“İnsanların eğitimsizlikten bahsederken ve bunu hep yoksullarla ilişkilendirerek yaparken söyledikleri çok etkileyici. Fakat terbiyesizlik yoksullara değil zenginlere ait; iyi eğitim almış senin gibilere, elitlere, elit olduklarını düşünenlere, ayrıcalıklı olduklarını düşünenlere, kuyruklarda beklemeyenlere; senin gibi “business” okumuşlara ama en temel insanî terbiyeden yoksun olanlara, karaktersizlere, anlıyor musun? Hayır, elbette bir karakterin var ama senin karakterin para, sahip olduğun tek şey şu pişmiş kelle gibi sırıtışın; tek sahip olduğun bu senin”
Yıllardır oturduğu eve göz dikip, mahallesindeki diğer evler gibi yıkıp yerine lüks ve büyük apartmanlar inşa etmek isteyen bir şirkete karşı savaşan emekli bir müzik eleştirmeninin hikâyesi.
İlk uzun metrajlı filmi olan, 2012 yapımı “O Som ao Redor – Komşu Sesler” ile pek çok ödül kazanan Brezilyalı sinemacı Kleber Mendonça Filho bu ikinci filminde yine senaryoya kendisi imza atmış ve yine kapitalist (daha açık bir ifade ile neo-liberal) şehirleşme politikalarının bireyleri nasıl mülksüzleştirmek üzerine kurulu olduğunu anlatan bir hikâyeyi getirmiş karşımıza. Başroldeki usta oyuncu Sonia Braga’nın dört dörtlük performansı ile can verdiği karakter, tüm komşularının inşaat şirketi ile anlaşması nedeni ile tek başına kaldığı ve tüm hayatının anıları ile sarılı olduğu apartmanında en yakınlarından bile yeterince destek almadan sürdürüyor savaşını bu etkileyici filmde. Üç bölümde anlatılan hikâye baş karakterinin 1980 yılındaki hali ile başlıyor ve finalde şirket ile aralarındaki savaşın sonucunu göstererek sona eriyor. Duyarlı hikâyesi, etkileyici oyunculukları, sosyal, ekonomik ve politik bir meseleyi hikâyesinin tam göbeğine oturtması ve kahramanını seyirci için ilginç ve çekici kılabilmesi ile önemli bir film bu. Zaman zaman yeterince vurucu değilmiş gibi görünen ve sinema dili olarak alışıldık olandan pek sapmayan film yine de görülmesi gerekli bir çalışma kesinlikle.
Brezilya’daki politik mücadelenin bir parçası olmuş bir film var karşımızda. Geçen hafta soununda açık faşizan özellikleri olan bir adamın başkan seçildiği Brezilya’da İşçi Partisi ile -elbette arkasında ABD’nin sıkı desteği olan- sermayenin ve onun temsilcisi olan sağ politikacıların arasındaki mücadelenin taraflarının açıkça ilkinin yanında yer tutmuş filmin yaratıcıları ve Cannes festivalinde, İşçi Partisi’nin eski lideri ve şimdi bir yolsuzluk suçlaması ile ceza alıp hapse atılan ve seçimlere girmesi engellenen Lula’ya destek için bir protesto eylemi düzenlemişlerdi. Bu açık politik tutum, filmin o sırada iktidarda olan neo-liberal sağ iktidarın hışmına uğramasına yol açmış ve ilgili devlet kutumu filmi beklentilerin aksine Brezilya’nın Oscar adayı olarak göstermemişti. Yine aynı bağlamda film önce +18 koşulu ile gösterim izni alabilmiş, tepkiler üzerine bu koşul daha sonra +16 olarak değiştirilmişti.
