De Rouille et D’Os – Jacques Audiard (2012)

de_rouille_et_d_os“Bacaklarıma ne yaptınız? Bacaklarıma ne yaptınız?”

Bir balina eğitmeni ile yoksul bir işçi adam arasında başlayan ve kadının geçirdiği trajik bir kaza sonucu farklı bir yön alan ilişkinin hikâyesi.

Craig Davidson’ın aynı adlı hikâye kitabından uyarlanan bir Fransa – Belçika ortak yapımı. Senaryosu Thomas Bidegain ve Jacques Audiard tarafından yazılan filmin yönetmen koltuğunda oturan isim de Audiard olmuş. Kolayca abartılı bir trajediye dönme potansiyeli olan bir hikâyeyi seyircinin gözünden yaş getirmeye çalışarak değil, onu iki kahramanının duygularını paylaşmaya çağırarak anlatmayı tercih eden film gerçekçi tavrı ve zarif dili ile dikkat çekiyor öncelikle. İki baş karakteri canlandıran Marion Cotillard ve Matthias Schoenaerts’in adeta bir oyunculuk dersi verircesine tam anlamı ile döktürdükleri filmin senaryosunun kadının adama kazadan sonraki yönelişini yeterince iyi açıklayamamak ve ikinci yarısında zaman zaman kendisini toparlayamamak gibi sıkıntıları olsa da, dürüst yaklaşımı, karakterlerini oturttuğu çerçeveyi doğru seçmesi ve onları yargılamak/yargılatmak yerine bizi olan bitene seyirci olmaya çağırması ile önemli bir film. Hikâyesinin odağında yer alan “insan bedeni” temasının da hakkını veren film görülmeyi kesinlikle hak ediyor.

“Pas ve Kemik” ifadesi, yüzün bir darbe alması sonucu dudakların dişlere çarpmasının ağızda yarattığı kan tadı için kullanılıyormuş. Filmi seyredince ve adamın tüm o hayli sert dövüş sahnelerinin tanığı olunca bu tadı siz de alıyorsunuz açıkçası. Jacques Audiard tıpkı hikâyenin genelinde olduğu gibi bu sahnelerde de hayli gerçekçi davranmış ve Matthias Schoenaerts’in muhteşem oyunu ile de ortaya çok etkileyici bir sonuç koymuş, seyrettiğimizi “kan tadı” açısından değerlendirirsek. Filme kaynaklık eden ve Kanadalı Craig Davidson’a ait olan hikâyede balina eğitmeni olup kazaya uğrayan bir erkekmiş ama filmde bu karakteri kadın yaparak ve karşısına yine onun gibi bedeni ile bir derdi olan bir erkek karakter yerleştirerek çok doğru bir seçim yapmış Bidegain ve Audiard ikilisi. Evet, doğru bir seçim bu çünkü hikâyenin odağında –bir karakterinin trajedisi, bir diğerinin hayatta kalma çabası gibi ön planda olan konular olsa da- insan bedeni de var. Kadının geçirdiği kazanın sonucunda beden bütünlüğünü yitirmesi ve hayatının bu nedenle tamamen değişmesi söz konusuyken, adam bedenini tüm çıplaklığı ile ortaya koyduğu bir dövüş sporu ile meşgul. Hikâye boyunca insanın bedeni ile ilişkisi, onu algılayış ve kullanış şekli ve bedeninin onun için ne ifade ettiği bir alt metin olarak sürekli kendisini gösteriyor. Adamın dövüşlerde yıpranan bedeni hayli sert sahnelerde karşımıza gelirken, dökülen dişler, akan kan ve hırpalanan bedenler adeta bir resmî geçit yapıyor perdede. Adam bedeni ile yaptığı bu işten mutlu ve kazandığı bir dövüşten sonraki yüz ifadesi ile de gösteriyor bunu. Kıacası bedeni ile gurur duyan, yaşamı ona bağlı görünen birisi o. Kadın ise hikâyenin başında bedeninin bir kısmını yitirirken, yitirdikleri ile, bir başka deyiş ile söylersek, “eksik bedeni” ile nasıl bir yaşam kuracağı sorusu ile karşı karşıya kalıyor. Bedenlerin birleşip tek bedene dönüşmesi ve işte belki de aşkın tarifini bununla yapması ile dikkat çekiyor film bir yandan da.

