamı ile hak ettiği bir film bu ve sadece “western romantizmi”ni öldüren ve gerçek yüzünü ortaya koyan yanı ile bile bir başyapıt olarak nitelendirilmeyi hak ediyor.

Lee van Cleef ve Eli Wallach “Kötü” ve “Çirkin”i bir spagetti westernin gereklerine tam bir uyum içinde canlandırıyorlar: Epik bir oyun veriyorlar ve karakterlerinin kişilik özelliklerini altını çizmeye çekinmeden gösterirken asla bir abartı duygusu da yaratmadan çekici bir performans koyuyorlar ortaya. Clint Eastwood ise onların tam tersi bir yönde hayli “cool” bir oyunla ve başta bu tür filmlerde alışık olmadığımız için bir parça ayrıksı görünen ama hikâye ilerledikçe ne kadar doğru belirlenmiş olduğunu büyük bir keyifle keşfettiğimiz bir şekilde canlandırıyor karakterini. Mezarlıktaki üçlü düello sahnesi milimetrik koreografisi, çekici kurgusu, kamera açıları ve işte bu üç oyuncunun keyifli performansı ile sadece filmin değil, aynı zamanda tüm bir türün ve hatta sinemanın doruk noktalarından biri oluyor.

Set tasarımları ve kostümleri ile de ilgi çeken film sadece Leone’nin değil, sinemanın da başyapıtlarından biri şüphesiz ve geçen elli yılın hemen hiç eskitememesi gibi bundan sonra da pek eskiyecek gibi görünmüyor. Film seyretmenin bazen ne kadar keyif verici olduğunu hatırlamak ve has sinemanın tadına varmak için mutlaka izlenmeli… en azından birkaç kez üstelik. Morricone’nin olağanüstü müziğinin göz yaşartan barok görkemi ve operanın gösterişli havasını perdeye taşıyan ezgilerini hem filmin parçası olarak hem de ayrıca dinlemeyi de unutmamalı elbette ve filmin tema melodisine Quincy Jones’un Herbie Hancock ile birlikte yaptığı muhteşem yorum da atlanmamalı.

(“The Good the Bad and the Ugly” – “İyi Kötü ve Çirkin”)

Zamanımızın Bir Kahramanı – Mihail Lermontov

zamanimizin_bir_kahramaniRus yazar ve şair Mihail Lermontov’un gerçek bir klasik olan eseri. Kendisinden sonra gelen ve aralarında Turgenyev, Dostoyevski ve Tolstoy gibi isimlerin de olduğu pek çok büyük edebiyatçı üzerinde ciddi etkileri olan ve özellikle şiirleri ile Rus romantizminin en önemli isimlerinden biri kabul edilen Lermontov’un bu kitabının kahramanı olan Peçorin adlı subay, yazarın etkilendiği İngiliz yazar Byron’un eserlerindeki kahramanları hatırlatıyor. İngiliz tarihçi ve eleştirmen Lord Macaulay “Byronik Kahraman – Byronic Hero” ifadesi ile tanımlanan bu karakterleri “gururlu, karamsar, alaycı, meydan okuyucu, kalbinde ıstırap ve acı olan, kendi gibi olanlara tepeden bakan, intikamında amansız ve derin ve güçlü tutkuları olabilen” birisi olarak tarif ediyor ve açıkçası Lermontov’un kitabındaki Peçorin karakteri hem bu özellikleri birebir taşıyor hem de Byron’un kahramanlarının Rus romanlarındaki karşılığı olan ve “Lüzumsuz Adam” olarak adlandırılan tiplemenin de tam bir örneğini teşkil ediyor. Varoluşsal problemleri olan, sıkılan ve başkalarını incitmekten sakınmayan ve bundan rahatsız olmayan bu kahramanlar/anti-kahramanlardan biri olan Peçorin ile ilgili olarak yazar önsözde “… gerçekten bir portredir, ama tek bir kişinin portresi değildir; kuşağımızın gittikçe artan kötülüklerinden yaratılmış bir portredir” diye yazmış.

