“Palyaço biraz her şey, biraz hiçbir şeydir”
Uzun bir seyahata çıkmış görünen bir İtalyan’ın yolda karşılaştığı eski usul bir Fransız sirkindeki bir kadına aşık olmasının hikâyesi.
Fransız yazar Raymond Roussel’in hayat hikâyesinden esinlenen film Fransız Yeni Dalgası’nın unutulmaz isimlerinden Jacques Rivette’in seksen bir yaşında çektiği ve şimdilik son eseri olan bir çalışma. Hayli uzun filmleri ile tanınan yönetmenin bu filmi süresi ile filmografisinde farklı bir yerde duruyor ve sadece 84 dakika sürüyor. Sakin ve mutlak klasik bir sinema dili ile çekilen film küçük hikâyesi ve sadeliği ile geniş kitlelerin ilgisini çekecek bir havadan epey uzak ve bu tür sinemaya aşina olmayanlar için fazla mızmız görünebilir. Buna karşılık Rivette’in yılların olgunluğunun izlerini de taşıyan film, meraklıları için oyunculuklarından atmosferindeki hüzün ve melankoliye, kaybedilen “şeylere” duyulan özlemden sevimliğine hayli çekici yanlara da sahip.
Hiç konuşmasız bir sahne ile başlayan film, sonra açılıyor ve görselliğe abanmayıp hikâyesinin atmosferi ve bu atmosfer içinde dolanan küçük karakterlerinin diyalogları ile o konuşmalı Fransız filmlerinden birine dönüşüyor. Rivette hemen her sahnenin girişinde tekrarladığı kameranın kısa bir süre ve yavaşça kayması ve sonra sabit kalması dışında hiçbir teknik gösteriye başvurmadan, bizden hikâyenin “yaşayan” karakterlerinin arasına karışmamızı bekliyor ve bunu yaparken de hikâyedeki “geçmişte yaşanan trajediyi” öne çıkarmasına rağmen bu trajediden çok onun karakterler üzerinde bıraktığı etkiye odaklanıyor. İtalyan oyuncu Sergio Castellito’nun filmin tonuna hayli yakışan hafif ve uçarı oyunu ile canlandırdığı karakterin geçmişinden ve geleceğinden söz edilmemesi ve onun sirk çalışanlarının hayatlarını şu ya da bu ölçüde değiştirmesi, bu karakteri gizemli ve hatta bir ölçüde kutsal kılıyor sanki. Bu İtalyan, bir sirk çalışanının yıllardır yapmakta olduğu bir numarayı daha çarpıcı kılması için ona küçük tüyolar verirken asıl olarak Jane Birkin’in (film çekildiğinde 63 yaşında olduğunu düşünürseniz) şaşırtıcı bir genç kız havası vermeyi başardığı karakterinin suçluluk duygusunu yok etmesini sağlıyor.
Eğer atmosferine giremez ve karakterlerinin arasına karışamazsanız keyif almanızın hayli zor olduğu türden bir film karşımızdaki. Bu zorluk kısmen bir parça fazla durağan olmasından, her bir sahnenin adeta birer küçük tiyatro oyunu sahnesi imiş gibi tasarlanmasından ve popüler sinemanın seyirciyi alıştırdığı türden hiçbir büyük oyuna başvurmamasından kaynaklanıyor. Açıkçası Rivette film boyunca bu konuda seyircinin hayatını hemen hiç kolaylaştırmadığı gibi zaman zaman anlatımında sarkmalar da oluyor ve yine kimi anlamlarında gösterilenin “önemsizliği” ilgiyi ayakta tutmayı güçleştiriyor. Aslında film genel olarak tam da sirk çalışanlarının bugün hayli zayıf görünen eskimiş numaralarındaki havanın hissettirdiğini kendisi için de hissettirmeye çalışıyor gibi. Sirkteki sayıları birkaç kelimesi ile ifade edilebilecek kadar az seyirci ve bu seyircilerin son bir sahne dışındaki tepkisizliği üzerinden Rivette kendi sinemasının ve genel olarak klasik sinemanın da ağıtını söylüyor diye düşünülebilir. Bu sahneler hikâyedeki kadının trajedisinin de desteklediği bir kayıp duygusunu, geri getirilemeyecek bir geçmişe karşı duyulan kırık ve buruk bakışı ve içinde bulunulan koşullar ne olursa olsun hayatta kalma dürtüsünü sergileyen sahneler ve filmi sevebilmek için işte tam da bu anların duygusunu içselleştirebilmek gerekiyor. Kendilerinden biz “son klasikleriz” diye söz eden bir grup sirk sanatçısının bu hikâyesini tüm bunlara dayanarak Rivette’in kendi hikâyesi olarak da düşünmek gerekiyor belki de.
Castellito’nun karakteri hikâyenin sonunda görevini (veya hafif kutsal havasını düşünürsek misyonunu) tamamlayıp yolculuğuna devam ederken sanki biten bir tiyatro oyununun sonunda sahneyi terk ediyor gibi çıkıyor görüntüden ve yine sonlarda üç ayrı karakterin dönüşümlü olarak ve doğrudan seyirciye hitap ederek karakterlerinin görüşlerini ve bu arada neler olduğunu anlatmasında olduğu gibi seyrettiğimizin bir tiyatro gösterisi olduğu havasını veriyor bize. “Bu sirk dünyadaki en tehlikeli yeridir ve her şeyin de mümkün olduğu bir yer” denilen hikâyede bu sirki yönetmenin tüm sanat hayatını düşünerek sanatın (ve bu çalışma özelinde sanatın sinema alt dalının) sembolü olarak görmek ve filme bu açıdan da bakmak mümkün. Rivette bu yaşlanmak, değerini yitirmek, geçmişe ve özellikle de yaşandığı anda sonsuz acı veren olaylara bugünün gözü ile yeniden bakmanın gerekliliği üzerine de söyleyecekleri olan film ile,kimileri için fazlası ile hafif ve hatta boş, kimileri içinse derdinin ne olduğunu anlamak için düşünmeye çağıran bir çalışma yapmış özet olarak. Sinema dili belki biraz yavaş ve karakterleri fazlası ile küçük görünen bu filmin aslında Rivette’in elinden çıkmış olması bile kimileri için yeterli bir seyir nedeni olacaktır kuşkusuz.
(“Around a Small Mountain” – “36 Dağ Manzarası”)