Adamın yaşadığı çevre ile ilgili betimlemeler, işçi sınıfı ve varoşlar üzerinden gerçekçi bir şekilde anlatılırken, işten çıkarmalar, yoksulluk ve hatta açlık hikâyenin bir sosyal süsü olarak değil, karakterlerin doğal yaşamlarının bir parçası olarak almışlar yerlerini. Bu doğallığı olması gerektiği boyuta taşıyor film ve iki baş karakterini de, hiçbir anında hikâyenin, yargılamıyor. Örneğin adamın kadına “cinsellik teklifi”ndeki duyarsızlığı, insanların işten kovulmasına neden olması, çocuğu ile ilişkisindeki acemilikleri veya ilk tanıştıkları gece kadına kısa eteği nedeni ile yaptığı benzetme filmin onu bir “kahraman” değil bir birey olarak görmeyi seçmesinin sonucu şüphesiz. Hayli başarılı bir görsel efekt çalışması ile kadının vücut noksanlığının tüm gerçekçiliği ile gösterildiği filmin gerçekçilikte aksadığı yer ise kadının geçirdiği kazadan sonra adamı neden aradığı, neden ona güvendiği veya adamın kadını ilk kez evinden dışarı çıkmaya nasıl bu denli kolay ikna ettiği gibi hikâyenin gelişimi içinde pek de önemsiz olmayan noktalar. Senaryo ikinci yarıda da nasıl toparlayacağını bilememiş gibi görünüyor zaman zaman. Aynı problem ile ilgili bir başka örnek de ilerleyen arkadaşlığa rağmen kadının adamın çocuğu olduğunu oldukça geç öğrenmesi; belki bununla o aşamaya kadar ilişkinin arkadaşlık ve cinsellik ile sınırlı kaldığı vurgulanmak istenmiş ama açıkçası pek de yeterli bir açıklama değil bu.

Ve iki baş oyuncu, Marion Cotillard ve Matthias Schoenaerts. İlki çok daha fazla sayıda olmak üzere buradaki oyunculukları ile bolca ödüle aday veya sahip olmuş bu ikili. Her ikisi de mükemmel bir oyunculuk ile karakterlerinin hem ruhlarına hem bedenlerine bürünmüşler ve iki gerçek insan olarak getirmişler onları karşımıza korkuları, umutları, acıları ve mutlulukları ile. Üstelik hayli zor roller bunlar: Kolayca bir abartılı performansı teşvik edecek karakterini -evet, bir kez daha söylemeli- öylesine mükemmel bir doğallıkla oynuyor ki Cotillard, hissettiği tüm duyguları bire bir geçiriyor bize. Schoenaerts ise tüm yaptıklarını bir doğallık içinde yapan ve iyi ile kötü ayrımı üzerinden değil doğru bildiği yoldan ilerleyen karakterini o denli elle tutulur hale getirmiş ki nerede ise bir belgeselin doğallığı içinde hareket ediyor tüm hikâye boyunca. Alexandre Desplat imzalı müziğin başarılı bir şekilde oluşturduğu zemin üzerinde bu iki müthiş oyuncu karakterlerini zenginleştiriyorlar oyunculukları ile ve filmin en önemli öğelerinden biri oluyorlar. Sert karakterlerin bu sert hikâyesini romantizmi ihmal etmeden ama gereksiz yumuşaklıklara da kapılmadan ve sürekli olarak sanki bize “işte tüm olan biten bu, en ufak bir ekleme veya çıkarma yapmadım” diyerek anlatan film görülmeyi hak ediyor kesinlikle. Epeyce kan, epeyce ter ve biraz da gözyaşı dökülen ve seyircisine de o hissi yaşatan bir film bu ve bir melodramın hakkını eski filmlere de göz kırpan ama kesinlikle çağdaş görünmeyi da başararak anlatıyor bize. Belki bir peri masalı bu ama gerçek insanlarla anlatılan ve gerçek olmasını tüm kalbinizle dileyeceğiniz türden.

