“Doulos argoda şapka demektir. Polis ve suçluların dünyasının gizli dilinde Doulos şapkayı giyen kişiye de verilen isimdir: Polis muhbiri”
Hapisten yeni çıkan ve bir çalıntı mal aracısını öldürüp, elindeki mücevherleri ve parayı çalan bir adamın yeni soygununda destek aldığı bir diğer suçlunun polise muhbirlik yaptığını öğrenmesi ile gelişen olayların hikâyesi.
Polisiye sinemanın ustası Jean-Pierre Melville’den sıkı bir suç filmi. Pierre Lesou’nun aynı adlı romanından uyarlanan filmin senaryosu da yine Melville’e ait. Gerilimini aksiyonundan çok karakterlerinden ve yaratmayı başardığı atmosferinden alan film, türünün en önemli örneklerinden biri ve şık bir sinema eseri. Fransız sinemasının güçlü oyuncularından oluşan kadrosu ve Melville’in ustalıklı hikâye anlatma becerisi ile mutlaka görülmesi gerekli bir çalışma bu.
Bir anti-faşist olan babasının Mussolini döneminde İtalya’dan kaçarak Fransa’ya yerleşmesi üzerine sekiz yaşından itibaren orada yaşayan ve Fransız sinemasının en ünlü oyuncularından biri olan Serge Reggiani’nin görüntüsü ile açılıyor film. Üzerinde trençkot ve başında bir şapkası olan, elleri ceplerinde yürüyen ve bu yürüyüşüne Paul Misraki’nin gerilim ve suç dünyasını başarılı bir şekilde çağrıştıran caz ağırlıklı müziğinin eşlik ettiği adamı uzun süre kesintisiz bir çekimle gösteriyor film. Sadece bu ilk sahne bile şık bir polisiye ile karşı karşıya olduğumuzu kanıtlamaya yeterli. Bundan sonra tanık olacaklarımız gücünü aksiyondan, kavgadan veya silahlardan çok anlattığı dünyanın atmosferini etkileyici bir şekilde yaratmayı beceren senaryosundan alan ve gerek Melville’in usta elinin gerekse sağlam kadrosunun katkısı ile zenginleşen çekici bir hikâyeyi getiriyor önümüze. Reggiani’ye muhbir rolündeki Jean-Paul Belmondo’nun yanında, küçük bir rolde etkileyici bir performans sunan Michel Piccoli ve Jean Desailly’nin de eşlik ettiği filmde ünlü Alman sinemacı ve o tarihte 23 yaşında olan Volker Schlöndorff da bir bar sahnesinde figüran olarak yer almış. Belmondo “Henüz neresi bilmiyorum ama polis ve gangsterlerin olmadığı bir yer varsa, orası olacak” sözleri ile yerleşmeyi planladığı yeri tarif eden karakterini gençliği ve sempatikliği ile göz dolduran bir biçimde canlandırırken, onun o masum görüntüsü altında gerektiğinde hayli sert davranabilen kişiliğini de inandırıcı kılmayı başarıyor. Reggiani ise ihanete uğrayan ve artık bir parça yorgun görünen adamın mücadelesini ikna edici bir şekilde sergilemeyi başarıyor ve senaryo onunla muhbir arasındaki mücadeleyi belki yeterince çarpıcı kılamasa da karakterinin hikâyesinin etkileyici olabilmesini sağlıyor.
Reggiani’nin yürüyüşü ve bu yürüyüşün sonlandığı yerde işlenen cinayet peş peşe iki sahnede hayli estetik görüntüler getiriyor karşımıza. Nicolas Hayer’in görüntüleri gerek bu iki sahnede gerekse daha pek çok sahnede siyah ve beyazın doğal estetiğini ve imkânlarını başarı ile kullanırken, gölgelerden ve farklı kamera açılarından da akıllıca yararlanıyor. Örneğin adı geçen cinayet sahnesinin sonunda sallanan lambanın yarattığı ışık-karanlık-ışık… havası ve gölgeler bu sahneye şık ama doğallığını da koruyan bir üslup getirmiş. Bu görsel başarı belki kimilerine göre bir parça “ucuz” olarak değerlendirilebilecek ama aslında hikâyeye yakışan tüm bir final sahnesinde de gösteriyor kendisini. Bu bölümdeki kamera açıları ve çerçevelemeler, mizansen anlayışı ve olayların “çözülme” şekli tanık olduğumuz anları kesinlikle hayli ilginç ve iz bırakıcı kılıyor. “Bu meslekte sonun ya aylaklık olur ya mermi manyağı” sözlerini haklı kılan bu final polisiye sinemanın en önemli anlarından biri şüphesiz.