1800’lü yılların Rusya’sındaki toplumsal yaşamın eleştirel bir tablosunu çizen romandaki (anti)kahraman Peçorin’in tam da yukarıda belirtilen karakteristik özelliklerinin bir sonucu olan düellosunun, henüz 26 yaşındayken bir düelloda hayatını kaybeden Lermontov’un hayatı ile çakışması ilginç bir tesadüf ama kendisi de bir romantik olan ve Peçorin’in kimi özelliklerini taşıyan bir yazar için belki de o denli şaşırtıcı değil. “Kafkas’ların Şairi” olarak da adlandırılan Lermontov’un bu romanı Kafkaslar’da ve Rus, Çeçen, Kazak, Tatar, Ermeni veya Oset gibi çok farklı etnik tiplerin bir arada yaşadığı ve çatıştığı günlerde geçiyor. Sadece kahramanının ve dönemin toplumunun benzersiz bir resmini çizmekle kalmayan, romantizmi (ama gerçekçilikle bezenmiş ve dönemin gençlerinin büründüğü/bürünmeye çalıştığı bir romantizmden bahsediyorum), amaçsızlık ve sıkılmışlıkla sarılmış kahramanı ile de önemli olan ve beş kısa hikâye biçiminde yazılmış ilginç bir roman bu.

(“Geroy Nashego Vremeni”)

As I Lay Dying – James Franco (2013)

As_I_Lay_Dying“İki kişiden dünyaya gelinip, bir kişi olarak ölünür. Dünyanın sonu da böyle gelecek”

Ölen eşini vasiyeti üzerine doğduğu kasabaya gömmek için yola çıkan baba ve beş çocuğunun hikâyesi.

William Faulkner’ın aynı adlı ve 1930 tarihli romanından yapılan bir uyarlama. Oyuncu, yönetmen ve senarist olarak durmak bilmez bir tempo ile çalışan James Franco’nun Matt Rager ile birlikte yazdığı senaryo “bilinç akışı” tekniği ile yazılan ve sinemaya uyarlanması çok zor olarak kabul edilen bir roman için yapılan cüretkâr bir deneme olarak nitelendirilebilir. On beş farklı karakterin ağzından anlatılan ve birinin sadece tek bir cümleden (“Annem bir balıktır”) oluştuğu 59 farklı bölümden meydana gelen romanın bu özelliğini, bölünmüş perde (split screen) tekniği ile karşılamaya çalışmış Franco ve ortaya ilgiyi kesinlikle hak eden bir çalışma koymuş. Seçilen anlatım tekniği bir süre sonra yorucu olmaya başlasa da sıkı oyunculukları, kendine özgü bir hava yaratabilmesi, Tim O’Keefe’nin çok başarılı müzik çalışması ve Franco’nun sinema dili olarak bir arayışı içermesi ile takdiri hak eden çabasının değerli kıldığı bir film bu. Bu filmden bir yıl sonra Franco, yine Matt Rager ile birlikte bir başka Faulkner romanı olan “The Sound and the Fury” adlı eseri de sinemaya uyarlamış ve bu büyük edebiyatçıya olan ilgisini sürdürmüştü.

