Gökçeçiçek – Lütfi Akad (1972)

Gokce Cicek“Dar boğazlarda başına taşlar yağsın demiştin; yağdı. Tanrı bağışladı beni; sen… sen bağışlamaz mısın? İşte kement, boynum sararsa; işte hançer, başım keserse?”

On sekizinci yüzyıl başlarının Osmanlı İmparatorluğu’nda göçerlik ile yerleşik hayat arasında kalan Türkmen obalarının hikâyesi.

Türk sinemasının usta ismi Lütfi Akad’dan “farklı” bir film. 1972 yapımı ve yönetmenin her biri köyden kente göçle ilgili hikâyeler anlatan üçlemesinden (“Gelin”, “Düğün” ve “Diyet”) hemen önce çektiği ve bu kez göçebe bir hayat ile yerleşik bir hayat arasında kalan ve dönemin koşullarının da bu arada kalmışlığa farklı boyutlar kattığı bir kararın eşiğinde olan insanlara eğilen film sadece Akad için değil, ondan da öte dönemin Yeşilçam’ı için de oldukça “cüretkâr” bir çalışma. Cüretkârlığı yaratan ise temel olarak filmin hikâyesinin içerdiği öğeler. İmparatorlukta mülkiyet kavramında başlayan dönüşümler, Anadolu’da varlığını hâlâ koruyan Şamanizm motifleri ve hikâyeye özel düşünülmüş biçimsel mizansen çalışması filmi yönetmenin filmografisindeki diğer çalışmalardan farklılaştırıyor kesinlikle. Akad’ın takdiri hak eden bir iyi niyetle ve Yeşilçam’ın mütevazı koşulları ile kotarmaya çalıştığı film kimi önemli kusurlara da sahip ne yazık ki ve bu problemler filmi bir tam başarı örneği olmaktan alıkoyuyor.

Bir dönem filmi olduğu için önemli bir görev olan sanat yönetmenliğini de üstlenen Erol Keskin’in orijinal bir hikâyesinden yola çıkarak Akad’ın yazdığı senaryo bir yandan toplumsal, ekonomik ve sosyal bir dönüşümün eşiğinde olan insanları anlatırken bize bir yandan da şamanlıkla ilgili motiflerle örülü bir aşk hikâyesini koyuyor önümüze. Filmin sıkıntılarından biri de burada yatıyor: Bu farklı hikâyeler yeterince iyi örtüşmüyor birbiri ile. Göçebe bir toplumun koşulların önüne koyduğu yerleşik bir hayat seçeneği karşısındaki ikilemi yeterince güçlü bir konu tek başına. Ne var ki hikâyeye filme kitleler için bir çekicilik kazandırmak için eklenmiş gibi görünen aşk hikâyesi kadının “erenlere” karışması gibi şaman motifleri ile zenginleştirilmiş olsa da filmin geneli içinde olmasa da olur gibi duruyor. Burada Akad’a şu hakkı teslim etmek gerek elbette: O dönem Yeşilçam’da çekilmesi bir mucize olarak olan bir hikâyeyi geniş yığınlara cazip gelecek öğelerle zenginleştirmek zorundaydı Akad. Hülya Koçyiğit ve Serdar Gökhan’ın iki tarafını canlandırdığı aşk yeterince başarılı bir mizansenle anlatılamamış olsa da bu işlevi üstlenmiş görünüyor.

