“Mutlu olmak için gereğinden fazla konuşuyorlar”
La Pointe Courte adlı bir balıkçı köyündeki günlük yaşam ve bu fonda ilişkilerini sorgulayan ve köyün yerlisi olan bir adamla Parisli bir kadının hikâyesi.
Agnès Varda’nın yazdığı ve yönettiği bir Fransız filmi. Kimileri tarafından Fransız Yeni Dalga akımının başlangıcı olarak kabul edilen film çok düşük bir bütçe ile çekilen, oyuncuların ve teknik ekibin hiç ücret almadan çalıştığı ve köyün halkının da kendilerini “canlandırdığı” ilginç bir sinema eseri. Bir yandan köydeki günlük yaşamı belgesele yakın bir dil ile anlatan, buna paralel olarak da bir ilişkiyi onu sorgulayan tarafların diyalogları üzerinden sergileyen bir film bu ve yarı belgesel-yarı dramatik biçimi ile sinema tarihinin de en kendine özgü çalışmalarından biri. Üç ayrı görüntü yönetmeninin imza attığı ve Varda’nın sinema kariyerinden önce başladığı fotoğrafçılığının da izlerini taşıyan siyah-beyaz görüntüleri ile estetik açıdan üst düzey bir başarısı da olan film sadece Yeni Dalga’nın değil İtalyan Yeni Gerçekçilik’inin de izlerine sahip önemli bir çalışma.
Varda ilişkileri üzerinde konuşan çifti canlandıran iki baş oyuncusuna (Philippe Noiret ve Silvia Monfort), La Pointe Courte halkına ve tüm teknik kadroya teşekkür ettiği ve onlar olmadan gerçekleştirilemezdi dediği filmin yönetmeni ve senaristleri arasına köy halkını da eklemiş açılış jeneriğinde. Benzer bir biçimde, filmin orijinal müziklerini hazırlayan Pierre Barbaud’un yanında köyün bulunduğu yörenin yerel şarkılarının da adını anmış aynı jenerikte. Bu vurguların da gösterdiği gibi köy halkı ile birlikte yaratılmış bir film bu. Köyün günlük hayatı -elbette kurgu olan- bir takım olaylarla anlatılırken, tanık olduklarımızın aslında bu insanların gerçek yaşamında benzerlerini defalarca yaşadıklarından esinlendiklerine emin oluyoruz Varda’nın yarattığı gerçekçilik duygusu sayesinde. Köylülerin balık avladığı bölgenin suyun temizliği nedeni ile başlarının derde girdiği sağlık müfettişleri veya bir küçük çocuğun ölümü gibi ögelerin köylülerin gerçek hayatında yadırganmayacakları kesin. Louis Soulanes, Paul Soulignac ve Louis Stein’ın kamerası ve Varda’nın estetik gücü bu günlük hayatı müthiş fotoğraflarla sergiliyor bizim için ama bu görüntüler zorlama bir artistik çabanın ürünü değiller. Zaten orada var olanı veya bir başka ifade ile söylersek gerçek olanı, kendi usta gözü ile alıyor ve önümüze koyuyor Varda. İlk sahnede ağaç kabuğu üzerinde yazılı olan jenerikten köyün boş sokaklarına kayarak ilerleyen kamera benzer şekilde bir evin penceresinden içeri girdiğinde de gördüklerimizin bizim için özel olarak düzenlenmediğini ve zaten günün o anında o evin içinin aynen bu şekilde olacağına inandırıyor sizi film.
