“Çatışan iki duygu uyandı içimde: Korku ve arzu. Tehditkâr ve karanlık mağaradan duyduğum korku ve o mağaranın içinde harika bir şeyler olup olmadığını görme arzusu”
Alman besteci Helmut Lachenmann’ın Kibritçi Kız” adlı masalını konu alan operasının (“Das Mädchen mit den Schwefelhölzern”) Buenos Aires’te sahnelenmesinin hazırlıkları sırasında yaşananların; Robert Bresson’un, bir Alman gerillanın, bir Arjantinli piyanistin ve şehirdeki grevlerin de karıştığı hikâyesi.
Arjantinli sinemacı Alejo Moguillansky’nin yazdığı ve yönettiği bir film. Yönetmenlik kariyerinde belgeseller de bulunan Moguillansky’nin bu -şimdilik- son uzun metrajlı konulu filmi belgesel ile kurgunun arasında bir yerde duran, belki de daha doğru bir ifade ile her iki alanda da kendisini gösteren bir çalışma. Helmut Lachenmann’ın yanı sıra, piyanist Margarita Fernández ve operanın sahneleneceği tiyatronun direktörü Martin Bauer’in kendilerini canlandırdığı, daha doğrusu gerçek kimlikleri ile yer aldığı filmde operayı yöneten ve eşini ise iki profesyonel oyuncu canlandırıyor. Moguillansky’nin bu tercihleri filmin yarı-belgesel diyebileceğimiz havasına uygun düşüyor ve seyrettiğimizle ilgili gerçeklik hissini de artırıyor. Referansları ve hikâyesi ile politik bir yanı da olan ve bir “entelektüel deneme” olarak da nitelendirilebilecek film hayli ilginç bir çalışma.
Danimarkalı şair ve yazar Hans Christian Andersen’in “Kibritçi Kız” masalı çok bilinen, çok sevilen ve içerdiği trajedisi ile aslında travmatik yanları da olan bir eser. Sanatın pek çok dalına (sinema, çizgi roman, edebiyat, müzik vs.) uyarlanan bu masal için bir çalışmayı da Alman avangart besteci Helmut Lachenmann yapmış ve eserine radikal sol örgüt Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun kurucusu Gudrun Ensslin’in bir metnini de dahil etmişti. Film bu operanın Buenos Aires’te “Teatro Colón”da sahnelenmesi için yapılan provaları ve opera ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgili olan karakterlerin birkaç gününü anlatıyor bize. Eşi operayı sahneye koyacak olan ama aslında hemen tüm fikirleri kendisinden aldığı kadının girişte bir dış ses olarak bize söyledikleri filmin içeriği ile ilgili hayli açıklayıcı bilgiler veriyor. Buna göre filmde çılgın (veya tuhaf) müzikler çalan bir orkestra, bir eşek (Fransız sinemacı Robert Bresson’un “Au Hasard Balthazar – Rasgele Balthazar” adlı filmindeki eşek bu ve filmden çeşitli görüntüler de karşımıza çıkıyor hikâye boyunca), Cleo adında bir küçük kız (opera yönetmeninin ve eşinin kızları), bir devlet tiyatrosu ve burada çalışanlar, orkestra üyeleri ve orkestranın sendika temsilcileri, şehirdeki ulaşım grevi, piyanolar, 1970’lerden bir Alman gerilla, besteci Lachermann’ın kendisi, piyanist Margarita Fernández’ın kendisi, operanın yönetmeni ve bize hitap ederek bunları anlatan eşi var. Filmin değindikleri bunlarla sınırlı değil aslında: Filmde seslendirilen eserleri aracılığı ile Enrico Morricone, Beethoven, Bach, Mozart ve Schubert; isimleri ile anılan Count Basie, John Cage, Lenin ve Leonardo da Vinci de bu “entelektüel” hikâyede yerlerini alıyorlar.