Toprağın devlete (dolayısı ile tüm halka) ait olmasından özel mülkiyet kavramına geçiş yapıldığı dönemde geçen hikâyede göçebe obalarından birinin beyi “toprağın sahibi mi olur?” ve “tapu ne demek?” gibi şaşkınlık da içeren sorularla karşılıyor karşılarına çıkan bu değişimi. Ne var ki “özel mülkiyet” kavramı hızla yayılmaya ve bunun sonucu olarak da toprak bir çeşit yağmalanmaya başlıyor. Bu dönüşüm sırasında rüşvetler ve zor kullanmalar giriyor devreye. Hikâyede önemli bir rolde olan ama senaryonun problemleri nedeni ile bu önemi hissettirilemeyen şaman karakterinin, yerleşik hayata geçmeyi düşündükleri için oba halkına küsüp dağa çekilmesi veya final, hikâyenin göçebe hayatın yanında durduğunu gösteriyor bize. Bir tavır ortaya koyan filmi -Osmanlı’nın başına hep “bela” olan göçerlerin Cumhuriyet döneminde de süren hikâyelerinin sinemamız için henüz bakir alanlardan biri olduğunu düşünürsek, Akad’ın bu yürekli denemesini- yine de fazla eleştirmemek gerekiyor açıkçası çünkü gerçekten cüretkâr bir deneme bu. Kuşkusuz daha olgun ve gereksiz unsurlardan arındırılmış bir senaryo ve fiziksel ve maddi koşulların düzeyini düşürmediği bir mizansen ortaya daha iyi bir sonucun çıkmasını sağlayabilirmiş ama yine de Akad’ı kimselerin uğramayı bile düşünmediği bir yola çıktığı için kutlamak gerekiyor. 1970’li yıllardaki çeşitli olumsuz eleştirilere karşılık olarak filmin “zamanından önce çekilmiş” olduğunu söylemiş ki bu cümle bugün için bile geçerli aslında, sinemamızın sulu komediler, daha da sulandırılmış bir romantizm ve korkutmayan korku filmleri tarafından istila edilmiş olduğunu düşünürsek.

Görüntü yönetmeni Gani Turanlı’nın alçak gönüllü koşullara rağmen her bir kareyi üzerinde düşünerek çektiği anlaşılan iyi bir iş çıkardığı filmin müzikleri ise filme olumlu ve olumsuz anlamda ciddi bir etki yapmış görünüyor. Norayir Demirci’nin melodileri kendi içinde hayli etkileyici zaman zaman ve Akad’ın ulaşmaya çalıştığı mistik ve trajik havanın yaratılmasına katkıda bulunuyor. Ne var ki gerek bu orijinal müzik gerekse halk türküleri o derece yoğun ve abartılı kullanılmış ki Akad’ın buna nasıl izin verdiğini anlamak güç gerçekten. Ero Keskin’in tasarladığı kabak kemane ile -aslında kemençe- ile çalınan müziklerin bir kısmının doğaçlama olduğunu söylüyor Akad “Işıkla Karanlık Arasında” adlı otobiyografisinde ve “Bana hiç notaya gelmemiş, yabanıl ama içe işleyen hüzünlü bir çağrış yapın, şimdi, burada, doğaçlama” dediğini söylüyor kemençeyi çalan ve ismini hatırlamadığı sanatçıya ve onun icrasını da “Birden sazı kavrıyor veyabanıl bir ses dolduruyor ses odasını, yabanıl ve hüzün veren bir ezgi yükselip sonra iniyor” sözleri ile anlatıyor. Gerçekten de bu takdiri hak eden bir ezgi birkaç kez dinlediğimiz ve filmin diyaloglara da yansıyan seslendirme ve senkronizasyon problemlerine rağmen hayli ilgi çekici olmayı başarıyor.

Kimi önemli sahnelerin (örneğin, öldü sanılan iki adamın bir geceyarısı geri döndüğü bölüm) Akad’ın ustalığının pek yansımaması nedeni ile zayıf kaldığı filmde Hülya Koçyiğit zor ve o güne kadar oynadıklarından hayli farklı bir rolün altından kalkmayı başarıyor. Akad’ın onun “erenlere karıştığı” sahnede olduğu gibi doğru mizanseni de destekliyor sanatçıyı ve rol arkadaşı Serdar Gökhan’ın ortalama oyunculuğuna karşılık öne çıkan isim oluyor. Akad, bu filmde ilk kez çalıştığı Hülya Koçyiğit’e ondan beklediği performansı tarif ederken, ormancılıkla ilgili belgeselleri çekerken bir dağda karşılaştığı yabanî bir kadının “bir kaplan gibi sessiz yürüyüşünü, geniş adımlarını atarken yaylanışını” anlatmış referans olarak. Sadece bu örnek bile Akad’ın yaptığı işe, sanatına duyduğu saygının ve düşünmeye pek önem verilmeyen bir ortamda kişisel gayretleri ile kendisine ve daha sonraki sinemacılara nasıl yol açtığını anlatmak için yeterli olmalı.