(“Rust and Bone” – “Pas ve Kemik”)

American Sniper – Clint Eastwood (2014)

american-sniper“Arkadaşlarımı öldürüyorlardı; onlar için attığım her kurşunun hesabını verebilirim. Beni asıl kurtaramadıklarım rahatsız ediyor”

ABD’nin askerî tarihindeki en çok insan öldüren keskin nişancı olan Chris Kyle’ın Irak’ta yaşadıkları ve savaşın hayatındaki etkilerinin hikâyesi.

Yaşlandıkça daha da sağa kayan Clint Eastwood’dan savaşın bir birey üzerindeki etkisinin anlatıldığı iddiasındaki, pek de gizlenme gereği duyulmayan şekilde milliyetçilik soslu bir film. ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra 255 (resmî rakamlara göre 160) “düşman”ı öldüren bu keskin nişancının hayat hikâyesini filmin yapımcılarından biri de olan ve film için epey kilo alan Bradley Cooper’ın başarılı oyunculuğu ile anlatan film, Kyle’ın hatıralarını anlattığı, Scott McEwen ve Jim DeFelice ile birlikte yazdığı kitaptan uyarlanmış sinemaya. Eastwood’un olgun bir sinema dili ve aksiyonu abartmayan bir dozu olan yaklaşımı filmi kesinlikle kimileri için hayli çekici olabilecek bir seyirliğe dönüştürmüş ve filmin her öğesi Hollywood’un göz boyayan profesyonelliğinden nasiplenmiş elbette. Ne var ki içerik olarak hayli yanlış ve tehlikeli bir film bu ve Eastwood’un –ya arsızca ya da bilinçsizce kelimeleri ile nitelendirilmesi gerektiği şekilde- iddia ettiği gibi asıl derdi savaşın/öldürmenin bir birey üzerindeki etkilerini değil, bir Amerikan askerinin kahramanlıklarını ve ülkesi için savaşırken ödemek zorunda kaldığı bedelleri anlatıyor.

Bütün savaş sahneleri Fas’ta çekilen film “tekin olmayan bir düşman toprağındaki” Amerikan askerinin yaşadıklarını, düşmanı temizlerken hissettiklerini ve o ülkesi için kahramanca çarpışırken, özel hayatının rayından çıkmasını anlatıyor bize. Bu filmin tüm teknik cilasını bir kenara koyup, içerik olarak sıkı bir şekilde eleştirilmesi gereken yanları üzerinde durmak gerekiyor öncelikle. Belki filmle ilgili birkaç kısa not bu eleştiriye doğru bir giriş kaynağı olabilir. Hayatı anlatılan karakterin Texaslı (Amerikan Cumhuriyetçilerinin kalesi) olması bu unsurlardan biri; adamın ve küçük kardeşinin babaları ile olan ilişkileri bir disiplin çerçevesi içinde ve filmin bunu bir eleştiri konusu yapmadığı çok açık; televizyonda bombalanan Amerikan elçiliklerini görünce –bu bombaların nedeni ve failleri üzerinde hiç düşünmeden ve tam da devletin talep ettiği gibi kutsal bir devlete olan inancı ile- vatanseverlik duyguları coşuyor ve orduya yazılmaya karar veriyor adam; benzerini defalarca gördüğümüz sert ve küfürlü (yüceltilen “erkeklik” burada elbette) eğitim sahneleri savaşın çirkin değil, “elbette olması gereken sert yüzünü” göstermek için varlar hikâyede ve eğitimi yarıda bırakan bir askeri sadece diğer askerler değil, film de ayıplıyor o sahnedeki yaklaşımı ile; kahramanının “çünkü burası dünyanın en harika ülkesi ve onu korumak için elimden geleni yapıyorum” cümlesinin arkasında her karesinde duruyor film ve bir adamın neden kendi ülkesinden binlerce kilometre uzağa “düşman temizlemeye” gittiğini ne kendisi sorguluyor ne de seyircinin bunu yapmasına izin veriyor; adamın karşılaştığı yabancıların istisnasız hepsi ya kötü ya da çok kötü karakterlerken arkadaşları hep birer hikâyesi olan Amerikalı masum bireyler; film kitaptan da daha ileri gidip gerçekte olmamış bir “terörist çocuğu” vurma sahnesi de ekleyerek hikâyesine, bu keskin nişancının ülkesi (ya da ABD’nin tüm dünyanın jandarması olduğunu düşünürsek tüm dünya) için katlanmak zorunda kaldıklarını provokatif bir içerikle anlatmaktan çekinmiyor; kahramanımız (aslında filmin yaratıcıları) ABD halkının Irak’ta onlar için savaşanlara ilgisizliğinden söz edip bunu eleştirisinin konusu yapıyor ama öte yandan filmin sonundaki gerçek görüntülerle bu halkın kahramanlarına ne kadar saygılı olduğunu göstererek onların gönlünü hoş tutmayı da deniyor; küçük kardeşinin de sembolü olduğu bir şekilde savaşta tereddüt içinde olanların bu durumu ya yorgunluk ya da dehşete/korkuya kapılmakla açıklanıyor ve bir tekini bile neden bu savaşın içinde bulunduklarını sorgularken göstermiyor; ajitasyonu yeterli değilmiş gibi, yine gerçekte olmayan bir düşman keskin nişancı asker hikâyeye katılarak hem zorlama bir ikili mücadele duygusu yaratılmaya çalışılıyor hem de düşmanın “çirkinliği” vurgulanıyor; cenaze törenlerindeki askeri ritüeller gösterilirken anlatılan şey bir “kahramanın kaybı”, bir insanın ölmüş olması değil; Eastwood’un iddiasının aksine savaşın insanlara ne yaptığını değil, bir kahramanın savaşta ne yaptığını odağına alıyor film ve savaşın etkilerinin filmin en zayıf anlarını oluşturuyor olmalarının da gösterdiği gibi asla ön plana çıkmıyor bu travmalar; Suriyeli keskin nişancıyı (ki Irak’taki savaşta bir Suriyeli ile savaşılıyor olunması düşmanın yaygınlığının altını çizmek adına özellikle vurgulanıyor) öldüren kurşun kameranın kullanım şekli nedeni ile kutsanıyor adeta. Bu örneklerin çok daha fazlası var filmde kuşkusuz.

