“Babamla neden 30 yıl boyunca konuşmadığımı izah edemem. Aramızda karşılıklı bir aşağılama olduğunu düşünmüş olmalıyım. On beş yaşımdayken, babamın beni şimdi de yaptığım göz makyajım yüzünden sevmediğine karar verdim. Çocukların kararlarından geri adım atması zordur. Ama ben gereğinden çok uzun bir süre çocuk gibi davrandım. Ve ancak şimdi bir babanın çocuğuna yardım edebileceğini ve sevebileceğini anlıyorum ve hiç çocuğumun olmaması beni gerçekten kahrediyor ”
Emekli bir rock yıldızının ölüm döşeğinde olduğu haberini aldığı babasını görmek için çıktığı yolculukta yaşadıklarının ve kendisi ile yüzleşmesinin hikâyesi.
Senaryosunu Paolo Sorrentino ve Umberto Contarello’nun birlikte yazdığı, Sorrentino’nun yönetmenliğini üstlendiği bir İtalya, İrlanda ve Fransa ortak yapımı. Cure grubunun solisti Robert Smith’den esinlenen rock yıldızını canlandıran Sean Penn’in kariyerindeki en ayrıksı rollerinin birinde karşımıza geldiği ve oyun tarzı olarak da hayli farklı bir oyunculuk sergilediği film adını Talking Heads grubunun 1983 tarihli şarkısından alınmış ve bu gruptan David Bryne filmde kendisini canlandırırken aynı zamanda Will Odham ile birlikte şarkıları da yazmış. Hem Sorrentino hem Penn’in yoğun ve vurgulu sanatçılıklarından bir parça uzaklaştığı film hüzün ile komediyi çekici bir biçimde birleştiren ve yaşlı bir rock yıldızını anlattığı hikâyesine onun kendisi ve babası ile yüzleşmesinin aracına dönüşen Nazi soykırımını da ustaca yerleştirmiş olan önemli bir çalışma. “Çılgın” rock yıldızları yaşlanınca ne olur ve tüm o marijinal görünüş ve duruşları neye dönüşür sorusuna kendisine göre bir cevap üreten Sorrentino biçimci tarzını yumuşatarak da olsa koruyor ve eğlenceli mizanseni ile filme keyif katıyor.
Açılış sahnesinde ayak parmaklarına oje süren, yüz makyajını yapan ve orta yaşını çoktan geride bırakmış bir erkeği göstererek başlıyor film ve Cure’un solisti Robert Smith’e esinlenmenin çok ötesinde bir benzerlik taşıyan Sean Penn ile yüz yüze geliyoruz. Penn sinema kariyerinde birbirinden çok farklı karakterleri karşımıza getiren usta bir oyuncu ama bu filmde üstlendiği rol belki de en farklı olanı getiriyor önümüze. “Farkına bile varmadan, hayat böyle olacak dediği bir yaştan “hayat böyle” dediği bir yaşa gelmiş”, siyatikleri ile başı belada, gençliğinde çok tutuluyor diye “depresyondakiler için depresif şarkılar yazıp bol para kazanmış”, otuz beş yıldır evli olan ve karısı itfaiyecilik yapan bir adam olan karakterini tüm bu tanımlamaları kapsayan, bezginlik, yorgunluk ve mutsuzluk dolu yüzü ile ve bir parça mekanik bir sesle oynuyor Penn. Karakterinin iyi yürekliliğini ve pişmanlıklarını (şarkılarını dinleyen iki gencin intiharı en büyük nedeni bu pişmanlığın; Sorrentino burada 1985 yılında Judas Priest’in, Spooky Tooth grubuna ait olan “Better by You, Better than Me” şarkısına yaptığı cover’dan etkilenerek intihar ettikleri ileri sürülen iki gencin hikâyesinden esinlenmiş) komedi ile dram arasındaki çizgiyi iyice incelterek ve çziginin iki yakasında da dolaşarak ustalıkla sergilemiş oyuncu. Ustaca oynanmasa abartılı ve hatta ucube olmaya eğilimli bir karakteri böylesine çekici ve gerçek kılabilmek Penn’in başarısının en iyi kanıtı olsak gerek. Tuhaf saç modeli (burada hem saç hem makyaj çalışmasının övgüyü hak ettiğini söyleyelim) nedeni ile sürekli olarak gözünün önüne düşen saç tellerini üfleyerek dağıtan karakterin bu sembolik hareketini inandırıcı bir biçimde yapabilmek hiç de kolay olmasa gerek.
Dublin, Michigan, New Mexico ve Utah’ta geçen film aslında iki ana hikâyeden oluşuyor; ilkinde hep çocuk kalmış rock yıldızının sorgulamalarını ve itiraflarını, diğerinde ise aynı yıldızın babasının intikamını alma ve onunla barışma/uzlaşma çabasını izliyoruz. İkincisinin Yahudi soykırımı gibi büyük bir konuyu işlemesi zaman zaman iki hikâyenin toplamının fazla büyük olduğu gibi bir hisse neden olsa da senaryo bağlantıları ustalıkla kurması ve finali bu bağlantılar üzerinden oluşturması ile bu hissin bir sıkıntı yaratmasına engel oluyor. Sorrentino’nun üslubu da hayli katkı sağlıyor bu konuda: Örneğin David Bryne’ın bir konserde filme adını veren şarkıyı seslendirdiği sahneyi o denli çarpıcı bir yumuşaklığı olan mizansenle çekmiş ki yönetmen, sahnenin sonunda yıldızımız Cheyenne’in gözyaşına siz de eşlik edebilirsiniz. Şarkı “ev, olmak istediğim yerdir” diyen bir adamın ev özlemini anlatırken, kahramanımız da hep içinde hissettiği baba evi ve baba özlemini en derin bir şekilde yaşıyor o anda. Aslında filmde hemen tüm karakterlerin bir ilişki problemi (özellikle de ebeveynler ve ailelerle) var ve film bu problemlere belki bir parça naif ama sıcak bir final ile cevap veriyor.
İtalyan bir yönetmenin ABD’yi çok iyi anlatabilmesini de filmin takdiri hak eden yönlerinin arasına eklememiz gerekiyor. Kahramanımızın Dublin, Michigan, New Mexico ve Utah arasında yolculuk ederken karşılaştığı karakterler ve onlarla ilişkileri, girip çıktığı mekanlar benzersiz bir ABD resmi çiziyor bize. “Tekerlekli bavulun mucidi”nden ev kadını dergilerindeki evlere benzeyen bir yerde yaşayan kadına yol üstü otellerinden finansçıya ve silah kültürüne kadar film o dünyaya hem eleştirel hem mizahî bir şekilde bakmayı başarıyor.
Fiziksel boyutu olmasa da hayli şiddetli bir intikam ile yahudi soykırımı kurbanlarına önemli bir saygı gösterisinde bulunan filmde görüntü yönetmeni Luca Bigazzi’nin çalışması da ciddi bir katkı sağlamış sonuca. Hep yumuşak ama kontrast da oluşturan renklerle filmin genel havasını ve komedi/dram karışımını hüzünlü bir atmosfer de sağlayarak desteklemiş Bigazzi. Pek çok örneğini seyrettiğimiz yolculuk ve bu yolculuktan değişerek/dönüşerek dönme temasına uçarı bir tazelik katan film kesinlikle görülmesi gerekli bir çalışma.
(“Olmak İstediğim Yer”)