Obadaki ilişki biçimleri, zalim bir çeteye karşı “kadınlı erkekli” direniş ve ölen beyin yerine “töremizde de vardır” diyerek eşinin “bacı bey” olarak geçmesi (her ne kadar senaryo bu kadının ağzından sonradan “kadın halimle” diye başlayan, film adına talihsiz bir cümle kurmuş olsa da!) gibi unsurları ile Anadolu’nun en azından bir kısmının bugün geçmişi yeniden canlandırmak istediklerini iddia edenlerin empoze etmek istedikleri yaşam tarzından aslında ne kadar farklı bir hayat sürdüğünü göstermesi ile de önem taşıyor.

Boyhood – Richard Linklater (2014)

boyhood“Neyin farkına vardım, biliyor musun? Hayatım öylesine devam edip gidecek. Bütün bu kilometre taşları… Evlenmek, çocuk yapmak, boşanmak, senin disleksi olduğunu zannettiğimiz zaman, sana bisiklete binmeyi öğretmem, tekrar boşanmam, master yapmam, istediğim işe sonunda sahip olmam, Samantha’yı üniversiteye göndermek, seni üniversiteye göndermek… Sırada ne var? Benim kahrolası cenaze törenim!”

Bir çocuğun altı yaşından on sekiz yaşına kadar hikâyesi.

ABD’li yönetmen Richard Linklater’dan cüretkâr bir deneme. Bir erkek çocuğun hayatının on iki yılını aynı oyuncularla anlatmak ve bunun için de filmin çekim sürecini on iki yıla yaymak beraberinde taşıdığı zorlukların yanında, doğal olarak bir çekicilik de sağlıyor daha baştan ve sonuç da “başarılmış” bir deneme olunca, filmin gördüğü ilgiye şaşırmamak gerekiyor. Bir bireyin altı yaşından on sekizine kadar olan sürecin gözlerinizin önünde ilerlemesi ilginç bir şekilde bir hüzün duygusu uyandırıyor, hikâyenin böyle bir amacı olmasa da. Filmin bir sahnesi hariç tümünde yer alan Ellar Coltrane’in kendi gerçek büyümesini bir anlamda filmde ve bizlerle birlikte yaşadığı film aslında pek de önemli bir hikâye anlatmıyor. Açıkçası aynı hikâye kahramanımızın farklı yaşlarını farklı oyuncuların canlandırdığı bir film ile karşımıza gelseydi, bu denli ilgi çekmeyebilirdi belki ama filmin bu baştan garanti olan çekiciliğe sırtını dayamakla yetinmeyip, nerede ise epik bir hikâye anlattığı hissini yaratmayı başarması, kahramanının her adımını ilgi ile izletecek kadar kendinizi ona yakın hissetmenizi sağlaması ve -rahatsız edici olmayan bir anlamda- bir bireyin hayatının uzun bir dönemine röntgenci konumunuzda girmenizi sağlaması çok önemli bir sonuç ve filmi kesinlikle ilgiyi hak eden bir konuma yerleştiriyor.