Baş karakterin babası çocuklarına insanların üç sınıfa ayrıldığını söylüyor ve kurt (düşman) veya koyun (korunmaya muhtaç, korkak, aciz vs.) değil, çoban köpeği olmalarını söylüyor. Hikâyenin ideolojisi de bu kadar basit işte ve kötülerin yaptıklarında “iyiler”in payına hiç değinmeme basitliği filmi, evet zaman zaman bir propaganda filmine dönüştürüyor. Açıkçası, Irak’ta başta ABD ve İngiltere’ninkiler olmak üzere yönetici sınıfın savaş suçlarına hiç değinmeyen, bugün Ortadoğu’da yaşanan vahşetin boyutunda bu savaş suçlarının payını yok sayan bir filmin dürüstlüğünden söz edilemez kesinlikle ve bu bağlamda değerlendirince çarpıtma, görmezden gelme ve kışkırtma dolu bir yapım karşımızdaki. Hem Michelle Obama’nın (bir Demokrat) hem de Sarah Palin’in (sonra daha da sağa kayan bir Cumhuriyetçi) filmi destekler konuşmaları ABD demokrasisindeki iki siyasi partinin aslında birbirlerinden pek de farklı olmadığını kanıtlarken, kahramanımızın eşinin bugün Amerikan muhafazakârlığının kalesi FOX’ta çalışıyor olması da hikâyesi anlatılan karakterlerin dünya görüşleri için iyi bir gösterge niteliği taşıyor. Gerçek bir kahramanı, ABD’nin dünya üzerinde neden olduklarını sorgulayıp bu politikaları üretenlere karşı savaşacak birini, görmeyi beklemiyoruz elbette ama bu denli bir propaganda da açıkçası Eastwood’a bile yakışmıyor. Hikâyesi anlatılan Chris Kyle’ın kitabının tüm gelirlerini savaş gazileri ile ilgili bir yardım kuruluşuna bıraktığı iddialarına karşılık sadece yüzde ikisini verdiğinin sonradan ortaya çıkmasını da demek istediğimizin bir başka göstergesi olarak anmakta yarar var.