Zor bir romandan yapılan bir uyarlama olarak dikkati çeken bir çalışma James Franco’nun bu filmi. Sık sık bölünmüş perde eşliğinde anlatıyor filmi ve bunu yaparken bile “sıradan” davranmıyor Franco ve bazen perdenin yarısını tamamen boş bırakıyor, bazen aynı ânı iki farklı kamera ile gösteriyor bize (iki farklı karakterin bakış açısına göre yerleştiriyor kamerayı adeta) ve bazen de iki görüntü arasında belki bir saniyelik bir zaman farkı yaratarak bu eş zamanlılığı bozuyor. Bu oyunlarla da yetinmiyor Franco; sayısı az da olsa yavaşlatılmış görüntülere başvuruyor veya sesi derinlerden getiriyor kulaklarımıza. Kameranın zaman zaman “tedirgin” olmuş bir bakışı andırırcasına kullanımını da bunlara eklersek, Franco’nun romanın sinemasal karşılığını bulmaya çalışırken cüretkâr yollara saptığını söyleyebiliriz kesinlikle. Tüm bu biçimsel farklılıklar filme bir zenginlik katıyor açıkçası; öte yandan bir süre sonra bir tekrar hissi yarattığı ve kimi seyirci için yorucu olduğu da bir gerçek. Ayrıca farklı karakterlerin bakışından anlatılan romanın bu çok sesliliğini tam anlamı ile karşılayamıyor da bu teknikler ama uyarlanması imkânsız olarak nitelendirilen bir romanın biçimsel özelliklerinin sinemasal karşılıklarını bir şekilde yine de ürettiğini söyleyebiliriz yönetmenin. Kameraya (bir başka ifade ile bize) konuşan oyuncular veya düşünceleri ile anlaşıyor gibi görünen karakterler gibi denemeleri de düşününce bu biçimsel denemeler fazla gelebilir sıradan bir seyirci için; bir sinemaseverin ise pek de rahatsız olmayacağını hatta bu denemeleri belli bir ilgi ile karşılayacağını düşünüyorum. Bu tekniklerin -özellikle de bölünmüş perdenin- filme ilgi çekici bir hava kattığını ve kimi sahneleri -örneğin nehir geçme sahnesini- hayli çekici kıldığını da söylemek gerekiyor.

Amerika’nın güneyinin sesini edebiyata taşıyan Faulkner’ın romanının uyarlamasında oyuncuların Güneyli aksanları da dikkat çekiyor. Ne var ki kardeşlerden Jewel’ı canlandıran Logan-Marshall Green veya babayı oynayan Tim Blake Nelson’ın aksanları hayli ağırken, Franco’nun kendisinin canlandırdığı Darl karakterinin aksanı oldukça hafif kalıyor onlarınkinin yanında. Bu aksan problemi bir yana bırakılırsa, oyuncuların tümünün takım oyununa zarar vermeden bireysel anlamnda hayli başarılı performanslar sunduğunu söylemek gerekiyor. İçinde annelerinin cesedi olan bir tabutu çok sıcak bir havada ve hayli zor koşullar altında gömüleceği yere götürmeye çalışan yoksul ailenin hikâyesi Faulkner’ın kaleminden çıkan hayli çekici bir romanın kaynağı olurken, burada da oyuncuların başarısının da desteklediği ilginç bir sinemasal karşılık buluyor denebilir. Yol boyunca başlarına gelenler, babanın aileye kalıcı zararlar veren boyuta ulaşan cimriliği ve finalde bu cimriliğin nedenini trajikomik bir şekilde açıklayan sürpriz ve başta ailenin tek kadın karakteri olmak üzere her bir bireyin kişisel problemleri bir film süresinin izin verdiği ölçüde karşılık bulmuş perdede ve Faulkner’ın tadını taşıyabilmiş sinemaya Franco.

Zaman zaman dağınık bir görünüme bürünmek ve biçimin içeriğin önüne geçmesi (neyse ki Faulkner’ın romanı bunun daha ciddi bir soruna dönüşmesini engelleyecek kadar güçlü) gibi problemleri olsa da ilgiyi hak eden bu çalışma, Franco’nun Amerikan sinema çevrelerinde zaman zaman dalga geçme konusu olan çalışkanlığı ve arayışçılığının bir örneği olarak da ilgiyi hak ediyor kesinlikle. Hikâyedeki her bir karakterin kendine özgü sesini doğal olarak üretememiş olsa da geçerli bu yargı ve bunun için romana ve edebiyatın imkânlarına başvurmak gibi bir seçim şansı var her zaman. Tim O’Keefe’nin müziği, Christina Voros’un görüntüleri ve Ian Olds’un kurgusunun da zenginleştirdiği film sonuç olarak James Franco için -uzun metrajlı ve konulu filmler açısından-yönetmenlik kariyerine giriş olarak cesur bir deneme.

(“Döşeğimde Ölürken”)