Linklater hikâyenin karakterleri başta olmak üzere kimi temel öğelerini baştan oluşturmuş olsa da, on iki yıla yayılan çekim süreci içinde senaryoyu sürekli olarak yenilemiş ve ortaya her anı ile inandırıcı, gerçekçi ve ilgi çekici bir sonuç koymuş. Hikâyenin özel bir yanı yok işin gerçeği; pek çok filmde benzerini gördüğünüz olaylar burada on iki yıla yayılmış olarak geliyor karşımıza. Ne var ki tam da bu “sıradanlığı” hikâyenin, filmin başarısının kaynaklarından biri oluyor. Evet, sıradan bir hikâye bu ama yönetmen ve senarist Linklater belli ki filmine ve karakterlerine bir aşk ile bakmış ve bu sıradanlığı müthiş bir başarı ile çekiciliğe dönüştürmeyi becermiş. Açılış sahnesinde, çimenlere uzanmış ve bir eli başının altında bir halde gökyüzüne bakan çocuk adeta önündeki hayata bakıyor biraz da merak dolu gözlerle ve yönetmen daha bu ilk sahneden başlayarak bizde de o merak duygusunu uyandırıyor. Üç saate yaklaşan uzunluğu ile sıradan hayatların içindeki epiği de yakalamayı başarıyor film ve sadece anlattığı kahramanınınkinin değil her birimizin hayatının üzerinde düşünmeye, konuşmaya ve tanıklığını etmeye değer olduğunu söylüyor bize. Bunu yaparken, Linklater senarist olarak daha önce pek çok filminde sergilediği başarılı diyalog yazarlığı özelliğini burada da sunuyor bize. Bir üçleme oluşturan “Before Sunrise – Gün Doğmadan”, “Before Sunset – Gün Batmadan” ve “Before Midnight – Geceyarısından Önce” bir erkek ve bir kadının hikâyesini üç ayrı filmle ve on sekiz yıla yayarak anlatırken ustalıklı yazılmış diyaloglar üretmişti Linklater; burada ise tek filmle anlatıyor on iki yılı ve yine hemen tüm sahnelerinde doğallığını koruyan diyaloglar hikâyeyi sürüklüyor. Bu açıdan, bahsi geçen üç filmin havasının buraya taşındığını ve hatta buradaki kahramanımızın sonradan bu üç filmdeki adama dönüşeceğini söylemek mümkün rahatça.

Linklater hikâyesinin hangi yıl(lar)da geçtiğini hiç dile getirmiyor ama Irak Savaşı’ndan Bush’a, Obama’dan kimi teknolojik gelişmelere hem dönemle ilgili ipuçları veriyor hem de kimi toplumsal ve siyasi olaylara değinme fırsatını hikâyenin akışını bozmayacak şekilde başarı ile kullanıyor. Burası önemli çünkü Linklater “sıradan” bir gencin “sıradan” hayatını anlatmak derdinde sadece ve baş karakterini bu tür “dış” olayların çok fazla içine sokmuyor çoğunlukla. Evet, çocuğu Obama için kampanya yaparken görüyoruz veya annesinin Irak’ta savaşmış bir askerle ilişkisine tanık oluyoruz ama bu tür biyografi filmlerinde kahramanı genellikle bu tür olayların göbeğinde görmemiz mümkünken, burada çoğunlukla sadece yan öğeler olarak kalıyorlar.

Richard Linklater başarılı bir biçimde yazdığı ve çektiği pek çok sahne ile de filmin kalıcılığını sağlıyor. Örneğin babanın kızı ve oğlu ile onları mahçup eden doğum kontrol konuşmasını yaptığı sahne hiçbir yapaylık içermemesi, bu karakterleri canlandıran Ethan Hawke, Lorelei Linklater ve Ellar Coltrane’in gerçekçi oyunları ve seyirciye her üçünün de o andaki duygularını birebir yansıtabilmesi ile çok önemli bir sahne ve bunun benzeri daha pek çok an var filmde. Uzun süresine rağmen, ilerledikçe daha da sevilen bir hikâyesi olan film her ner kadar bir çocuğu anlatıyor olsa da sanırım hayatın kendisini anlatıyor bize asıl olarak. İlk aşk, ilk içki, ilk öpücük, ilk hayal kırıklığı, ilk heyecan, mutluluk ve mutsuzluklara tanık olurken hayatın anlamını bir kez daha idrak ediyoruz. Yönetmenin “Before” serisinde erkeği canlandıran Ethan Hawke burada baba rolünde çok iyi bir iş çıkarıyor ve hayatta tam anlamı ile tutunamamış karakterini başarı ile yansıtıyor bize. Anne rolündeki Patricia Arquette de çok yakıştığı ve Oscar kazandığı rolünde çok iyi. Kuşkusuz film boyunca gözümüzün üzerinde olduğu çocuğu canlandıran Ellar Coltrane tüm yükünü karakterini ilginç, sevimli ve gerçek kılarak taşımayı başarıyor ve ciddi bir takdiri hak ediyor. Görsel oyunlara başvurmayan, zamanın geçişini hiçbir vurguya ihtiyaç duymadan hissettirmeyi başaran ve geçip giden ömüre hüzünlü ama kutsayan bir bakışla bakan ve bir insanın büyümesine tanıklık etme fırsatını sağlayan film mutlaka görülmeli.