İçeriği bir kenara bırakırsak, Eastwood’un aksiyonu anlatırken zaman zaman bir psikolojik dram anlatmaya soyunması veya daha doğru bir ifade ile bu iki türün arasında kalmasının filme zarar verdiğini söylemek gerekiyor ilk olarak. Savaş dışındaki sahneler, özellikle adam ile karısı arasında geçenler, diyalogları başta olmak üzere klişelerden kurtulamamış görünüyorlar. ABD sinemasının özellikle 1970’li yıllardaki kimi örneklerinin aksine savaşın travmasının sinemasal karşılığını da yeterince üretebilmiş görünmüyor film. Finaldeki trajik olaya seyirciyi –neden gerek duyulduğu anlaşılmayan bir şekilde- hazırlayan mizansen ise doğru bir tercih olmamış film adına. Peki tüm bu problemlerine ve hatta “suçlar”ına rağmen, filmi seyirlik kılan ne? Bunları da Bradley Cooper’ın oyunu, savaş sahnelerinin sadece aksiyona değil o aksiyon içindeki bireylere de değinmesi, başarılı bir ses çalışmasının dehşet anlarını çok iyi yansıtması, asıl niyeti o olmasa da ve nedenlerine hiç değinmese de savaşın yaşandığı coğrafyalardaki insanların çıkışsızlığını sergilemesi ve işte Amerikan sinemasının en sıradan örneklerinde bile göstermeyi başardığı hikâye anlatma becerisi olarak sıralamak mümkün. Filmin En İyi Film dalında Oscar’a aday olmasını ise Oscar’ı bir sanatsal gösterge olarak önemseyenlerin kötü bir şaka, Oscar’ın Amerika’nın kültürel ideolojisindeki yerini bilenlerin ise doğru bir tercih olarak göreceklerini ekleyelim son olarak. Görülebilir ve belki hatta görülmeli ama savunduğu ideolojiye karşı çok tetikte olunmalı.

(“Keskin Nişancı”)

I Don’t Want To Change You – Damien Rice (2014)

İrlandalı Damien Rice’ın 2014 tarihli “My Favourite Faded Fantasy” albümünden bir şarkı. Ona çok yakışan tonu, eski şarkıları gibi yine güçlü ve bu kez daha da “olgun” havası ile yine mükemmel bir parça. Aşk ve hayatla ilgili soruların cevaplarını ararken…

Görme Biçimleri – John Berger

gorme-bicimleri1972 tarihli ve aynı adlı BBC dizisi için İngiliz sanat eleştirmeni, romancı, şair ve ressam John Berger tarafından yazılan metinlerin yer aldığı kitap. Geleneksel Batı kültürü estetik anlayışını ve görsel imajların (kitaptaki çevirisi ile imgelerin) arkasındaki ideolojileri anlatan dizi/kitap, daha geleneksel bir görüşün temsilcisi olan Kenneth Clark’ın yine BBC için yaptığı “Civilisation” adlı diziye karşılık olarak yaratılmış kısmen. Evet, bir devlet kanalı olan BBC’den -bugün o yüksek kültürel düzeyini az da olsa kaybetmiş olsa da- söz ediyoruz. Dört bölümden oluşan dizinin her bir bölümüne karşılık bir bölüm var kitapta ve bu bölümler sözü edilen konu ile ilgili zengin imgelerle süslenmiş. Bunun dışında, üç de sadece imgelerden oluşan bölüm var ki bu bölümler “seyirci-okurun kafasında soru uyandırmak” amacıyla hazırlanmış. Sonuçta imgelere (sanat veya reklâm imgeleri olabilir bunlar) farklı bir gözle bakmaya teşvik eden ve kimi soruları sorduğu ve cevapladığı gibi başkaları için de okuyucusunu teşvik eden bir kitap bu.