Kapanış jeneriğinde filmi yaratan ekip üyelerinin isimlerinin nota portresi üzerinde gösterilmesinin de işaret ettiği gibi öncelikle müziğe ve onunla ilgili unsurlara odaklanan bir film bu ama hikâye sadece bununla sınırlı değil; Bresson, Sergio Leone ve Brigitte Bardot üzerinden sinema; grevler ve Kızıl Ordu Fraksiyonu üzerinden politika ve bununla bağlantılı olarak 1968 olayları, müziğin burjuvaziye hizmet etmesi gibi başlıklar da hikâye boyunca karşımıza çıkıyorlar. Karakterlerden birinin ifade ettiği üzere “hikâyesi olan ama karakterleri olmayan” operanın sahnelenme macerasını anlatan film tüm bunları üç bölümde sergiliyor: Sırası ile, “Müziğin Direnişi”, “Kibritçi Kız” ve “Direnişin Müziği”.
Alejo Moguillansky’nin başarısı bu “fazla sanatsal” görünebilecek filmi kurgu ile belgesel havalarını aynı anda içeren bir atmosferde anlatabilmesi. Tüm karakterlere bir çekicilik kazandırmayı başarmış yönetmen ve her birini seyretmeye değer kılmış; bunu yaparken de mizah ve ironiyi de unutmamış. Örneğin operayı sahneye koyan adamın tüm fikirlerini aslında karısından alıyor olması ve kadının sahneleme ile ilgili fikirlerinin karşısına çıkan tüm engellere anında bir çözüm üretebilme becerisi ya da iki tiyatro görevlisinin bir yandan avangart müziği bir yandan da sahnelenen operanın hikâyesini ve içerdiği göndermeleri anlamaya/yorumlamaya çalışması filme hoş bir mizah katıyor. Yönetmenin bir diğer başarısı da çok fazla temaya el atar gibi görünen hikâyesini kolaylıkla düşebileceği kaostan korumuş olması. Tüm konular ve başlıkları akıllıca birbiri ile ilişkilendirmiş Moguillansky.
Kurgusunu yönetmenin ve filmde opera yönetmenini canlandıran Walter Jakob’un üstlendiği filmde görüntü yönetmeni Inés Duacastella’nın da dikkat çekici bir başarısı var. Küçük kızın kendisini Bresson’un filminin içinde hayal ettiği sahne veya küçük kızların “Kibritçi Kız” masalından bölümleri okuduğu sahnede olduğu gibi o ânın ruhuna çok uygun görüntüler yakalamış Duacastella ve el kamerası kullanımı ile de gerçekçiliği hiç aksamayan bir görüntü çalışmasına imza atmış.
Evet, herkese göre bir film değil belki de bu. Sonuçta ne aksiyon, ne seks ne de bir şov vaat ediyor seyirciye. Buna karşılık sunduğu ise çok daha değerli kuşkusuz: Maria Villar ve Walter Jakob’un doğal oyunculuklarının kendilerini oynayan isimlerle çok iyi uyuştuğu film, belgesel ile kurgudan oluşan bir melez sinema örneği olarak pek çok önemli konuyu herhangi bir ön yargıya kapılmadan sergiliyor ve meraklısı için geniş bir düşünme alanı açıyor. Yukarıda anılan sahnede küçük kızlardan dinlediğimiz “Güzel şeyleri görmek için bir kibrit daha yakacağım” cümlesi sanat eserlerinin yaşamdaki “güzellikler”i görmemiz yakılan birer kibrit olduğunu hatırlatıyor bize ve bu kibritin ne kadar uzun bir süre yanacağını ve sönmek üzereyken yerini bir yenisinin alıp almayacağının da bize bağlı olduğunu söylüyor sanki. Yukarıda sıralanan tüm unsurlara Lenin’i ve karakterlerden birinin ona atfettiği “Beethoven’in Apassionata’sı beni kaldırabileceğimden daha fazla iyi bir insan yaptı” sözünü de ekleyen filmde küçük kızı canlandıran ve yönetmenin kendi kızı olan Cleo Moguillansky de rolünün tüm gereklerini başarı ile yerine getiriyor. Özetle, küçük ama kesinlikle kayda değer bir başarı yakalayan bir çalışma bu.
(“The Little Match Girl” – “Kibritçi Kız”)