Köylülerin hayatına paralel olarak anlatılan ise bir çiftin hikâyesi. Erkek bu köyde doğmuş ve büyümüş, 12 yıl sonra geri dönmüş ve beş gündür tren istasyonuna giderek karısının gelmesini bekleyen bir karakter. Kadın Parisli ve ilk kez geliyor daha önce adamın ona defalarca anlattığı bu yere. “Ayrılmamız gerektiğini söylemeye geldim” diyor kadın ve sonrasında bu iki insanın ilişkilerini sorguladıkları konuşmalarına tanık oluyoruz. Çifti oynayan iki profesyonel oyuncu Philippe Noiret ve Silvia Monfort, Varda’nın yarı belgesel anlayışına çok uygun düşen bir performans sergiliyorlar tüm film boyunca. Dramatik tonu iyice düşürülmüş bir biçimde ve zaman zaman bir metni okur gibi konuşuyorlar ama ilginç bir şekilde en ufak bir yapaylık yok bu performans biçiminde. Zaman zaman kamera ikilinin yüzlerini yakın planda ve birbirlerine farklı açılarla bakan konumlara yerleştirilmiş olarak görüntülüyor ve onların köyün “sıradan” hayatına ters düşen “şehirli” konuşmaları ile çekici bir zıtlık yakalıyor. Bir bakıma, “basit” hayatlarla “karmaşık” hayatların paralel anlatımı üzerinden iki farklı dünyayı bir araya getiriyor ve bir köylü kadının dediği gibi “Mutlu olmak için gereğinden fazla konuşan” iki insanın bu ortamdaki ayrıksılığını ortaya çıkarıyor. Bir ölüm bu ilişki kadar konuşulmuyor örneğin ve Varda bize tüm bu sorgulamalardan bağımsız olarak aslında hayatın kendi düzeni içinde akıp gittiğini söylüyor sanki. “Birbirimizi gerçekten seviyor muyuz yoksa bu bir alışkanlıktan mı ibaret?” sorusunun cevabını bulmaya çalışan çiftten kadının köyde geçirdiği birkaç günden sonra adama söylediği “Kapı komşunda doğmuş olsaydım, her şey çok daha kolay olurdu” cümlesi de bunu ima ediyor aslında. Nitekim köylü bir kadınla erkeğin aşkı Paris’ten gelen çiftinki ile karşılaştırıldığında basitliğin güzelliğini gösteriyor sanki.
Kamera kendisi için yaratılmamış/düzenlenmemiş gibi görünen objeleri, manzaraları ve karakterleri düşülebilecek bir monotonluk tuzağını yok edercesine ustalıkla sergiliyor. Kayık evi, sokaklarda dolaşan veya bir evin mutfağında masa üzerinde uzanmış yatan kedi örneğinde olduğu gibi insanların hayatına karışmış olan hayvanlar, iplerde kurumaya bırakılan çamaşırlar, çocuklar, sokaklar, suya giren bir yengeç veya ölü bedeni suyun kenarında gelen küçük dalgalarla kımıldayıp duran kedi bedeni gibi objeleri tarafsız bir tutum içinde gösteren Varda oldukça gerçekçi ve yalın bir dramatik an da yaratmayı başarıyor filmde: Bir pazar şenliğindeki boş bir sandalye neden olduğu kuşku ile değme gerilim sahnelerine taş çıkartacak güzellikte ve yalın bir anlatımın aracılık ettiği bir gerçekçiliğin ne denli etkileyici olabileceğini kanıtlıyor has bir sinema duygusuna sahip bir yönetmenin elinde.
Kurgusuna ünlü sinemacı Alain Resnais’nin de katkı sağladığı filmin Varda’nın ilk yönetmenlik çalışması olduğunu düşününce onun ustalığına bir kez daha hayran oluyorsunuz. Onun 1962 yılında yaptığı bir söyleşide ifade ettiği gibi “İlişkilerini değerlendiren bir çiftle, hayatta kalmakla ilgili ortak problemlerini çözmeye çalışan bir köy halkı”nı anlatan film, kendi bildiği ve arzu ettiği sinemayı üretmekten hiç vazgeçmeyen ve yorulmayan bu büyük sanatçının hatırına bile izlenebilecek ama kendisi de zaten çok önemli olan bir çalışma.
(“Paralel Yaşamlar”)