John Berger’ın Sven Blomberg, Chris Fox, Michael Dibb ve Richard Hollis ile birlikte hazırladığı kitabın yazılı denemeler içeren dört bölümünün Walter Benjamin’in “The Work of Art in the Age of Mechanical Reproduction” adındaki eserinden esinlenen birincisinde imge ve görme gibi kavramlar üzerinde durulurken, yağlıboya resim geleneği ve bu gelenekle üretilmiş eserlerin reprodüksiyonların etkileri konu ediliyor. İmgeyi “yeniden yaratılmış ya da yeniden üretilmiş görünüm” olarak tanımlayan Berger, Hollandalı ressam Frans Hal’in iki eseri (“Yaşlılar Bakımevinin Erkek Yöneticileri” ve “Yaşlılar Bakımevinin Kadın Yöneticileri”) üzerinden “geçmişi bulandırma” kavramını atıyor ortaya ve bulandırmayı “açıklanmasa kendiliğinden apaçık olacak şeyleri açıklamaya kalkışmak olarak” tanımlıyor. İmgenin biricikliğinin fotoğraf ile kaybolduğunu, yeniden canlandırmanın (kopyaların) resmin anlamını değiştirerek çoğalttığını ve örneğin televizyondaki bir imgenin girdiği her evde farklı bir anlama bürünebildiğini söylüyor.

Yazılı denemelerin yer aldığı ikinci (kitaptaki sırası ile üçüncü) bölümde “nü” ve “çıplaklık” kavramlarını birbirinden ayırarak, özellikle klasik resim ustalarının kadını eserlerindeki kullanım şekillerine odaklanıyor. “Çıplak olmak insanın kendisi olmasıdır, nü olmaksa başkalarına çıplak görünmektir” ve “Sıradan Avrupa nü resimlerinde asıl kahraman hiçbir zaman resimde görünmez. O, resmin önündeki seyircidir ve erkek olarak kabul edilir” ifadeleri ile klasik ustaların çoğunun kadını kendisi olarak değil erkeklerin arzu konusu olarak resmettiğini söylüyor. Buna aykırı bir örnek olarak da Rubens’in “Kürk Mantolu Helene Fourment” adlı tablosunu analiz ediyor. Üçüncü (kitaptaki beşinci) yazılı bölümde ise temel olarak yağlıboya resimlerin mülkiyet kavramı ile ilişkisi konu ediniliyor ve “bir nesneye sahip olmakla yağlıboya resimde o nesnenin görüntüsüne sahip olmak arasındaki benzerlik” olgusuna dikkat çekiliyor. Yağlıboya resmin “nesnelerin dokunulabilirliğini, dokusunu, parlaklığını ve katılığını” yansıtabilmekteki üstünlüğü ile sahip olma duygusunu ve seyirci-sahip için üretildiği algısını en iyi üreten sanat biçimi olduğunu söylüyor. Gainsborough’nun “Bay ve Bayan Andrews” adlı resmi yağlıboya resimle mülk arasındaki özel ilişkilerin örneklerinden biri olarak inceleniyor bu bölümde. Kitabın son bölümünde reklâm endüstrisinde imgelerin kullanımı (renkli fotoğrafın yağlboya resmin rolünü üstlenmesi ve ondaki “özel mülke -zaten- sahip olmanın sevincini yansıtma” özelliğini o özel mülke sahip olunduğunda (satın alındığında) değişecek hayatlar ve kıskanılacak duruma gelme ile değiştirdiği anlatılıyor. Reklamcılığın, tüketimi demokrasinin yerine geçen bir şeye dönüştürmesi tehlikesi anlatılıyor.

Berger’ın kitabı kapsama alanının genişliği düşünüldüğünde, daha çok, gündeme getirdiği kavramlara giriş niteliği taşıyor belki ama görsel malzemelerle zenginleştirilen makaleler hayli ilginç ve zevkli bir okuma, görme, analiz etme ve düşünme fırsatının kapısını açıyor okuyucu için. Bu okuma tecrübesinden sonra herhangi bir imgeye bakışın “kalite”sinin artacağı kesin ki bu zaten başlı başına yeni bir dünya demek. Bir entelektüel bakışın sonucu olan yazıların kamu yayıncılığına erişebilmesi ise ayrıca önemli bir konu, özellikle de bizdeki kamu yayıncılığının sefil durumu düşünülürse.

(“Ways of Seeing”)