Melville’in senaryosunun iki büyük başarısı var: Gerçeğin ne olduğu ve karakterlerin amaçları konusunda seyirciyi birden fazla kez ve tümünde de gerçekçi bir şekilde aldatabilmesi ve karakterlerin diğerlerine oynadığı kimi oyunlardaki ikna edici çarpıcılık. Reggiani ve Belmondo’nun karakterleri kendi hedefleri doğrultusunda ve ayrı ayrı planları ile ilerlerken tüm yaşananlar birbirine ustalıkla bağlanmış ve seyiriciyi düğümün nasıl çözüleceği konusunda merak içinde bırakıyor. Sonlara doğru Belmondo’nun muhbir karakterinin geriye dönüşle anlatıcı rolüne bürünmesi bir parça kolaya kaçmak gibi görülebilir belki ama Melville burada hem anlatıcı sesi iyi kullanarak hem de kısa ama açıklayıcı görüntülerle seyirciyi etkileyerek bu kolaylığı affettirmiş görünüyor ve daha da önemlisi bu anlatılanın gerçekliği konusunda yarattığı kuşku ile bir kez daha avlıyor seyirciyi. Martin Scorsese’nin en sevdiği gansgter filmi olan çalışma Melville’in siyah beyaz Amerikan polisiyelerine olan hayranlığının da izlerini taşıyor açık bir şekilde.Bu türün vazgeçilmez unsurlarının pek çoğu bu filmde de yerlerini almışlar: Trençkot, sigara, gölge, ihanet ve elbette başta silahlar olmak üzere diğer pek çoğu hikâyeye amaçlanan atmosferi ve stilizmi kazandırmak için ustaca kullanılmışlar kesinlikle. “Bob le Flambeur” filminde olduğu gibi burada da Melville erkeklere ait bir dünyayı anlatıyor ve bu dünyada kadınlar hep bir kötülüğün ya da en azından ters giden bir şeylerin kaynağı olurken, akıbetleri de pek iyi olmuyor. Melville kadın karakterlere bu sert yaklaşımını, bu yaklaşımı kendisinin değil, karakterlerinin gösterdiğini söylerek savunmuş kendisini bir açıklamasında ama bu durumun onun filmlerinde sıklıkla görüldüğünü belirtmekte yarar var.
Görüntülerin yanında sesin de kritik sahnelerde (örneğin muhbirin bir kadını cezalandırdığı bölümde radyonun ve ondan gelen film müziğinin sesinin ve radyonun kapatılması ile oluşan sessizliğin kullanılması oldukça etkileyici) iyi bir araç olarak yerini aldığı filmin başında görüntüye gelen sözün (“Seçim yapmak zorundasın: Ölmek mi yalan söylemek mi?”) hakkını verircesine karakterlerin sık sık yalan söylediği ve Melville’in de bizi “yalanlarla aldattığı” bu çalışma için Volker Schlöndorff “Paris’te çekildi ama tüm lokasyonlar Manhattan’ı çağrıştıracak şekilde seçildi” ifadesini kullanmış. Evet, Amerikan polisiyelerinden esinlenen ve etkilenen ama bir Fransız havasını da kesinlikle taşıyan bir film bu. Karakterlerin duygularını, korkularını ve hırslarını hikâyede aksiyonun önüne geçiren film anlattığı hikâyenin kahramanlarının birer birey olduğunu hiç unutmuyor ve bizim de hiç unutmamamızı istiyor. Kesinlikle görülmesi gerekli bir sinema klasiği.
(“The Finger Man” – “Unutulmazlar”)