İlk filminde olduğu gibi burada da yönetmen büyük şehirlerdeki inşaat furyasını (bizdeki “kentsel dönüşüm” ile birlikte düşünün) ülkesinin sosyal meselelerini anlatmak için kullanıyor. Bunu yaparken de güçlü bir kadın karakter olan Clara üzerinden ilerliyor. Üç ayrı bölümde anlatmış hikâyesini yönetmen: “Clara’nın Saçı” adını taşıyan bölüm 1980 yılında başlıyor ve zor bir hastalığı yeni atlatmış olan kadının bir yakınının 70. yaş günündeki görüntülerini getiriyor karşımıza. Bu partiden hemen sonra günümüze geçilen bu bölümde tıpkı takip eden iki bölümde olduğu gibi müzik önemli bir yer tutuyor. Brezilyalı müzisyenlerden Queen’e farklı sanatçılar şarkıları ile hikâyeye eşlik ediyorlar film boyunca. Bu bölümde kadının yıllardır yaşadığı Aquarius adlı apartmanı yıkıp yerine yenisini (“eskisine saygı” nedeni ile Yeni Aquarius adını taşıyor bu proje) inşa etmek isteyen inşaat şirketinin ABD’de “business” okumuş temsilcisi Diego ile de karşılaşıyoruz. Filmin en ilginç karakterlerinden biri olan bu adamı yönetmen adeta kapitalizm ve neo-liberalizmin “güler yüzlü şeytan” diyebileceğimiz sembolü olarak kullanıyor. Hikâyenin tüm politik mesajlarının ve tepkilerinin bu karakter üzerinden yaratıldığını hissediyorsunuz ama burada rahatsız edecek bir kaba sembolizme veya bir mesaj filmine özgü kabalığa başvurmadan yapıyor bunu film.
“Clara’nın Aşkı” adlı ikinci bölümde kadının şirkete karşı mücadelesi ve çocukları ile olan ilişkileri öne çıkarken yine müzik hikâye ile hayli uyumlu bir şekilde ve bir müzik eleştirmeni olan kadının ince zevklerine uygun seçilmiş eserlerle kendisini gösteriyor sık sık. 17 yıldır dul olan kadının evinde yalnız başına dansının da bir sembolü olduğu güçlü kadın imajının altının daha iyi dolduğu bir bölüm bu ve kadının inatla evini satmaması karşısında yaşadıkları üzerinden hikâyenin sosyal ve politik boyutu da büyüyor. Çocuklarından eski komşularına herkes onun karşısında yerini alıyor ve evi şirketin “kârlı” teklifini de düşünerek satmasını istiyorlar. Kadının kızına hitaben söylediği “Hoşuna gittiğinde nostaljik diyorsun, hoşuna gitmediğinde ise eski” gibi sözleri ve kapitalizmin güler yüzlü vahşiliğinin ne boyutlara varabileceğini açık örnekleri ile gösteren sahneler yer alıyor bu bölümde.
Üçüncü bölüm olan “Clara’nın Kanseri” kendi kanserini yenmiş olan kadının şirketi kanser etme çabasını ve hikâyenin sonunu anlatıyor. Seyirciyi mutlu edecek ama gerçekçiliği tartışmalı (ve belki de bir “fantezi” olarak görülebilecek) olan final filmin sinemasal güç anlamda daha ileri gidebileceği noktalara her zaman erişememesinin de bir örneği olarak görülebilir. Buna rağmen “sosyal gerçekçi” türe rahatlıkla sokulabilecek olan film etkileyici olmayı başarıyor. Kimi sahnelerindeki incelikler, politik bir meselenin kaba propagandalara başvurmadan ve sinema sanatına zarar vermeden nasıl anlatılabileceğinin örnekleri olmayı başarıyor. Örneğin açılıştaki doğum günü partisinde kadının partideki yiyeceklerden bir parçayı kapıcıya götürüp onu da “yukarı”ya devam etmesi veya ilk bölümde sahilde yere uzanarak “gülme terapisi” yapan orta ve üst sınıf mensuplarının arasına yoksul kesimden geldikleri belli olan üç gencin karışması gibi sahneler Brezilya toplumundaki sınıflar ve baş karakterin inançları hakkında bizi bilgilendiren önemli bölümler olarak dikkat çekiyor.
“O Som ao Redor – Komşu Sesler” kadar deneysel (en azından yarı-deneysel) bir dili olmayan ve mizanseni ile ana akım sinemaya daha yakın duran film, okyanusa uzanan bir kanalizasyon borusunun çizdiği bir sınırın, yoksullar ile zenginlerin yaşam alanları arasındaki sınırın varlığını hatırlatıp, neoliberalizmin süslü kalkınma laflarının gerçek anlamlarını ortaya koyarken, Sonia Braga’nın performansı ile sinemaya çarpıcı güçlü kadın karakterlerden birini de armağan ediyor.