“Her nesil bir ışık ister, dünyanın daha iyi ve daha adil olabileceği konusunda güven ve inanca ihtiyaç duyar. Bu arzu, Marx’tan daha eski ve Marx’tan daha yeni, bir ilaç gibidir. Başta mutluluk verir çünkü ışık erişilebilir gibidir; sonunda ise mutluluk yerini acıya bırakır. Kırk yıl boyunca çok şey gördüm geçirdim ve şimdi o ışık başta olduğundan daha uzakta. Engebeli bir yol bu ama güven bana: Acı ve umudun olmadığı bir hayat zavallı bir hayattır”
Babasının ölümü üzerine Varşova’ya gitmek isteyen bir adamın yolculuk edeceği treni yakalaması ya da yakalayamaması üzerine farklı yollarda ilerleyen hayat(lar)ının hikâyesi.
Krzysztof Kieslowski’nin yazdığı ve yönettiği bir Polonya filmi. Film bir trenin peşinde koşan bir adamın bu treni yakalama çabasının sonucuna göre gelişen üç farklı hikâye anlatıyor bize. Son örneklerinden biri Jaco Van Dormael’in 2009 tarihli “Mr. Nobody”si olan “Ya öyle değil de böyle olsaydı” türündeki hikâyelerin en önemlilerinden biri olan bu Kieslowski filmi rastlantıların (ve onlara bağlı olan ya da olmayan seçimlerin) hayatımızı nasıl değiştirebileceğini anlatan bir çalışma. Kieslowski’nin “kader” odaklı filmlerinden biri bu ve ülkesinin içinde bulunduğu politik durum için de de dolaylı ve dolaysız eleştirileri ile dikkat çekiyor. Hikâyenin kahramanı olan Witek karakterini canlandıran Boguslaw Linda’nın muhteşem bir performans gösterdiği film Polonya’da altı yıl boyunca yasaklı kalmış ve 1981’de çekilmiş olsa da 1987’de seyirci ile buluşabilmiş ancak. Kader ile özgür iradenin çatışması üzerine seyirciyi düşünmeye de yönlendiren film sıradan bir eyleminin bireyin hayatını nasıl derinden değiştirebileceğini de bize hatırlatan güçlü bir sinema eseri.
Film birbirinden bağımsız görünen görüntülerle başlıyor: Dehşet içinde çığlık atan ve “Hayır!” diye bağıran bir adamın yakın plan çekimi, bir hastane koridorunda yatan ölüler ve yaralılar, bir otopsi dersindeki tıp öğrencileri, Danimarka’ya giden (kaçan?) bir baba ve oğul ile vedalaşma vs. Bu görüntüler seyredeceğimiz ve peşinden koşulan bir trenin yakalanması ya da yakalanmaması üzerine gelişen üç farklı hikâyeden seçilmiş çeşitli parçalar ve film ilerledikçe bu görüntüler yavaş yavaş yerine otururken film de gittikçe artan bir etkileyiciliğe kavuşuyor.
Üç farklı hikâye var karşımızda; ilkinde Witek treni son anda yakalamayı başarıyor, sonraki ikisinde ise kaçırıyor treni; bunların ilkinde bir istasyon görevlisi onu zor kullanarak durdurduğu için kaçırıyor treni, ikincisinde ise tüm gayretine rağmen yetişemiyor trene. Bu hikâyelerin üçünde hem kaderin darbesi hem de bireyin seçimleri var olan biteni etkileyen; yine de rastlantıların (ya da kaderin) bir parça daha belirleyici olduğunu kabul etmek gerekiyor. Hikâyelerin birinde hükümet için çalışan, diğerinde muhaliflere katılan, sonucusunda ise muhalif olsa da politik eylemlerden uzak duran Witek’in son hikâyedeki sürpriz ve trajik sonu en baştaki görüntünün de açıklaması olurken, Kieslowski seyirciyi hazırlıksız yakalıyor bu final için. Kieslowski’nin senaryosu politik olmaktan hiç çekinmeden oluşturulmuş; bir tıp merkezini atanan yeni yöneticiler yüzünden işgal eden gençler, işlemediği bir suçu itiraf etmek zorunda kalanlar, grev, polisin dövdüğü suçsuz bir adam, muhaliflerin peşinde gezen hükümet ajanları, protesto bildirileri vs. hikâye boyunca karşımıza çıkıp duruyorlar. Filmin çekimleri Walesa’nın yönetimindeki Dayanışma sendikasının yavaş yavaş ciddi bir hükümet karşıtı güç olmaya başladığı yıllarda çekilmiş ve hatta aynı yılın sonunda yaklaşık 1.5 yıl süren bir sıkıyönetim de ilan edilmişti ülkede. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilere karşı savaşmış olan komünist kadın; muhaliflerle birlikte hareket eden rahip; hikâyelerin birinde yönetimdeki komünist partiye üye olan, ikincisinde ise muhalif bir örgüte katılıp kilisede vaftiz edilmeyi isteyen kahramanımız üzerinden gündeme getirilen parti ve kilise kurumu gibi unsurları ile hikâye ülkenin o dönem içinde bulunduğu politik durumun yansımalarını olabilecek en açık şekilde sergiliyor seyirciye.
Film Kieslowski’nin örneğin “Üç Renk Üçlemesi” kadar güçlü ve etkileyici değil belki ama yavaş yavaş artan bir etkileyiciliğe sahip ve özellikle sürpriz finali ile karamsar ama çok güçlü bir atmosfer yaratmayı başarıyor. Gerçekçilikten taviz vermeyen filmin -yine- özellikle finali ile özgür iradenin kader/rastlantılar karşısındaki “çaresizliği”ni vurgulaması ilgi çekici. En baştaki o “hayır çığlığı”nın somutlaştırdığı ve görselleştirdiği bu çaresizliğin bireyin iradesinin önüne geçirilmesini de Kieslowski’nin politik bir tercihi olarak görmek gerekiyor. Bu tercih filmin karamsar havasının en temel nedeni ve kimilerini rahatsız edebilir kuşkusuz; sonuçta hikâyenin finalini -bir parça abartı ile- mücadele etmenin anlamsızlığının sembolü olarak görmek mümkün. Öte yandan bu tercih hayatın gerçekleri ile uyumlu bir seçim olarak da değerlendirilebilir elbette.
Baş karakterin bir komünist, dindar bir antikomünist ve apolitik hayatlar sürdüğü üç ayrı hikâyede görüntü yönetmeni Krzysztof Pakulski’nin renk tercihlerinin (soluk ya da soğuk sıfatı ile tanımlanabilecek mavi, gri ve kahverengiler) depresif yanının altını çizdiği filmde özellikle hareket halindeki treni yakalama sahnelerinde etkileyici bir mizansen yaratmış Kieslowski ve tümü bir hayal kırıklığı ile sona eren üç ayrı alternatif barındıran hikâyesini teknik oyunlara başvurmadan anlatmayı tercih etmiş. Özgür irade, seçimler, rastlantılar, ilahî kader gibi farklı ve hatta zıt uçlarda duran ifadelerle açıklanabilecek hikâyeleri ile Kieslowski belki de bize hayatın tüm bunların toplamı olduğunu ya da bunların hiçbiri ile açıklanamayacağını söylüyor. Sadece bir Kieslowski filmi olduğu için değil, aynı zamanda önemli bir sinema eseri olduğu için de görülmesi gerekli bir çalışma.
(“Blind Chance” – “Kör Talih”)