(“Çocukluk”)

La Jalousie – Philippe Garrel (2013)

La jalousie“Sence birimiz aldatırsa, diğerine söylemeli mi?”

Karısı ve kızını terk eden bir adamın yeni ilişkisinde karşılaştıklarının hikâyesi.

Fransız sinemasından “Fransız” bir film. Senaryoda da payı olan Philippe Garrel’in yönettiği filmin başrolünde yönetmenin oğlu olan Louis Garrel oynamış ve kendisine yeni sevgilisi rolündeki Anna Mouglalis eşlik etmiş. Hikâye hayli basit aslında ve başta Fransız sinemasındakiler olmak üzere daha önce pek çok benzerini de seyretmişizdir. Bitirdiği bir ilişkiden sonraki ilişkisini ayakta tutmaya çalışan bir genç adam var karşımızda ve aşk, tutku, aldatma gibi kavramlar üzerine konuşmalar ve eylemlerle ilerleyen film bu bağlamda çok yeni şeyler vaat etmiyor aslında ama başta ve özellikle Louis Garrel’in doğal ve dokunaklı oyunu, yönetmenin hikâyeye uygun yalın, hafif ve zarif bir dil kullanması ve tüm Fransızlığına rağmen, Fransız sinemasının bazı örneklerinin sıkıntı veren “mızmız” havasından uzak kalmayı başarabilmesi ile ilgiyi hak eden bir çalışma bu.

Siyah beyaz çekmiş filmi Philippe Garrel ve filmi için doğru kararlarından birini de daha baştan vermiş görünüyor bu şekilde. Modern zamanlarda ve büyük bir şehirde geçen hikâyenin hem yalınlığına ve bilinçli gösterişsizliğine uygun bir tercih bu hem de anlattığının aslında ezelden beri hep yaşandığını ve elbette ebediyete kadar da sürecek değişmezliğini vurgulaması açısından önemli. Açılış sahnesinde tanık olduğumuz bir terk etme ile başlayan film yine bir terk etme ile sona ererken bu iki ayrılık arasında bize zarif bir dil kullanarak erkek ve kadın ilişkileri üzerine küçük bir hikâye anlatıyor temel olarak. Sadakat, tutku, seks vs. bu küçük hikâyenin üzerinde durduğu kavramlar ve Fransız sinemasının hep yapageldiği gibi entelektüel göndermeleri olan bir içerikle geliyorlar önümüze. Genç adamın bir tiyatro oyuncusu olması ve doğal olarak arkadaşlarının da yine o çevreden gelmesi, yeni sevgilisinin de işsizlikten muzdarip bir oyuncu olması, kadının “hami”si yaşlı bir entelektüel adam vs. gibi unsurlar hikâye boyunca kulağımıza Seneca veya Mayakovski gibi isimlerin çalınmasına yol açarken, bir sahnede bir arkadaşının genç adama söylediği “Belki de kurgu karakterleri gerçek karakterlerden daha iyi anlıyorsundur” cümlesi de sanat ve hayat çatışması üzerine bir fikir jimnastiği yapma fırsatı sağlıyor seyirciye. Tam da Fransız sinemasına özgü olarak karakterlerin kimi eylemlerini veya duygularını anlamlandırmada bir sıkıntısı var hikâyenin ve neden-sonuç ilişkisine sıkı sıkıya bağlı seyirci için rahatsızlık verebilir bu durum ama filmin seyirciden beklediği temel olarak hayli gerçekçi ve doğal bir atmosferi olan hikâyenin akışına kendisini bırakması ve bir ilişkinin yaşattığı mutluluğun ve onu kaybetme endişesinin yarattığı tedirginliğin “tadına” varması.

Başroldeki Louis Garrel’in “oynamadığı” bir film bu; oyuncu sanki kendisinin gerçekten yaşadıkları görüntüleniyormuşcasına doğal ve gerçekçi bir performans sunuyor film boyunca. Yönetmenin zaman zaman sahneleri doğaçlama havası veren bir şekilde oluşturmuş olması da onun oyunculuğunun bu yönünü destekliyor. Bir parkta adam, kadın ve adamın evliliğinden olan kızının birlikte konuştuğu ve fıstık yediği sahne diyalogları, el kamerası kullanımı ve yakın plan çekimi ile filmin doğallık alanında başarılı olduğunun tipik örneklerinden biri olarak gösterilebilir. Jean-Louis Aubert’in biraz uçarı ve biraz da dokunaklı bir havası olan melodileri de hikâyenin “Yeni Dalga”yı çağrıştıran yönlerini etkileyici bir şekilde destekliyor. En az onun kadar filme katkısı olan bir diğer isim de görüntü yönetmeni Willy Kurant; filmin çekildiği tarihte 79 yaşında olan sanatçı özellikle yakın planlarında karakterlerin birbirleri ile olan ilişkilerinin olumlu ve olumsuz yönlerini yansıtmayı başaran görüntü tercihleri ve kadının hissettiği “tıkanmışlık” duygusunu yaşadıkları evin küçüklüğü ile de yansıtan kamera açıları ile olgun bir sanatçının çalışmasının ne denli parlak olabileceğini gösteriyor bize.

Yönetmen Garrel’in -aldatma ve aldatılma açısından- bir parça da kendi babasının hikâyesini anlattığı söylenen film sahnelerini art arda dizerken en ufak bir zorlamaya başvurmaması ve “gerçekte” ne oluyorsa sadece onu göstermesi ile de takdir edilmeli. Örneğin adamın kızı ile geçirdiği bir gün ve ardından kızının evine dönüp annesinin hazırladığı yemek için sofraya oturması tanık olduğumuz sözler ve davranışlar ile kesinlikle etkileyici bir gerçekçilik sunuyor perdede. Filme adını veren kıskançlık duygusunu, kızın babasının yeni sevgilisine, terk edilen annenin yeni sevgiliye veya genç adamın sevgilinin tanıştığı bir başka erkeğe olan yaklaşımı üzerinden anlatan film asla bunun altını çizmeden, kimi zaman sadece bir bakış, kimi zaman da başka bir konu ile ilgili olarak söylenen bir söz üzerinden yansıtıyor bize. Bir başka deyişle, mesafesini koruyan ve nezaketi hiç bırakmayan yaklaşımını burada da koruyor film ve alçak gönüllü hikâyesi ile bize bizi anlatmayı isteyen ve bunu başaran eserlerden biri olarak ilgiyi hak ediyor.

(“Jealousy” – “Kıskançlık”)

Barbarella – Roger Vadim (1968)

barbarella“Sevişmek mi? Bunu yüzyıllardır kimse yapmıyor”

Çok uzak bir gelecekte, yüzyıllardır huzur içinde yaşayan evrendeki barışı icat ettiği bir silahla bozmaya çalışan bir bilim adamını durdurmakla görevlendirilen bir kadının hikâyesi.

Fransız sanatçı Jean-Claude Forest’in aynı adlı çizgi romanından uyarlanan bir Fransa – İtalya ortak yapımı. Çizgi romana adını veren Barbarella gezegenler arası seyahatlerinde farklı maceralar yaşayan bir kadın karakter ve bu maceraları sık sık seks de içerdiği için bir nevi erotik bir çizgi romandı söz konusu olan. Fransız yönetmen Roger Vadim’in başrolü o dönemde evli olduğu Amerikalı yıldız Jane Fonda’ya verdiği bu bilim kurgu filmi pek de önemi olmayan, hatta çocuksu bir basitliğe varan bir içeriğe sahip olan hikâyesinden çok tuhaflığı, erotik göndermeleri ve 1960’lı yılları tüm özellikleri ile karşımıza getiren set tasarımları ile dikkat çeken bir çalışma. Fonda’nın bu “kötü” filmde ne aradığının bir dönem sık sık sorulduğu film bugün olumlu ve olumsuz anlamda bir kült yapım olarak ilgi çekebilir.

Kimi -o dönem için- daha cüretkâr sahneleri gösterime çıkmadan önce kesilmiş olsa da yine de erotizmini koruyan bir film bu. Jane Fonda’nın yerçekimsiz bir ortamda üzerindeki astronot kıyafetinden striptizvari hareketlerle kurtularak tamamen çıplak kaldığı sahne ile açılan film böylece en başından itibaren “farklı ve eğlenceli” olacağını söylüyor seyircisine. Ancak erotizmle birlikte sunulduğunda eğlenceli olan ama bunun dışında yeterince güçlü görünmeyen bir mizah ile anlatılan hikâye temel olarak Fonda’nın eğlenceli performansı ve çoğunlukla onun üzerinden üretilen erotizme ve renk cümbüşü içeren tasarımlara dayanıyor ve eğer bunlardan keyif alınırsa epey de eğlenceli olmayı başarıyor zaman zaman. Hikâyenin başında kadının kayıp olduğu için aramaya çıktığı ama sonra, keşfettiği silah ile evreni ele geçirmeye çalıştığını anladığı çılgın bilim adamı (ismi olan Durand Durand 1980’lerin pop grubu Duran Duran’a isimleri için ilham vermişti), isyancılar, kahramanımızla erotik bir yakınlaşma içine giren kraliçe, görmeyen bir melek vs. gibi birbirinden tuhaf karakterlerin geçit yaptığı hikâyenin içerik açısından pek ciddiye alınacak bir yanı yok ve bu açıdan sinemadaki çizgi roman uyarlamalarının ortalamasının da altında seyrediyor kesinlikle. Ne var ki filmin zaten hikâyesi ile dikkat çekme gibi bir derdi yok.

Renk ve tasarım cümbüşü içindeki setleri ve tuhaf yaratıkları ile “saçmalık” sınırını özellikle zorlayan bir film bu. Mor renkli tavşanlar, ahtapota benzeyen ve buzda kayan yaratıklar, kahramanımıza işkence eden (ki hayli eğlenceli bir sahne bu) oyuncak bebekler, orgazm makinesi, artık sadece “psikokardiyogram”ları uyuşanların önce birer arzu uyandırıcı hap alıp sonra da avuç içlerini birbirine değdirerek seviştikleri dönemde kahramanımızın eski moda seksi keşfetmesi, “fallik” sembolü gibi görünen uzay aracı, İsa gibi çarmıha gerilen bir melek veya dev bir nargilenin içindeki canlı erkeğin esansını içen seksi kadınlar gibi unsurların peş peşe karşımıza geldiği film tüm bu tuhaflıkları ile bir ilgiyi hak ediyor şüphesiz, tüm bunlar aslında pek de bir bütün, bir anlam elde etme çabası ile bir araya getirilmiş gibi görünmeseler de. Fonda’nın erotizmin hakkını veren ve kendisi de eğleniyor göründüğü için bu duyguyu seyirciye de geçirebildiği performansı da filme ilgi göstermeyi anlamlı kılıyor. Onun “seks düşkünlüğü”nün bozduğu makine gibi esprilerin söze dayalı esprilerin önüne geçtiği film ciddiye alınmadan izlenirse hayli eğlenceli olabilen ve tuhaflığını hiç yitirmeyecek olması ile de bu özelliğini hep koruyacak gibi görünen bir çalışma. Fonda’nın bu filmden sonra oynadığı filmlerin “They Shoot Horses, Don’t They – Son Gerçek” ve “Klute – Fahişe” gibi hayli “ciddi” yapımlar olduğunu düşününce, Fonda’nın kariyer çizgisi içindeki yeri ile de dikkat çekebilecek bir film bu. Fonda’nın yanında John Phillip Law ve Avrupa sinemasının o dönemdeki ünlü isimleri olan Anita Pallenberg, Milo O’Shea, Marcel Marceau, David Hemmings ve Ugo Tognazzi’nin varlıklarının da eğlencesine katkı sağladığı bu “kitsch” film ilgiyi hak ediyor özet olarak. Vadim’in pek de umursamış görünmediği veya hatta özellikle tasarladığı kaotik hali ve kitsch kadar “camp” ifadesini de hak eden biçimi ile bir kült ne de olsa karşımızdaki.